Kültür, insanlar arasındaki iletişimin ve etkileşimin zeminidir. Kültür varlıkları üzerindeki tahakkümler ise toplumsal hiyerarşilerin tesisine ve idamesine katkıda bulunurlar.Hazinelerin, ganimetlerin ve tarihî eserlerin kamusal erişime açılması, tarih boyunca kurumsal hiyerarşilerin idaresinde biçimlenmiştir. Modern müze üzerine yazmaya başlayan herkes, Rönesans’ta ortaya çıkan Nadire Kabineleri’ne döner ve sömürgecilik, oryantalizm ve kültür emperyalizminden oluşan bir kavram setiyle çarpışır. Bu anlayışlar, bugün artık akademik aklın ve politik doğruculuğun çoktan çekmecelere kilitlediği eski mektuplar olsa da müze gündeliğinde hâlâkendilerine müdahale alanları bulurlar. Seçkin fontlar ve tevazuya işaret eden renk skalalarıyla sarmalanmış küresel müzecilik, tüm vakarına rağmen aklanmış değildir.
Zihin haritamda 1982 tarihli UNESCO México Deklarasyonu’na batmış bir iğne var. Deklarasyon, kültürün üretildiği toplum içinde güçlü bir etkenolabildiği ve diyaloğu güçlendirdiği ölçüde değerli olduğunu ortaya koyduktan sonra, kültür varlıklarının ve kültürel üretimlerin yaşatılması, korunması ve erişilebilirliği küresel kültür politikalarına ait metinlerde ve kültürel çeşitliliği garanti eden sözleşmelerde neredeyse kök saldı. Kültürün ulus devletlerin himayesinde bir ilkeler bütünü olarak ele alınmasının sonu geldi diyemeyiz ama onayönelik uluslararası ilgi kültür-demokrasi ilişkisine odaklandı. Bu yıllar dünyadaki kültür varlıklarının ve kültürel değerlerin toplumsal etkilerinin ve ekonomik değerlerinin arttığı yıllar oldu. Giderek endüstrileşen kültürel faaliyetlerin hacmi büyüdü. Büyümeyle birlikte kültürün ekonomik bir mübadele alanı olarak iktidar kaynağı ve toplumsal tabakalaşmanın zemini haline geldiğine ilişkin keskin eleştiriler de dile getirildi.
Erken dönemlerinden itibaren Batılı normları esas alan Türkiye müzeciliği de tüm bu gelişmelerden nasibini aldı. Bugün kültürel mirasa dair evrensel düzlemde değerler üreten bir topluluğun parçası ve uluslararası sözleşmelerin bağlayıcılığını kabul ediyor. Diğer taraftan yerel paydaşların ortak iradesinden doğan taleplere cevap vermek konusundaki hassasiyetleri gözettiğini de söyleyebiliriz.Peki, bu noktaya nasıl gelindi?
Bizans İmparatorluğu’nda, Anadolu Selçuklu Devleti’nde ve Osmanlı İmparatorluğu’nda eski yapılardan toplanan mimari eser parçalarının, yeni yapılarda ve farklı bağlamlarla kullanılması pratiği bir düzeyde kamusallık yaratmıştı. İtibar yapılarında ve kent surlarında kullanılan devşirme parçalar böylelikle korunmuş ve geniş kitlelerin gündelik hayatıyla buluşmuşlardı. Osmanlı’da padişahların özel koleksiyonlarına alınmayan eserlerin teşhir edildiği ve başlangıçta yalnızca sultanın ve konuklarının ziyaretine açık olan yapıların zamanla yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine açılması, kapalı tutulan kültür varlıklarına erişimi olanaklı kılması bakımından dikkate değer bulunur. 1852 yılına gelindiğinde, Aya İrini Kilisesi’ndeki eski silah ve tarihîeserlerin sergilendiği koleksiyonun bir parçası olanyeniçeri mankenleri, At Meydanı’nda bulunan bir çadırda teşhir edilmiş, halk için erişilebilir hale gelmişti. Osmanlı’da müze fikrinin yerleşmesinin, vatandaşlıktan doğan hakların ve bu hakların korunmasına yönelik sorunların tanımlandığı Tanzimat döneminde gerçekleşmesinin rastlantı olmadığı anlaşılıyor. Müze-i Hümayun’un Tanzimat’ın eşitlikçi ve ilerlemeci amaçları doğrultusunda hem kendi vatandaşlarını hem de yabancı ziyaretçileri Osmanlı kültürel mirasıyla yeni tür bir ilişki içine sokan kültürel bir hizmet vermek üzere kurulduğu düşünülüyor.
