Doha’daki Fire Station, sergi alanı olarak yeniden işlevlendirilmiş eski bir itfaiye istasyonu. 1962 doğumlu İsviçreli sanatçı Pipilotti Rist’in son sergisi, Electric Idyll’ı görmeye geldiğimiz alanda beton duvarlar, kırmızı itfaiyeci direği ve duvara asılı eski kaskların arasında, New York’taki New Museum’un artistik direktörü olan küratör Massimiliano Gioni’nin turunun başlamasını bekliyoruz. Gioni ise içeriyi dinliyor – sergi alanından gelen müzik sesi, içeriye girince göreceğimiz ilk işlerden biri olacak olan “Ever is Over All”un (Sonsuzluk Bitti Hepsi, 1997) baştan başladığına işaret edecek.
Neşeli bir müzikle güle oynaya sokakta yürüyen bir kadının elindeki dev çiçekle bazı arabaların camlarını patlatmasını konu ediyor “Ever is Over All”. Rist,designboom’a verdiği bir söyleşide,ilk büyük çaplı video enstalasyonlarından biri olan ve o yıl 47. Venedik Bienali’nde sergilenen bu işinden sonra sanat pratiğinin “giderek daha katmanlı bir hal” aldığını söylüyor, “entelektüel, duygusal ve fiziksel boyutta, artık olası bir seyirci olarak tüm duyulara ve bedenin bütününe kucak açıyorum.”
Electric Idyll da gerçekten tat dışında tüm duyuları kapsayan ve bedeni sanat eserinin içine davet eden bir sergi. Duvarlar yerine renkli tüllerle ayrılmış bölümler ve farklı video işlerinin yer yer birbirine karışan rüyamsı müziğiyle endüstriyel ve gri bir yapı içerisinde yumuşak ve alacalı bir dünya yaratıyor. “Ever is Over All”un arkasında sergi alanı adeta bir eve açılıyor – üç ayrı enstalasyonda bir oturma odası, bir yatak odası ve sadece bir halı görüyoruz. Mobilyalar, bitkiler, süs eşyalarıyla tasarlanmış odalar bunlar, hatta yatak, sanatçının kendi yatağı. Tavandaki projektörlerden (Rist’e göre “kansız gözler”den) yansıyan videolar, bu eşya dolu odaları iyice yabanıllaştırıp adeta el değmemiş bir ormana dönüştürüyor. Nitekim perdeyle ayrılan bir sonraki bölüme geçtiğimizde başka, bu sefer çok daha büyük bir uzamsal video, “Worry Will Vanish” (Kaygı Yok Olacak, 2014) bizi gerçekten ormana götürüyor; ama insan bedeninin, teninin, derinin altındaki damarların ve organların yapraklara, toprağa, suya karıştığı bir ormana. Kaygı ancak kendimizi hapsettiğimiz mekânsal ve teknolojik sınırların dışına çıkıp insanlar olarak bir parçası olduğumuz doğayla iç içe geçersek yok olabilir.
Gioni, çok da yakından tanımadığı birinin evini ilk defa ziyaret eden bir misafirin tedirginliğiyle içeri davet edilmeyi bekleyen bizleri, koltuklara oturmaya, yatağa yatmaya, “Worry Will Vanish”in karşısındaki puflara uzanmaya teşvik ediyor. “Sadece ayakkabılarınızı çıkarmanızı rica edeceğim,” diyor, “ne de olsa halıları olabildiğince uzun süre korumak istiyoruz.”
BERRAK GÖÇER: Bu serginin neredeyse kronolojik bir şekilde tasarlandığını söylediniz. Eski işler ile yenileri bir araya getirirken nasıl bir yol izlediniz?
MASSIMILIANO GIONI: Birçok kararı aslında mekân belirledi, mekânı seçen de Pipilotti’ydi. Sunulan farklı alanlar arasında burayı tercih etti, Fire Station’ınsert yapısından hoşlandı. Betonarme bir kabuktan ibaret mekân aslında, son derece endüstriyel bir alan ve burayı bütünüyle dönüştürmenin zorluğu Pipi’ye cazip geldi. Örneğin bütün camları kodlayarak renklendirdi. Yani mekânın asıl halini bilenler bu sergide bambaşka bir deneyim yaşıyor.
