Yaşamı sürdürmenin temeli olduğunu hatırladığımızda yemeğin, antik dönemden itibaren görsel kültürde yer bulması, günlük kullanımından ritüellerdeki yerine dek sanatçılar tarafından sayısız kez tasvir edilmesi hiç de şaşırtıcı değil. Avrupa resminde Ortaçağ’dan başlayarak dinî içerikli ya da alegorik anlatılarda kimi zaman yiyeceklerin sembolik dilinden, kimi zaman da salt estetik değerlerinden faydalanılıyor. Bu dünyanın geçiciliğinin vurgulandığı bir 17. yüzyıl resminde yiyecek ve içecek erdemleri, dinî ya da ahlaki değerleri ifade etmek için birer simge olarak kullanılıyor, ekonomik refahın veya rafine zevklerin göstergesi olarak natürmortlar ve ziyafet sahnelerinde yer buluyor. Modern dönemin başında empresyonist ressamların kent yaşamını, kafelerdeki ve sayfiyedeki buluşmaları konu alarak kendi hayatlarından kesitler sundukları resimlerinde de çoğu kez sofralara yer veriliyor. İki dünya savaşının ardından, 1950’lerde, gündelik nesneleri tüketim kültürü eleştirisi olarak ele alan pop art’ın temsilcileri, geniş kitleler tarafından yenilip içilenlerin resimlerini, devasa boyutta heykellerini, bir anlamda portrelerini yapıyorlar.
Çağdaş sanatta kurulan sofra örneklerinin öncüsü olarak 20.yüzyılın başındaki fütürist sofralara bakılabilir. 1908’de fütürizmin ilk manifestosunu yazan şair ve edebiyatçı Filippo Tommaso Marinetti 1930’da mutfak üzerine bir metin, 1932’de de La Cucina Futurista’yı (Fütürist Yemek Kitabı) yayımlıyor. Kitapta, klasik İtalyan yemeği makarnaya adeta savaş açılıyor, ütopik yemek tarifleri ve pişirme teknikleri öneriliyor. Fütüristlerin bir araya geldiği ve fütürist yemek tariflerinin uygulandığı ziyafetlerde bu görüşler tartışılıyor; grubun politik amaçları doğrultusunda, İtalyan ulusunun yeme alışkanlıklarının yeniden düzenlenmesine çalışılıyor.
1960’lardan itibaren kimlik, cinsiyet, çevre, iklim ve göç konularını yemek üzerinden ele alan sanatçılar görülüyor. Aralarında fluxus, eatart ve arte povera sanatçılarının bulunduğu Avrupalı ve Kuzey Amerikalı neoavangardlar, sanat projelerine yemeği dahil ediyorlar (Silvia Bottinelli ve Margherita d’Ayala Valva, The Taste of Art [Sanatın Tadı, 2017]). Bu örneklerde eşleşmesi zor malzemelerle pişirilen yemeğin, yenilemezliği daha ön plana çıkıyor. Giderek yemek, sanatın konusu değil, malzemesi haline geliyor. Yemek yeme ya da hazırlama eylemleri olarak performanslar düzenleniyor. Eatart hareketinin kurucusu, Romanya doğumlu İsviçreli sanatçı Daniel Spoerri “tuzak resimler”inden (tablo-pièges) itibaren yemeği yapıtın temel malzemesi olarak kullanıyor (“tuzak resimler”de çalışma masası ya da bitpazarı tezgâhı gibi örnekler de bulunuyor); 1961’de bir galeride “Dikkat: Sanat Eseri” etiketli konserveleri satıyor.“ Tuzak resimleri”ndeyse yemek kalıntılarını, çatal, bıçak ve bardakları masanın üstünde oldukları haliyle sabitleyerek sofrayı bir tablo gibi duvara asıyor. Eatart’ın temellerini atan bu tablolar, sanat tarihinde o zaman dek görülen sofra resimlerinden farklı olarak bir süreci içeriyor ve izleyiciyi belki kısa bir süre önce yemek yiyerek o sofranın bir parçası haline geldiği sanat eserine dahil ediyor. Spoerri’nin “tuzak resimler”inin hazırlığından sonraki adımı, bu tablolardan oluşan serginin yapıldığı galeriyi bir restorana çevirmek oluyor. 1963’te Paris’te “Restaurant de la Galerie J”(Galeri J Restoranı) adını verdiği performansta birkaç gün yemek yapıyor, 1970’teyse Restaurant Spoerri’yi açıyor. İki yıl sonra restoranın hemen üzerinde Eat Art Galeri’yi kuruyor. Gösterilen tüm sanat eserlerinin yenilebilir veya yemekle ilgili olması gereken bu galerideki etkinliklerin bir kısmı, izleyicilerin de katılım gösterdiği performanslardan oluşuyor.