1916 ile 1920 yılları arasında Esliha-i Askeriye Müzesi önünde mehter takımı her gün müzik icra edermiş. Müze girişinin yanında bulunan bir odada film gösterimleri yapılırmış ve bu gösterimlere de mehter takımının çaldığı müzikler eşlik edermiş. Sihirbazlar ve şarkıcılar da müzede etkinlikler düzenlermiş. Müze ziyaretçisi olmayanlarla da ilişki kurarmış: Mehter takımının çeşitli yerlerde günlük müze programının dışında, gaziler ve sığınmacılar yararına konserler verdiği biliniyor. Yaralı askerleri neşelendirmek için hastane ziyaretleri bile yaparlarmış. Tüm bunların yanı sıra müzede ziyaretçilerin deneyimlerini aktardıkları bir defter bulunurmuş. Müzeciliğimizin erken evresinde müze ziyaretçileri ile müze anlatısı arasında bir iletişim zemini aradığı çok açık. Koleksiyonu tanıtmak, potansiyel ziyaretçilerin ilgisini çekmek için etkinlikler düzenlemek ve sivil toplum yararına faaliyetlerde bulunmak gibi uygulamaların aslında oldukça eski pratikler olduğu görülüyor.
Öte yandan Batı’da modern yurttaşlık bilincinin ve kamusallığının oluşumunu destekleyen başat kurumlardan biri olan müze, Osmanlı’da hiçbir zaman aynı etkide bir kültürel güç odağı haline gelmedi. Osmanlı müzeciliği imparatorluğun sahip olduğu kültürel çeşitliliği Batılı teşhir pratikleriyle hizaya sokabilmiş ve çeşitli kamusal etkinlikler aracılığıyla toplumla etkileşime girebilse de bütünsel bir kültür politikasının oluşumunda rol almadı. Ülkenin düşman işgaliyle mücadele ettiği yıllarda ise kültür varlıklarının zarar görmesinin ve kaybının adeta bir travma etkisi yarattığı söylenebilir. Elbette bu durum tarihî eserlerin korunması bilincinin güçlenmesine ve bu alandaki faaliyetlerin hukuki düzenlemelerle çerçevelenmesine sebep oldu.
Cumhuriyet döneminde ise müzelerin kültürel aktarım ve dolaşım alanları olarak toplumsal hafızanın biçimlendirilmesine yönelik potansiyeline dair bir bilinç uyandı. Müze sayılarının artırılması ve daha önce kurulmuş müzelerin geliştirilmesi hükümet programlarında yer alması bundan kaynaklanır. Bu dönemde müzeler, şanlı tarihin görselleştirildiği mekânlar olarak, devletin ulus kimlik inşasına katkı sağlayan bir eğitim misyonu da yüklendi. 1923 yılında Ankara’da milli bir müze kurulması, buna bağlı olarak Etnografya Müzesi’nin açılması ve Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin yeniden ele alınması kararı, milli eğitim sorununu incelemek üzere toplanan birinci Heyet-i İlmiye toplantısında alındı. 1945 yılında Köy Enstitüleri’nin de kurucusu olan Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, müzelerin başlı başına bir okul sayılabileceğine ilişkin görüşlerini ifade ederek, eğitim misyonunun çerçevesini ülkenin her yaşta vatandaşları başta olmak üzere tüm insanlık olarak genişletti. İlerleyen yıllarda Kültür Bakanlığı kurularak müzeler bu kuruma bağlandı, çok sayıda yeni müze kuruldu.
Korumacı reflekslerin baskın olduğu bu evrede, kültür varlıklarının kamusal erişime açılma biçimleri devletin denetimine tabi olduğu ve kültüre erişim mekanizmalarının demokratikliğinin pek tartışma konusu olmadığı anlaşılıyor. Kamusal bir otorite anlayışıyla yönetilen müzelerde, kültürel miras bu doğrultuda ve çoğunlukla uzmanlar tarafından yorumlandı. Turistik alanlarda bulunmuyorsa fazla gezilmeyen bu müzeler ziyaretçi etkileşimi konusunda yetersiz kaldı. Öğrencilerin müfredat gereği götürülüp üstünkörü gezdirildiği yerler olarak eğitim alanındaki katkıları da istenilen ölçekte gerçekleşemedi.
