8 Mart Cuma günü öğleden sonra Brüksel’deki Xavier Hufkens galerisinden arayan Ana Zoe, “Seni hemen Nick Cave’e bağlıyorum,” dedi. Randevulaştığımız saatten birkaç dakika erken aramıştı ama telefonun bağlanması beklediğimden uzun sürdü. Normal çalma tonundan farklı, birbirini izleyen iki “dıt” sesi arasındaki süre o kadar uzundu ki, ara sıra gayriihtiyari, “Alo,” demekten kendimi alamıyordum. Sonunda, Belçika üzerinden bağlanan İngiltere hattının hışırtısı duyuldu ve Nick Cave o ağır, dingin, insanda fırtınalı sularda sığınabileceği bir liman hissi uyandıran sesiyle, “Alo,” dedi.
Müziğiyle büyüleyen, 2022’deki İstanbul konserinde insanların ellerinin üstünde gezinen Nick Cave’le müziğini (ya da edebiyatını) değil, seramiklerini konuşmak için telefonlaştık. 5 Nisan-11 Mayıs tarihleri arasında Xavier Hufkens’da yer alacak The Devil—A Life sergisi, tatlı ve saf bir çocuk olarak uyanışından yapayalnız bir halde ölüme terk edilişine dek Şeytan’ın hayatının izini sürüyor. Bir kısmının This Much I Know to Be True (2022) belgeselinin başlangıcında anlatıldığı 17 sırlı seramik figür içeren sergide Şeytan,gözü pek bir delikanlıdan kurukafa tarlaları üstünde savaştan dönen muzaffer bir askere, ilk çocuğunu kurban eden bir babaya ve günahları yüzünden dünyanın geri kalanından kopan bir adama dönüşüyor. Hıristiyanlıktan öğeler barındırsa da Cave’in Şeytan’ı kendi ifadesiyle “daha çok boynuzları olan sıradan bir adam”ı çağrıştırıyor. “Bu yola sadece parlak kırmızı bir sır kullanma dürtüsüyle koyulduğunu, işlerin bir sergi açma boyutuna gelmesini hiç beklemediği”ni söyleyen Cave, sanatındaki bu yeni alanda da, son yıllardaki müziklerinde olduğu gibi, oğlunun ölümü üzerine yaşadıklarını irdeliyor ve ifade ediyor.
Her zaman görsel sanatçı olmak istediğini, müzikle başta ikinci planda ilgilendiğini söyleyen Cave, The Devil — A Life sergisiyle nasıl çok yönlü bir sanatçı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Cave’in bir süredir The Red Hand Files adlı bir sitesi var:İsteyen herkesin istediği şeyi sorabildiği siteye gönderilenleri ünlü müzisyen bizzat kendi okuyor, aralarından seçtiklerini yanıtlıyor. “İlham perilerim beni terk etti,” diye başlayan bir soruya verdiği yanıt, Cave’in sanata, sanatçılığa ve yaratıcılığa yaklaşımını çok güzel özetliyor:
“Bizim işimizi esin kaynağı ya da ilham perisi gerektirecek denli sıra dışı yapan ne? Bizler sanatçıyız ve başkalarına hizmet etmek için çalışıyoruz. Sanat sadece motivasyonumuz varsa ya da olduğunda yaptığımız bir şey değil – bizler bir şeyler yaratıyoruz çünkü bu bizim sorumluluğumuz. Bu açıdan işimiz diğer insanlarınkinden çok da farklı değil. Ortalama bir yetişkin işe modundaysa mı gidiyor? Ya doktorlar? İşçiler? Öğretmenler? Taksiciler? Bizler de başka herkes gibi işimizi yapmak zorundayız çünkü kapladığımız alan bizim katılımımızı gerektiriyor ve biz aradan çekilirsek yıkılır. Kendini işine adamış bir sanatçının vahiy bekleme lüksü yoktur. Esin kaynakları, sadece şımarık maymun iştahlıların üşengeçlik etmesine yarar. İlham perileri, Tam, kaybedenler içindir!”
Hayatını olduğu gibi seven, geleceğe dair bu açıdan büyük beklentileri olmadığını söyleyen Nick Cave üretmeye, farklı formlarda hikâyeler anlatmaya ve seramikler yapmaya devam edeceğini belirtiyor: Hırsla değil ama sanatçı olmanın getirdiği sorumluluğun bilinciyle.
BERRAK GÖÇER: Yeni serginizle ilgili vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
NICK CAVE: Yoo, bu yeni sergim değil. Bu ilk sergim.