Sanatın yemekle ilintili efsaneleşmiş örneklerinden biri de Food adlı lokanta oluyor. Gordon Matta-Clark ile Caroline Goodden bu lokantayı 1971’de New York, SoHo’da açıyorlar. “Müşteri”lerin mimarlık ve sanat çevresinden olduğu, salt yemek için değil, yemeği hazırlamak için orada bulundukları Food’da, getirilen bir malzeme tencereye atıldıktan sonra ortaya çıkan yemeğin nasıl olabileceğine dair fikirler geliştiriliyor, deneyler yapılıyor. Bir sosyal etkileşim alanı da olan bu mekân, sanat galerisinin sanatın sunulduğu alternatif bir yer olarak kimliğinin sorgulanmasına da yol açan örneklerden (The Taste of Art).
İzleyiciyle gerçekleşen eylemler
1990’larda, izleyicinin de katılımıyla birlikte, karşılıklı eyleme dayanan bir model olan katılımcı sanat örnekleri daha fazla öne çıkıyor, hatta Nicolas Bourriaud’un İlişkisel Estetik kitabında da ifade ettiği gibi, seyircinin katılımı sanat pratiklerinin neredeyse değişmez unsuru haline geliyor. Claire Bishop’ın Yapay Cehennemler kitabındaki tanımından da anlaşıldığı gibi, katılımcı sanatta sanatçı, artık sadece nesne üretmekten uzaklaşıyor, sanat yapıtı bir süreç, bir proje halini alıyor, daha önce izleyici olanlar da katılımcı olarak konumlanıyorlar. Katılımcı sanat örnekleri arasında ele alabileceğimiz yemek pişirme performansları da sadece sanatçı tarafından izleyiciye yemek sunulan değil, izleyiciyle gerçekleşen eylemler. Yemeğin bir araya getirme, kişiler arasında bağ ve ilişki kurma fonksiyonları katılımcı pratiklerle uyumlular. Bu üretim biçimiyle öne çıkan sanatçılardan Rirkrit Tiravanija, yemekle ilişkili performanslarından ilkini New York’taki Paula Allen Galerisi’nde “Pad Thai”la (1990) başlatıyor (sanatçı bu performansı daha sonra başka galeriler ve müzeler için de çok kez tekrarlıyor). Tiravanija, 1992’de New York’taki 303 Galeri’yi geçici mutfağa çevirdiği Untitled (Free)(İsimsiz [Ücretsiz]) sergisinde Tayland usulü sebzeli köri hazırlıyor ve isteyen herkese ücretsiz olarak servis ediyor. Bu şekilde yemek, sosyal etkileşim için bir ortama vesile olurken yemek yiyenler de sanat eserinin aktif katılımcıları haline geliyorlar.
Sergi mekânında izleyicileri karşılayan sofralardan biri de Sarkis’in, 1995’te gerçekleşen 4. İstanbul Bienali yerleştirmesi. “Pilav ve Tartışma Yeri” adlı yerleştirmede yuvarlak oturma düzeninin merkezindeki kazan içinde nohutlu pilav yemeği, kazanın üzerinde de “Pilav ve Tartışma Yeri” yazan neon avize yer alıyor. İzleyiciler nohut pilav yiyerek kazan/sofra etrafında toplandıklarında hem yerleştirmeyle hem de diğer katılımcılarla diyaloğa girmiş oluyorlar. Yerleştirme, izleyiciyi katılımcı olmaya davet ederken, yuvarlak yemek masası formatına yakın oturma düzeniyle tüm katılımcılara hiyerarşiden azade bir oturma/katılım sağlıyor, aynı zamanda oldukça mütevazı, hemen herkesin ulaşabileceği bir yemek çeşidi vesilesiyle de eşitleyici bir ortam sunuyor.