21. yüzyılın başında, Batılı kürsülerin müzeciliğin kültürel çeşitliliği kapsama konusundaki yetersizliğini çoklu perspektiflerden eleştirdiği dönemde, müzeler ve uluslararası müzecilik örgütlenmeleri, ziyaretçi odaklı müzecilik anlayışlarını benimsemeye başladılar. Katılımcılığı, kapsayıcılığı ve eşit erişimi odağına alan ziyaret deneyimleri geliştirmeye çalıştılar. Koleksiyon üzerindeki bilimsel çalışmaları ulusal ve uluslararası toplumla paylaşan yayınlar yaptılar. Sivil toplum paydaşlarıyla birlikte yürütülen ve sosyal politika alanlarıyla kesişen projeler gerçekleştirdiler. Kamu yararına düzenlenen müze eğitimi faaliyetleriyle kültür politikalarına yön veren aktörler olarak yeniden yapılanmaya çalıştılar. Günümüzde dünyanın öncü müzeleri için hegemonik ve otoriter birer kültürel güç odağı olmayı reddettiklerini söyleyebiliriz. Peki, biz ne durumdayız?
Türkiye’de Kültür Bakanlığı tarafından kurulan devlet müzeleri ve bakanlığa bağlı özel müzelerin çoğunda süregelen koruma odaklı travma müzeciliği, eserleri müzeciliğin merkezine yerleştiriyor. Ziyaretçiler ise bariyerleri geçince hemen ikaz edilen pasif özneler olarak oradalar. Müzelerin eğitim kurumlarıyla ilişkisi de benzer biçimde sürüyor. Akademik işbirlikleri nadiren gerçekleşiyor. Müzelerde eserlerin katılımcı yöntemlerle yorumlanmasını sağlayacak nitelikli uzmanlara, mekân düzenlemelerine, mali çerçevelere ve çalışma yöntemlerine yer verilmesi istisna pratikler. Müzecilik faaliyetleri koruma ve işletme ekseni arasında sıkışmış durumda. Ziyaretçilerin müzeye katılımı “kurum tarafından önerilen etkinliğe profesyonel kültür tüketicileri olarak katılma” biçiminde oluyor. Teşhir alanlarına multimedyalar ve düğmeler ekleniyor, boş zaman müşterileri için kurum saygınlığına gölge düşürmeyecek eğlence hizmetleri müze alanlarına entegre ediliyor. Yenilenen teşhir ve tanzim projelerinde eğitimsel mazeretlerle çeşitlendirilmiş interaktif uygulamalar, artırılmış gerçeklikler ve görsel-işitsel anlatılar baskın öğeler olarak karşımıza çıkıyor. Öte yandan bu tip uygulamaların entelektüel yönden indirgenmiş içeriklerle yüzeysel deneyimleri öne çıkardıkları da bir gerçek. Ziyaret deneyimi kişisel gelişim vaat eden boş zaman etkinlikleri önermenin ötesine geçmiyor. Müzeler kültürel hakların kullanımına zemin oluşturmak, toplumsal uzlaşı ve diyaloga katkıda bulunmak gibi kültür yaşamını belirleyen alanlarda etkin değiller. Peki, müzeciliğimiz demokratikleşebilir mi?
Toplum temelli demokratik mekanizmalarla yönetilen, cinsiyet eşitliğini gözeten katılımcı pratikler geliştiren, önyargılara kuşkuyla yaklaşan ve alternatif yöntemlere açık bir vizyonla evrensel düzlemde kültürel değerler üretebilen bir müzeciliğin önünde siyaseten engeller olduğu su götürmez. Ziyaretçilerle kültürel miras odağında diyalog, sorgulama ve sorunsallaştırma yoluyla derinleşen bir kültürel bağlantının sürdürülmesi gerektiğini kabul etsek de mirasın yorumlanmasında rol almalarını sağlayan ve yeni kültürel anlamlar yaratma süreçlerine katılmalarını teşvik eden mekanizmalarımız bulunmuyor. Müzeler çoğunlukla biraz sergi salonu, biraz kütüphane, biraz üniversite ve biraz çocuk merkezi gibi çalışıyor. Her şeyden biraz. Halbuki müze uzmanlarının, ziyaretçilerin, üniversitelerin, okulların, çeşitli kültür kurumlarının, medyanın, sivil toplum paydaşlarının, sanatçıların, siyasetçilerin ve diğer kültür aktörlerinin oluşturduğu üretken bir topluluktan yeni bir pratik doğabilir. Müzelerin, ziyaretçileri birbirleriyle ilişkili kolektif bir varlık olarak, koleksiyonlarla ve süreçlerle nitelikli bir etkileşime teşvik edebilmesi; kültürel bir ağ oluşmasında arabulucu rol üstlenebilmesi mümkün. Müzelerde yaşanan kültürel karşılaşmalardan doğan ve paylaşılan deneyimler ise çeşitliliği yaşatan kültürel üretimlerin çoğalmasının ve mirasın nesilden nesle sağlıklı bir biçimde aktarılmasının demokratik yolu olabilir.