Mekânı bölmek yerine tek bir büyük alan olarak ele almanın daha ilginç olabileceğini konuştuk. O yüzden Pipilotti en başta duvar kullanmamaya karar verdi. Normalde sütunlara duvarlar yerleştirilir ve mekân beyaz bir küpe dönüştürülür ama Pipi bunu kesinlikle istemedi. Bu kararın devamını başka kararlar izlemek zorunda kaldı çünkü bütün sergiyi neredeyse bir bölme gibi tasarlamanız gerekiyor. Ses Pipilotti için o kadar önemli ki, birbiriyle çakışmayacak ya da başka müziklerle bir arada olabilecek işleri bulmanız gerekiyor. Bu yüzden belli işlere odaklanmak zorunda kaldık. Örneğin 1990’lardan birçok küçük ekran işi eklemek yerine tek bir büyük işi, “Ever is Over All”u gösterdik.
Electric Idyll’ı bu şekilde kurguladık, sonra kısa sürede fark ettik ki bu eserlerin birbiri ardı sıra sergilendiği geleneksel bir sergi değil; daha ziyade burada her şey neredeyse tek vücut oluyor. Fiziksel etkileşimler elbette Pipilotti için çok önemli, biz de serginin kendisini bir beden gibi gördük. Bu yüzden her şey dokunuşla ilgili, duvarlar yerine perdeler var, keskin açılar yok, her şey daha yumuşak. Bütün bunlar genel deneyimi belirledi.
Ama en sonda her şeyden ayrı bir bölüm, küçük bir oda var.
Evet, sergide bir sürü şeyin olduğu büyük bir odanın içindesiniz. Sonra son odada o küçük bebek evine bakıyorsunuz ve o bebek evinin az önce gezdiğiniz sergi olduğu hissine kapılıyorsunuz. Bir yere çıkıp sergiye yukarıdan bakabilmek çok güzel olurdu, muhtemelen o bebek evine benzerdi.
Sergide kendimizi ormanı andıran bir evin (ya da evi andıran bir ormanın) içinde buluyoruz. Rist’in sanatında ev temasının öneminden bahsedebilir misiniz?
Bir yandan Pipi elbette sadece bir kadın sanatçı olarak görülmek istemiyor; muhtemelen diğer bütün büyük sanatçı kadınlar gibi o da bir sanatçı olarak sözgelimi [Donald] Judd ve [Dan] Flavin’le aynı düzeyde değerlendirilmek istiyor. Ama öte yandan kesinlikle feminist sanat ve kadınların ürettiği sanatın geleneğinden gelen birçok temaya da değiniyor. Bu ev teması işlerinde açık bir şekilde irdelenen bir konu; bunun sebebi kadın olması değil ama bu temaya tarihsel olarak hem feminist sanatın hem de kadınların yaptıkları sanatın bir parçası olması.
“Doğa ana” imgesiyle de karşılaşıyoruz aslında.
Evet, feminist gelenekteki doğa imgesi de yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. O geniş panoramik videoyu bu yüzden dahil etmek istedik. İlk işlerden “Ever is Over All” da açık bir manifesto ve feminist sanat tarihine dahil ediliyor.
Ev içi alanlar ya da odalar Pipilotti’nin hep çok ilgisini çekmiştir. Pipilotti sanata müzik üzerinden yöneldi: Bir kız grubundaydı ve farklı müzik grupları için teatral deneyimler yaratıyordu. Kendi deyimiyle insanların hem bir araya geldiği hem de kendilerini kaybettikleri odalar yaratma fikri ona büyüleyici geliyordu. Bu açıdan bütün serginin aslında tek bir odadan oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu odada insanlar ortak bir alanda bulunuyor ama burası aynı zamanda transandantal bir alan; belki de bir eleştirmen bir şeylerden kaçtığımız bir alan olduğunu söyleyebilir. Ama ev ya da kapalı bir mekânın başka bir yere gitmede kullanılan bir araç olması, buradan doğan gerilim Pipilottiiçin çok önemli ve bence serginin asıl konusu bu.
Turuncu giydirilmiş projektörler, yatağın arkasında saklı küçük altardaki göz imgesi, bunlar Rist için neyi sembolize ediyor?