Aslında bu figürlerin bir kısmını daha önce sergilemiştiniz ama evet, bu ilk kişisel serginiz. Heyecanlı mısınız? Nasıl hissediyorsunuz?
Doğru, haklısınız. Evet, bu yeni sergim (gülüyor).Çok heyecanlıyım. Hâlâ şaşkınım. Bu heykelleri yapmaya başladığımda yola seramikçi olma hedefiyle çıkmamıştım. Hiç beklemediğim kadar büyük bir şeye dönüştü bu, o yüzden inanılmaz heyecanlıyım.
The Red Hand Files’da, karantinadayken bir sabah kilden bir şeyler yapma dürtüsüyle uyandığınızı paylaştınız – tam da bu parlak kırmızı Şeytan’ı yapma dürtüsüyle. Yaratıcı fikrin hangi biçimi alması gerektiğini, kırmızı Şeytan’ın bir şarkı mı, roman mı, yoksa bu örnekte olduğu gibi seramik bir figür mü olmak istediğini nasıl anlıyorsunuz?
Aslında kırmızı Şeytan sonradan geldi. Ben İngiliz Staffordshire tarzı biblolar biriktiriyorum. Bunlar 100 yıl önce orta sınıf insanların hayatlarına renk katmak için kullanılan popülist süslemeler. Geniş bir koleksiyonum var; ayrıca gençken okulda seramik figürler yapıyordum, tuhaf derece de iyi oluyorlardı. Ama asıl COVID esansında Staffordshire tarzı figürlerimden birine bakmaya başladım, biçimine baktım, kendi içlerinde saf bir yanları var, sırları da çok basit–bunlardan yapabileceğimi düşündüm.
Yani her şey anlık bir dürtünün sonucu. Bir sanatçı arkadaşım stüdyosunu kullanmama izin verdi, orada bir tane figür yaptım ama güzel olmadı. Ama birkaç gün sonra uyandığımda aklıma şeytanlar geldi çünkü parlak kırmızı bir sır kullanma fikri beni çok heyecanlandırdı. Kırmızı sırın çok güzel görüneceğini düşündüm. Yani Şeytan aslında kırmızı sır kullanmak istediğim için ortaya çıktı.
Yani her şey renkle başladı?
Her şey renkle başladı. Her şey renkle başlıyor ya da insan renkle başladığını sanıyor. Ama bunun altında başka bir tür dürtü yatıyordu aslında. Sanırım bu figürlerden epey bir sayıda yaptıktan sonra bana bir şey söylemeye çalıştıklarını keşfettim – bir şekilde var olmaları gerekiyordu.
Sizce söylemeye çalıştıkları şey dünyanın şeytani hali üzerine bir şeyler miydi yoksa daha sıradan mı? Çünkü sizin şeytanınız dinî bir karakterden çok sıradan biri gibi.
(Gülüyor) Aslında Şeytan’la başladı ama bu İncil’deki Şeytan’ın hikâyesi değil, özünde boynuzları olan bir adamın hikâyesi. Bu figürleri yapmaya başladığımda aklımda bir anlatı yoktu, hepsini tek tek yaptım. Başta bir anlatı yarattığımın farkında bile değildim. Hikâyeleri zaman içinde oluştu ve bence bu nihayetinde özellikle oğlumun ölümüne dair hislerimi şarkı sözü yazarken yapamadığım bir şekilde ifade etmenin bir yoluydu. Oturup bu konu üzerine bir şekilde tefekkür edebildim bu yolla, örneğin sözgelimi Katolik kilisesinde insanların haç yolunun duraklarında İsa’nın çarmıha gerilmesi ve çilesi üzerine tefekkür etmesi gibi. Buna benzer bir yaklaşımdı bence, her bir durağa bakıp birinin hayatının belli bir yönü üzerine düşünmek gibi.
Peki araç değişince yaratım süreci nasıl değişti? Sözgelimi Ghosteen’le kıyaslayınca bu figürler aynı hikâyeyi nasıl daha farklı bir biçimde anlattı?
Ben aslında hep sanatçı olmak istedim, ressam ya da görsel sanatçı. Sanat okulunda iki yıl okudum, ilk yıl çok başarılıydım ama ikinci yıl sınıfta kaldım çünkü kafam başka yerlerdeydi. O esnada bir müzik grubum vardı, ben de grupla devam ettim. Yani müzik aslında ikinci işimken başarıyı yakaladığım alan oldu (gülüyor). Ama görsel yönüm hep çok güçlüydü ve elimde tutabileceğim, müzik gibi soyut ya da görünmez olmayan bir şeyler yaratmak bana büyük heyecan verdi. Sanat çok güçlü bir araç çünkü insanı, size bir şeyler söylemeye çalışan görsel güçlerle karşı karşıya getiriyor.