Çalışmalarında gıdanın kültürel, sosyopolitik ve ekolojik yönlerini araştıran, yiyeceklerin fiziki şartlardaki dönüşümü, fermantasyon ve süreç (örneğin Placing what surrounds us into the inside of us[Etrafımızı saran şeyleri içimize koymak, 2019] adlı proje) konuları üzerine yoğunlaşan sanatçılardan Inês Neto Dos Santos’un Tender Touches (Hassas Dokunuşlar) adlı sergisi bir sanat kafesi olarak tasarlanıyor. Londra merkezli Open Space’in kurucu direktörü Hüma Kabakçı’nın eş küratörlüğüyle 2019’da gerçekleşen, yiyeceklerden çatal bıçaklara ve mobilyalara kadar galeri mekânındaki her şeyin sergiye ait bir iş olarak tasarlandığı projede Santos, söz konusu kafeyi işletiyor ve her hafta değişen menü için kendisinin ve katılımcı sanatçıların pratiğinden ilhamla yemek pişiriyor. Her ne kadar kafeye dönüştürülse de yemek aracılığıyla bir araya gelen ve çalışmaya dahil olan izleyiciler, alışıla gelmiş bir yemek mekânının dışında yiyecekleri tadıyorlar. Sergi, bir yanda da tat alma, koku ve işitme duyularının bir arada deneyimlendiği bir süreci içeriyor. Bu yönleriyle etkinlik, sanat tarihinde duyuları temsil eden alegorik resimlerdeki yiyecek ve içeceklerin rolünü üstlenmiş gibi görünüyor. Ama bu kez izleyici, bu duyuların resmine bakmak (izleyici olmak) yerine kendi katılımı sayesinde hayata geçen bir sanat yapıtının başrolü oluyor. Aynı zamanda kafeye dönüştürülen galeriye bakıldığında, yemek içerikli bu etkinlik sergi mekânlarının dönüşümünü de sorguluyor.
Open Space’in yemek odaklı bir başka sergisi olan I Have EatenIt (Yedim), Kabakçı ve sanatçı Laura Wilson’ın küratörlüğünde Şubat 2022’de açılıyor. Batı Londra merkezli bir yardım kuruluşu olan Refettorio Felix’in mutfağı dört hafta için devralınıyor. Savunmasız ve bakıma muhtaç kişiler için dokuz sanatçı tarafından bir ay boyunca mevsim sebze meyveleri ve atık gıdalardan kişiye özel haftalık yemekler hazırlanıyor.
Performansın parçası olarak yemek
Tarihsel bellek, kültür ve politik konular üzerine çalışan TUNCA da yemekle ilişkili işler geliştiriyor. 2014’te İstanbul’daki kişisel sergisi Desire’da (Arzu) 20. yüzyılın önemli siyasi liderlerinin 12’siyle ilişkilendirilmiş yemek imajlarını içeren resimler yapıyor: SSCB’de bir fabrika kantininde dev Lenin freski önünde yemek yiyen iki işçi ya da Çin yemeği yerken önünde kola şişesiyle Fidel Castro figürü gibi. Sanatçı bu sırada aşçılık eğitimi alıp bu resimlerdeki yemekleri uyguladığı bir video serisi hazırlıyor. 2018’de Tel Aviv’de gerçekleşen Table Manners: A Feast of Visual Arts, Theater and Culinary (Sofra Adabı: Görsel Sanatlar, Tiyatro ve Gastronomi Şöleni) adlı, sanat ile yemeği bir araya getirdiği sergide bir yemek pişirme performansı gerçekleştiriyor. Burada Desire’da yer alan, “Nikita Kruşçev’in Favori Yemeği Borş Çorbası’’nı sergi mekânına kurulan mutfakta hazırlayarak izleyicilere sunuyor.
Çalışmalarında ağırlıklı olarak kimlik ve göç konularına eğilen, ABD’de yaşayan Iraklı Michael Rakowitz, 2003’te başlayıp halen sürdürdüğü “Enemy Kitchen” (Düşman Mutfağı) adlı işinde yerinden edilme konusuna odaklanıyor. Iraklı Yahudi annesinin yardımıyla derlediği Bağdadi yemek reçetelerini ortaokul ve lise öğrencileri de dahil olmak üzere farklı kitlelere öğretmeyi amaçlıyor. Bu yiyeceklerin öğrencilerle birlikte hazırlandığı ve yenildiği performanslarıyla Irak üzerine konuşmayı mümkün kılabilmek için alternatif bir yol olurken temel kültürel unsurlardan olan yemeği kullanıyor. Rakowitz bu projedeki gelecek hedefleri arasında Irak yemeklerinin New York devlet okulu kafelerinin menülerine dahil edilmesinin yer aldığından bahsediyor.
