Fransız sanatçı Mireille Blanc, sıradan olandan yola çıkıp gerçekliği soyut hale gelecek denli çarpıtarak yarattığı resimleriyle öne çıkıyor. Günlük yaşamın “sıkıcı” temaları Blanc’ın sanat pratiğinde şaşırtıcı ve büyüleyici bir hal alıyor. Blanc, fotoğraflarla çalışıyor; önce bilgisayarda, sonra baskı üzerinden manipüle ettiği fotoğrafları resmederken “tüm filtreleri”, bandı, ışık izlerini, boya lekelerini, kazaları görünür kılıyor. “Bu sayede öznelerimi uzaklaştırıyorum ve özne ile izleyici arasındaki bir gerilim ortaya çıkıyor,” diyor.
Geçtiğimiz haziranda THE PILL’de Far from the Pictures (Resimlerden Uzakta) adlı kişisel sergisi açılan Blanc, kasıma kadar Fondation Carmignac’ın Porquerolles adasındaki The Infinite Woman (Sonsuz Kadın) adlı karma sergide yer alıyor. Küratörlüğünü Alona Pardo’nun yaptığı ve 80’den fazla eser içeren sergi, “kadınların temsilinde efsane ve canavar fikirlerini ele alıyor.” Black ayrıca 19 Eylül günü, Musé d’Orsay’de izleyicilere sanatçılarla tanışıp sohbet etme fırsatı tanıyan “Ressamlar Günü” etkinliğine katılacak. (Yolunuz Paris’e düşerse katılmak için buradan bilet alabilirsiniz.)
Gündelik hayatın kaosu içinde dinginliği, sıradanlığı içindeyse curcunayı bulan Blanc’la nesnelerin tuhaflığını, pastanın kültürel mirasını, fotoğrafların içinde kaybolmayı ve İstanbul’un ilham vericiliğini konuştuk.
Bir söyleşinizde belirttiğiniz gibi, çalışmalarınızda “sıradan, tanıdık, hatta sıkıcı konular” üzerinden gündelik hayatı işliyorsunuz. Gündelik konularınız arasında ev içi hayatı ele alışınız dikkat çekiyor. Kek ve pastalar, kâğıt havlu rulosu, bir dizüstü bilgisayara takılı kablolu kulaklık ve benzerleri neredeyse bir mutfak masasının kataloğunu andırıyor. Ev yaşamının bu uçucu görünen sahnelerinde çarpıcı bulduğunuz şey ne?
Gündelik nesnelerde beni büyüleyen şey, bildiğimiz gerçeğin aniden tuhaf ve “görünmez” hale geldiği kırılma noktası: Bakışlarımızı nesnelere odakladığımızda ortaya çıkan tuhaflık hissini seviyorum. Bu, gerçek olanın aniden yeni bir anlam kazandığı ve birincil ve olağan önemini yitirdiği indirgeme olgusudur. Beni çevreleyen şeyler özne haline geliyor. Ayrıca sıradanlık içinde bir tür hakikate ulaşabileceğimizi düşünüyorum. İlk bakışta dikkatimizi çekmeyen, gözümüzden kaçan ama yine de gözümüzün önünde olan şey üzerinde durunca.
Her gün çektiğimiz çok sayıda fotoğrafın içinde kaybolma fikrini seviyorum, aynı zamanda görüntü bolluğu baş döndürücü olabiliyor!
Eserlerinizde tekrar eden çok fazla imge yok ama kek ve pastalar önemli bir istisna. Tekrar tekrar döndüğünüz bu tatlılar sanat pratiğinizin adeta merkez noktası. Bazen bir çocuğun doğum günü pastası gibi neşeli imgeler, bazen kek gibi basit; hatta bazen tensel çağrışımları var bunların. Her “kek” sizin için farklı bir anlam mı içeriyor yoksa hepsi ortak bir çizgi üzerinde mi ilerliyor?
Çalışmalarımda her zaman bana kendini dayatan, fotoğrafını çektiğim ve resme geçmeden önce üzerinde yeniden çalıştığım, yorduğum bir konu var. Bu aslında çok sezgisel bir şey, çalışmalarımda tekrar eden temalar olduğunu sonradan fark ediyorum (pastalar ama aynı zamanda sweatshirt’ler, kitsch biblolar, vb.).