Tabii sanatın dili de görsel bir dil. Müzik de dilin ötesine geçen bir dal ama yine de şarkı sözleri var ve bunları herkes anlayamayabiliyor.
Benim şarkı sözü yazarken kullandığım dil, bir şeyler söylemekten çok söylememeye odaklı. Dili, öğretileri gizemli bir hale getirecek ya da belirsizleştirecek şekilde kullanıyorum. Kâğıdın üstünde gerçeği beyan etmeye çalışmıyorum. Gerçeği soyutlaştırıyor, esrarengizleştiriyor, merak uyandırıcı hale getiriyorum. İnsan figüratif sanatta bunu aynı şekilde yapamıyor,gerçekle çok daha açık bir şekilde yüzleşmek zorunda kalıyor. En azından bu figürleri yaparken ben bunları yaşadım. Yaptığım şeyler karşısında, bu heykellerin benden talep ettikleri karşısında şoke oldum.
Sizi en çok ne şoke etti?
Bu konuya çok girmeye gerek yok ama heykellerin beni oğluma karşı, oğlumun ölümüne karşı sorumluluğumla bir nebze yüz yüze getirdiğini hissettim. Bu içimi kemiren ama bir türlü tam ulaşamadığım bir şeydi. Bu çok ağır bir konu; ama son derece masum ve zararsız bir oyun olarak başlayan projenin ilerledikçe çok, çok karanlık ve zor yüzleşmeler içeren bir şeye dönüştüğünü söyleyebilirim.
Bu, Şeytan’ın hikâyesine de yansıyor; Şeytan saf bir çocuk olarak uyanıyor, sonra yaşı ilerledikçe hayatı daha karanlık bir yöne gidiyor. “Devil in Remorse”da (Şeytan Vicdan Azabı Çekiyor) o parlak kırmızı sizin üstünüzde görmeye alıştığımız koyu siyaha dönüşüyor, ayrıca seri “Devil Forgiven”la (Şeytan Affediliyor) bitiyor. Affetmeyi bir erdem olarak mı görüyorsunuz?
Eksiklerimizi ya da daha dinî bir ifade kullanmak gerekirse günahkâr doğamızı görüp kabul etmezsek hayatımızdaki güzellikleri göremez oluyoruz. Affetmeyi, birbirimize merhamet göstermeyi başaramazsak yolumuzu kaybederiz bence. Affetmek bir erdem değil; affetmek, insan türü olarak en temel özelliklerinden biri. Birbirimize merhametli davranmazsak, hepimizin bir şekilde yaralı olduğunu anlamazsak, herkesin büyük iyilikler ve büyük kötülükler yapabileceğini kabul etmezsek, işte tam da o zaman birbiriyle savaşan kabilelere ayrılıyoruz.Dünyada olan bitenden hepimizin bir şekilde suçlu olduğunu anlarsak, o zaman birlik olma ihtimalimiz var.
Affetmek için kendinizden bir şeyler vermeniz gerekiyor. Affetmek zayıflık değildir. Affetmek hayatta yapabileceğimiz en zor şeylerden biri; bundan daha zor olan ise af dilemek.
Figürleri yapmaya başlarken aklınızda bir anlatı olmadığını söylediniz ama şu an bir hikâye anlatıyorlar. Kronolojik sırayla çalışmaya başlamadıysanız bu hikâye hangi noktada ortaya çıkmaya başladı?
İlk yaptığım Şeytan ile denizciydi. Aklıma ilk gelen fikir buydu ve kronolojik bir hikâye olarak düşünmemiştim, sadece yapabileceğim bir şey olarak görmüştüm. Üstünde çok fazla durmadan sadece Şeytan’ın baştan çıkardığı bir denizci yaptım. Küçük bir adaklık altarda oturuyordu, herkes adaklık altarlarda oturuyordu, sonra her iki yöne ilerlemeye başladılar. Bir tane de Şeytan’ın küçük bir çocuk olduğundan yapabilirim, dedim. Ama son beş tanesini en son yaptım:Evlendiği, bir çocuk öldürdüğü, dünyadan ayrıldığı, her şeyin daha karanlık bir havaya büründüğü son beş taneyi.