Göz, Pipilotti’nin işlerinde önemli bir dayanak noktası. Eyeball Massage (Göz Küresi Masajı) diye bir sergisi vardı ki bence bu sergisi de gözlerinize masaj yapıyor. Zihninize masaj yapıyor, belki vücudunuza da.
Göz elbette sanat tarihinde genel olarak bir dayanak noktası ama 20. yüzyıl sinemasını düşündüğümüzde Dziga Vertov’un gözü, [Luis] Buñuel’in kesilen gözü, bunlar Pipi’nin gündeminde olan çağrışımlar. Pipi kameraların kansız gözler olduğunu ya da güneşin evrendeki en güçlü projektör olduğunu söylüyor. Yani bir yanda teknolojiyle antropomorfik bir ilişki kuruyor, teknolojik aletleri neredeyse canlı görüyor, onlarla gerçekten konuşuyor, bazılarının eskidiğini ve yaşlılar gibi huysuzlandığını, onlara saygıda kusur etmemek gerektiğini söylüyor, vs. Yani işin bir bu yanı var.
Ama bir yandan da Pipilotti’nin bu ortak tüketim düşüncesinde teknolojinin bizi yönlendirdiği bireysel tüketim halinden kurtulma arzusu var; hem fiziksel bir deneyim hem de belki felsefi bir deneyim olarak bedenlerimizi imgenin bir parçası haline getiriyor ki bu benim çok hoşuma gidiyor. Bununla bizetelefonlardan, sinemadan, her şeyden önce ilk imgenin kendi imgemiz olduğunu hatırlattığını düşünüyorum; çünkü her şeyden önce rüyalarımız vardı. Benden çok daha akıllı kişilerin düşüncelerini kullanıyorum şu an ama sinema deneyimi aslında rüya deneyiminin dışavurumundan başka bir şey değil. Pipilotti bunu alıp tersine çeviriyor; ekran insanın dışındaki bir şey olmaktan çıkıyor, insan ekrana dönüşüyor, bu da gözlerimiz kapalıyken gördüğümüz imgeler olduğu gerçeğine bir gönderme. Gerçekten halılardaki imgeleri, hatta 1990’ların başındaki işlerindeki birçok görsel de insana gerçek hayatta rüya gibi bir film izleme deneyimi yaratma arzusuna dayanıyor.
Bu sergiyi Doha’da hazırlamak nasıl bir deneyimdi peki?
Bu Doha’daki dördüncü sergim. İlki 2002 yılındaydı. Fire Station’daki ilk sergim ama daha önce Al Riwaq’ta iki büyük sergi açtım; 2021’de Jeff Koons, 2012’de [Takashi] Murakami. M7’de de bir moda gösterisi yaptım. Yani buraya sık sık geliyorum.
Burada sanatçılara gösterilen bağlılık inanılmaz. Bunu Dan Flavin | Donald Judd sergisinde de görüyorsun, ben Koons sergisini yaptığımda da gördüm, eşine rastlanmamış bir adanmışlık var. Elbette büyük bir maddi kaynak söz konusu ama mesele sadece bu değil. Mesele şunu söylemek: Flavin ve Judd sergisini kurmak iki ay mı sürecek? Yapalım. Birçok yerde sergiyi hemen açma baskısı, seyirci baskısı ya da alışılmışın dışına çıkmama baskısıyla,“Hayır, hemen açmalıyız,” deniyor.
Ayrıca, örneğin Al Riwat inanılmaz geniş bir alan. New York’ta, Los Angeles’da ya da Londra’da böyle bir alan yok. Burada sergi açmanın benim en çok hoşuma giden yanı o sergileri sadece burada açabiliyor olmak, bunlar sadece burada yapılabilecek sergiler. Ayrıca burada sergilerin farklı görüşlere, farklı hayat tecrübelerine, farklı geleneklere sahip insanlar arasında bir diyalog oluşturmasından da hoşlanıyorum. New York’ta insan bazen sürekli aynı insanlarla konuştuğu hissine kapılıyor. Üstten bir bakışla konuşma niyetinde değilim ama işlerin içine girebildiğin, gidip oturabildiğin, vb. böyle bir sergi belki Doha’da daha az rastlanılan bir şey; çünkü burada inanılmaz sergiler açtılar ama hepsi “dokunmayın” mantığındaydı. O yüzden bu serginin nasıl karşılandığını görmek ilginç.