Resim konusu olarak pastalar birkaç açıdan ilgimi çekiyor: Bir yandan kremamsı, macunumsu bir yüzeyi yağlıboya hamuruyla yeniden canlandırma fikri var, örneğin bir krema katmanını yeniden yaratmak... Öte yandan aldatıcı yüzeyler, artefact’lerle ilgileniyorum ve pastalar (özellikle günümüzde) bunun için mükemmel bir örnek: Şeker hamurundan fotoğrafla kaplanabiliyorlar veya tamamen farklı bir formu taklit edebiliyorlar. Yani konu hakkında bir belirsizlik, görünen hakkında bir tür şüphe oluşuyor. Eğer çalışmalarımı sınıflandırsaydık, bu natürmort olurdu. Doğum günü pastaları geçen zamanın ve neşeli bir ânın işaretidir ama aynı zamanda sonu olma fikrini de içerir. Ayrıca benim resimlerimde zaten çoktan bozulup devrilmiş oluyorlar. Çekicilik ve iticilik arasındaki sınırlar, zevk ve kitsch’in sınırları üzerinde çalışmayı seviyorum.
Eserlerinizde başka yiyecekleri de görüyoruz, şekerleme gibi ama aynı zamanda meyve; üzüm, mandalina, muz kabukları. Bunlar bende küçük çocuğuna atıştırmalık hazırlayan/veren bir anne imgesi çağrıştırıyor. Ama diğer taraftan “L’Origine” (Köken) ve “Emporte-pièce (l’avion)” (Kurabiye Kalıbı [Uçak]) gibi tablolar kadın cinselliğini vurguluyor. Çalışmalarınızda annelik içgüdüsü ile kadınlığı dengelemek konusunu biraz açabilir misiniz?
Beni çevreleyen şeylerle, olduğum gibi resim yaptığımı söyleyebilirim. Bir kadın ressam olmak gibi anne olmak da çalışmalarımı elbette etkiliyor. Yakın zamanda “L’Origine” ya da “Emporte-pièce (l’avion)”la yaptığım gibi, kasıtlı olarak cinsel içerikli, yüzlerce yıl boyunca kadınlara yasaklanmış bazı konuları üstlenme özgürlüğünü seviyorum... Uzun zamandır kadınlara atfedilen resim kodlarıyla oynamayı ve onları sarsmayı ilginç buluyorum. Resimlerimin konularını önceden kavramsallaştırmıyorum, bu yüzden annelik içgüdüsü ve kadınlık arasında bir dengeden bahsetmek benim için zor. Tek bir konu ya da seri fikrine karşı çalışıyorum: Olaylar gerçekleşiyor ve resimlerimin oluşmasını tetikliyorlar.
Bir tablonuzda (“Peinture” [Resim]) sosyal medyada izlenirken durdurulmuş bir nail art videosunu resmediyorsunuz. Yakın plan bir görsel bu, tuvali bir ekrana dönüştürüyor sanki. Yani bir ekranın fotoğrafı bir tabloya dönüşüyor, böylece seyirciye ekran içinde ekrana bakıyormuş hissi veriyor. Sizce fotoğraflarla çalışmak sizinle özneleriniz arasına bir mesafe koyuyor mu?
Her zaman fotoğraflardan yola çıkarak resim yapıyorum. Beni ilgilendiren görüntü karakter oluyor. Birbirini izleyen mesafeler oluşturuyorum. Önce bilgisayarda görüntüyü manipüle ediyorum, basıldıktan sonra da karakalem ya da sprey boyayla. Seçtiğim konuyu tüketiyorum, onu artık belirgin olmaktan çıkarıyorum. Başlangıçta hissettiğim tuhaflık hissinin sınırlarını zorluyorum.
Bir sonraki adım, bir görüntüyü yeniden üretmek, stüdyo duvarına bantladığım fotoğrafın kendisini, işlenmiş bir fotoğrafı resmetmek oluyor. Tüm filtreleri görünür kılıyorum: Kadrajlamak için kullandığım bandı, fotoğrafı çekerken ortaya çıkan flaş ve ışık izlerini, boya ve su lekelerini, atölyedeki ufak kazaları, kâğıt kıvrımlarını. Bu sayede öznelerimi uzaklaştırıyorum ve özne ile izleyici arasındaki bir gerilim ortaya çıkıyor.
Uzun zamandır kadınlara atfedilen resim kodlarıyla oynamayı ve onları sarsmayı ilginç buluyorum.