İzleyicilerin sofraya davetli olduğu bir başka örnekte de Işıl Eğrikavuk’un “Pluto’s Kitchen” (Plüton Mutfağı) performansı, kültürel kimliğin yemek politikalarıyla kaçınılmaz ilişkisine dikkat çekiyor. Plüton’un gezegen sisteminden ayrılışı (NASA tarafından önce gezegen kategorisinden çıkarılması, daha sonraysa “cüce gezegen” olarak yeniden gezegen kategorisine girmesi), İngiltere’nin Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılması ve kişisel bir ayrılık öyküsü, performansın çıkış noktaları oluyor. Bu bağlamda Eğrikavuk’un performansında yemek masaları etrafında toplanan izleyiciler, bazısı kalp kırıklığı üzerine bazısı Plüton’la ilgili yazılmış, içlerinde Muhafazakâr Parti lideri Theresa May’in Brexit konuşmasından alıntılar da bulunduran mektupları dinliyorlar. Oyuncular tarafından bir parodi eşliğinde mektuplar okunurken Eğrikavukile Norveçli şef Vidar Bergum’ın hazırladıkları menü izleyicilere servis ediliyor. Bu kez yemek, sadece katılımcıların paylaşımına sunulan bir gıda ürünü değil, performansın parçası olarak yapılan bir tasarıma dönüşüyor: Bitki içinde yetişen bir turta, buzlaşmış bir peynir, turşulanmış sebzeler gibi yemekler buz, toprak, yeşerme ve yok olma aşamalarını temsil ediyor. Bir ilişkinin başlangıçtan sona ermesine kadar süren aşamaları gibi, önce buz, sonra toprak, sonra yeşillenme ve büyüme, sonra tekrar yok olma anlatılıyor bir bakıma. İzleyiciler yemek yemenin dışında konumları değişen bir ülke ve bir gezegenin, kültürel değişimlerinin nasıl olabileceği ve bunun mutfağa nasıl yansıyabileceğini deneyimlerken, oyuncuların da zaman zaman sofraya oturmasıyla herkesin performansın içine dahil olduğu, izleyicinin de aktif olduğu bir süreç yaşanıyor.
Işıl Eğrikavuk’un Berlin Sanat Üniversitesi’nde (UdK) yüksek lisans öğrencileriyle yürüttüğü The Other Garden (Öteki Bahçe) adlı süreç temelli projesiyse üniversite binasının arkasındaki boş alanda bir bahçe kurma fikriyle gelişiyor. Bu sanatsal araştırma projesiyle yabani ve Almanya’ya başka coğrafyalardan getirilen bitkilerin yetiştiği, biyolojik çeşitliliğe sahip bir bahçe yaratılması amaçlanıyor; aynı zamanda ekoloji, çevre ve çeşitlilik konularının ele alındığı konferans serileri düzenlenerek bir tartışma ortamı oluşması hedefleniyor. Diğer yandan The Other Garden toplumda yeterince temsil edilmeyenleri, özellikle kadınları, LGBTQIA+’ları ve beyaz olmayanları da görünür kılmayı amaçlıyor. Proje kapsamındaki konferans serilerinde kimi zaman bahçede yetiştirilen bitkilerin de kullanıldığı yemekler pişirilerek bir sofra etrafında bir araya geliniyor. Devam eden bu sanatsal araştırma projesi doğrudan bir sofra kurmayı hedeflemese de, proje kapsamında kurulan sofralar yemeğin birlikte araştırmaya, düşünmeye ve üretmeye vesile olduğu bir örnek.
Yemek 1980’ler, 1990’lar ve sonrasında çağdaş sanatın değindiği konuların, kimi zaman da toplumsal sorunların incelenmesine kaynaklık ediyor. Yaşamı sürdürmenin merkezindeki bir kavram olarak yemekle ilgili çalışmalar tuval resmi, enstalasyon, video ve performanslarla sürdürülüyor. Bir yandan da yemeğin, izleyiciyi sanata dahil etme konusundaki elverişliliği, katılımcı sanat örneklerini özellikle öne çıkarıyor.Yemek ve sanat ilişkisi kültürün yansıması, birleştiricilik (sofralar ve mutfaklar örneği), tüketim alışkanlıkları, üretim biçimleri, paylaşım, siyasi, ekonomik ve toplumsal meseleler, çevre ve iklim politikaları, aynı zamanda da sanat izleyicisinin durduğu yer ve sanat mekânlarının dönüşümü açılarından değerlendirilebilir. Daniel Spoerri’nin “tuzak resimleri” örneğindeki gibi, sofraya katılan, yemekleri yiyen izleyici sanat eserine dahil oluyor. İzleyen ile sanatı “eyleyen” aynı kişiye dönüşüyor. Burada yemek, aynı zamanda bir araya getiren ve paylaşımı sağlayan bir araç. “Nikita Kruşçev’in Favori Yemeği Borş Çorbası”ya da “Enemy Kitchen” performanslarında ise tarihsel, kültürel ve politik özellikleriyle sanat eserine kaynak oluyor. Kimi zamanda yemek bir sanat eserinin ana teması olarak öne çıkmayabiliyor ancak ekoloji, çevre ve çeşitlilik konularının temel alındığı The Other Garden projesinde olduğu gibi, tartışma ortamı bir sofra etrafında oluşturuluyor. Yemek, resim konusundan sanat malzemesine dönüşme süreci boyunca sanatçıların ele aldıkları kavram ve konuları ifade etmenin aracı oluyor.