Şeytan’a hayat yolculuğunda denizci dışında birçok hayvan da eşlik ediyor, tavşanlar ve maymun gibi. Bunlar sizin için neyi sembolize ediyor?
Hikâyede denizci, Şeytan’a dünyayı gösteriyor; ama aslında sadece neşeli bir denizci o (gülüyor). Benim yapmak istediğim tüm bunları sembolik olarak en bariz biçimlerde kullanmaktı. Bu heykellerde özellikle sır aşamasında Edvard Munch’un resimlerinin, onun renklerindeki sembolizmin çok etkisi var. Munch, renkleri çok açık ve basit biçimlerde kullanıyor; örneğin kıskançlıktan bahsederken yeşili seçiyor ya da şiddet için kırmızıyı kullanıyor. Munch’un sembolizminde çok güzel bir netlik var bence. Heykellerimde bu açıdan Munch’tan çok etkilendim; renkleri çok basit, hatta çocuksu bir biçimde çok sembolik. Örneğin küçük çiçekler duruma göre kan damlalarına benziyor ya da altın rengi tavşanlar hayatı, doğurganlığı, vaadi temsil ediyor. Şeytan atının üstünde savaşa giderken tavşancıklar onu çiçek tarlalarında takip ediyor, Şeytan savaştan dönerken ise durum değişiyor; kan ve kurukafaların ortasında ilerliyor. Şeytan’ın eşi elinde küçük tavşanlar tutuyor, bu benim için onun olgunluğunu ya da doğurganlığını temsil ediyor.
Şeytan’ın savaştan dönmesi hikâyenin tonunun değiştiği bir kırılma noktası. Sizce değişim bizi neden bu kadar korkutuyor? Neden her seferinde savaştan dönen Şeytan gibi dünyadan uzaklaşacağımızdan korkuyoruz?
Evet, bence bazen gerçekten de savaştan dönen Şeytan’ın yaşadığı değişimi yaşıyoruz. Toplumumuzda patolojik bir yenilik ihtiyacı var; sürekli ilerlemeye, insan olmanın güzelliklerini kaçırma pahasına ilerlemeye ihtiyacımız var. O yüzden ben gelişimin her zaman insan türü olarak ortak yararımıza olduğunu düşünmüyorum. Ama benim değişime yaklaşımım şöyle; her zaman farklı şeyler yapsam da, örneğin müziğim her seferinde farklı olsa da belli bir fikir çerçevesi içinde kalıyorum. Temelimi değiştirmeden aynı fikirlerin etrafında farklı biçimlerde döndüğümü söyleyebilirim. Yani, emin değilim sanırım... Değişim herhalde her seferinde iyiye gitmediği için korkutucu geliyor bize. Değişim ya da sözgelimi gelişim, bazen bir canlı türü olarak yararımıza olmayabiliyor.
Son olarak Raymond Carver’ın bir şiirinden alıntı yapmak istiyorum: “Kalanların da beklentisi olmalı gelecekten. Yaşlanıp her şeyi ve herkesi kaybederken.” Gelecekten beklentileriniz nedir, seramik yolculuğu devam edecek mi?
Az önce bahsettiğim gibi, ileriyi düşünen zihin sürekli geleceğe bakıyor ve şimdiki zamanla ilgili patolojik bir tatminsizlik duyuyor. Ben böyle hissetmiyorum. Ben şimdiki zamanı çok seviyorum. Olduğum yeri ve hayatımı olduğu gibi seviyorum, bu açıdan elimdekilerle mutluyum. Yani hırslı değilim, sürekli daha iyi bir hayat ya da daha iyi bir dünya için geleceğe bakmıyorum. Hayatlarımızda ve dünyada düzeltmemiz gereken birçok şey var. Dünyada birçok sorun var ama günümüze dair hissedilen bu tatminsizlik toplum olarak en büyük sorunlarımızdan biri. Gelecekten beklentim nedir, bilmiyorum. Sadece mutluyum. Genel olarak içinde bulunduğum andan memnunum.
Ama hikâyeler anlatmaya devam edeceğinizi umuyorum.
Evet, yaptığım şeyi çok seviyorum, müzik yapmayı seviyorum, seramik yapmaya devam etmek istiyorum; (gülüyor) yani bu açıdan gelecekten çok beklentim var.
• Nick Cave, The Devil—A Life, 5 Nisan-11 Mayıs tarihleri arasında Belçika, Brüksel’de Xavier Hufkens’da görülebilir.