Bir söyleşide, çektiğiniz bir fotoğrafın birkaç yıl sonra bir tabloya dönüştüğünden bahsediyorsunuz. Arşivleme yönteminizi merak ediyorum. Hepimiz akıllı telefonlarımızla o kadar çok fotoğraf çekiyoruz ki içlerinde kayboluyoruz; saklamak istediğimiz anıları, sayıca fazla oldukları için aksine kaybediyoruz. “Sıradan anlar”ın fotoğraflarını nasıl düzenliyorsunuz? Bunları kişisel fotoğraflarınızdan nasıl ayırıyorsunuz ya da “profesyonel” ile kişisel fotoğraf ayrımı yapmıyor musunuz?
Her gün çektiğimiz çok sayıda fotoğrafın içinde kaybolma fikrini seviyorum, aynı zamanda görüntü bolluğu baş döndürücü olabiliyor! Görüntülere yaklaşımımın birkaç yolu var. Bazı fotoğrafları resim olacaklarını bilerek çekiyorum. Diğer zamanlarda “rasgele” çekilmiş tüm fotoğrafları gözden geçiriyorum ve konular aniden ortaya çıkıyor, onlara farklı bir gözle bakıyorum. Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara ihtiyaç duymuyorum; tam tersine, başlangıçtaki görüntünün zayıf olması iş resmetmeye geldiğinde beni daha özgür kılıyor – böylece telefon fotoğrafları kaynak görüntüler haline gelebiliyor.
Figüratif çalışıyorsunuz ama aynı zamanda öznelere yakınlaşmanız gerçekliklerini çarpıtıyor, “Sweat” (Ter) gibi bazı tablolar neredeyse soyut görünüyor. Bu nüanslı ikiliği nasıl işliyorsunuz?
Tam da öyle, belli bir soyutlama biçimine doğru ilerlemeye çalışıyorum. Buna “engellenmiş figürasyon” demeyi seviyorum. Gördüğümüz şey hemen ortaya çıkmıyor, bir şüphe devam ediyor, bazı şeyler bazen ortaya çıkmak için mücadele ediyor; diğer resimlerde konu hemen tanımlanabilirken, beni ilgilendiren şey onun olasılık dışı yönü oluyor.
Ayrıntılar ve fragmanlar ilgimi çekiyor. Georges Didi-Huberman’ın La Peinture incarnée’de (Canlanmış Resim) analiz ettiği gibi, detay hem kesinlik hem de belirsizlik getirir: Yaklaştıkça her şey daha netleşir ancak ölçeği, dolayısıyla da anlamı kaybedersiniz. Aradığım şey bakışımızı rahatsız eden bu kayıp.
Far from the Pictures’da iki resim tuval yerine ahşap üzerineydi. “Refrain” (Sakınma) ve “Oeufs” (Yumurtalar) için neden bu malzemeyi seçtiniz?
Her zaman tuval üzerine resim yaptım. Ancak birkaç yıldır, dokusu ve sert maddeselliğinden dolayı ahşap üzerine de çalışmayı seviyorum. Doğal bir malzeme ve çizgileri görünür kılıyor.
Ev dışı çalışmalarınıza istinaden, şehrin bakış açınızı nasıl etkilediğinden bahsedebilir misiniz? İstanbul’da nasıl bir deneyim yaşadınız? Siz başka bir yerde yaşasaydınız çalışmalarınız nasıl değişirdi (ya da değişir miydi)?
Resimlerimde iç mekân kadar dış mekân da görünür: Konular bazen etrafta dolaşırken karşıma çıkıyor, sokakta terk edilmiş nesneler olabiliyor. Resimlerimde hiçbir zaman keskin bir çerçeve kullanmıyorum ve seyahat ettiğim, yaşadığım yerler çalışmalarıma elbette yansıyor.
İstanbul çok ilham verici, tamamen büyüleyici bir şehir, çok canlı ve uyarıcı. Tezatlar ve motiflerle dolu. Gündelik hayatın görüntülerini yakalamanın yeni yollarını düşündürdü bana. Sanatçıların bazen çalışmalarını ya da yaratıcı alanlarını sanatçı misafir programları, geziler ve benzeri yollarla bağlamından koparmalarının gerekli olduğunu düşünüyorum. Tüm bunlar pratiği besliyor.