Fotoğrafla ilişkisinde kendini bir “aktarıcı” olarak tanımlayan Kâmil Fırat, üretimine 1970’lerin ortalarından beri devam eden bir sanatçı. Aynı zamanda akademide de öğretim üyesi olarak görevini sürdüren, dolayısıyla fotoğrafın teorik boyutuyla da ilgilenen sanatçı, “Fotoğrafın bizatihi kendisi de bir yerdir,” diyor. G-art Gallery’de gerçekleşen YOL sergisinde “yolun tanıklığına tanıklık” eden fotoğraflardan oluşan bir seri sunuyor seyirciye. Fırat’la son sergisi vesilesiyle bu tanıklık kavramını ve yol ile fotoğrafın ne anlama geldiğini konuştuk.
NİHANSU AYDEMİR: YOL’da yeşillikle sarılı yollar, düzlüklerde yol izleri, terk edilmiş binalar, yanında atla yürüyen insanlar, yol kesişimlerinde bulunan hayvanlarla karşılaşıyoruz. Sergi metninde de yolun tanıklık işlevinden bahsediyorsunuz. Siz de fotoğraflarınızla bir nevi bu tanıklığa tanıklık ediyorsunuz. YOL sergisi özelinde bu çevre ve yolculuk tanıklığınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
KÂMİL FIRAT: Yolun tanıklığına tanıklık etmek… Doğanın bütün varlıkları, üzerinde oldukları yüzeylere izlerini bırakırlar. Bu izler tekrarlara dönüştüğü andan itibaren o canlıların “yol”u olurlar. Kendi bıraktığı izler, izi bırakanı temsil eder. “Yol” ulaşılmış, dokunulmuş olmak demektir. Benim için de “yol” yolun etrafına dokunmaktır. Bu dokunmak bütün duyularla gerçekleşir açıkçası. Çoğu kişi için belki sadece gözle yapılan temastır bu… Bu yaklaşım “göz atmak”tan öteye pek geçmez. Oysa orada olmak, orayı hissetmek bütün duyularla olduğunda “tanıklık”tan söz edebiliriz. Diğer taraftan tanıklık iki tarafı olan bir olgudur. Fotoğraflarımın tanıklığı benim oralara dair tanıklığım kadar, oraların bana tanıklığını da kapsar. Fotoğrafların içinde “ben” bir yerlerde isem bu karşılıklı tanıklıkta gerçekleşiyor sanırım. O nedenledir ki yol, bizim içine açıldığı “etraf”la kurduğumuz ilişkinin en önemli aracı ve tabii ki tanığıdır. Nelere tanıklık etmeme olanak tanıdı yol. İçinde yaşadığımız toprakların değişimine, talan edilmesine… Güzel insanlarla tanışmalara ve hepsinden önemlisi, benim yüzlerce yaş almamı sağlayan anılar biriktirmeme olanak tanıdı.
Bu fotoğraflarda yolların izini sürüyorsunuz ama nereden nereye gittiklerinden çok biçimleriyle, kıvrımlarıyla, belli bir andaki halleriyle ilgileniyor gibisiniz. Bir yerden bir yere ulaşım aracı olmak dışında nedir sizce yol? Ne için kullanırız?
Yol hep bir yerlere gitmek olarak algılanır. Fotoğrafın bizatihi kendisi de bir yerdir. Onun içine konuk olan yolu salt bir biçim olarak değil bir “beden” olarak görmeye çalışırım. O nedenle beden, sınırlandırılmış bir alan ve zaman içinde anlam üretebildiği oranda fotoğraf da “bir yer” olur. Kısacası ruhunu bedeninde gösteren yollardır “yol” sergisinde olanlar. Evet çoğu zaman bir yere gitmez ya da gittiği yeri çok göstermez bu sergide yer alan fotoğraflar. Bir beden olarak etraf, bir beden olarak yol. Bütün hikâye oradaysa, görünmeyen etrafın gitmeyen yolların hikâyesinden ziyade, sınırlandırılmış fotoğraf karesinin içinde aramak lazım hikâyeyi…
Yol kesişiminde kazların karşıdan karşıya geçmesine şahitlik ettiğimiz renkli fotoğrafınız, insanın görmezden gelip dışladığı türlerle aslında aynı dünyayı paylaştığını, hatta farklı hayvanların aslında gündelik hayatımızda da yer aldığını hatırlatıyor insana. Neden burada siyah beyazdan renklere geçtiniz? Sergideki bu renkli ve karışık teknikteki eserler sizin için neyi ifade ediyor?
Bu fotoğraf, sergide yer alan siyah beyaz fotoğrafları “renk”le birlikte görmek isteyenler için bir tür renk tuzluğudur. Oradan bir tutam rengi alıp diğerlerinin üzerine atarlarsa, attıkları da renkli olur. İzleyicinin fotoğraflarla bu bakışla iletişim kurma özgürlüğünü ona tanımaktır o tek fotoğraf. Tabii bir gün umarım siyah beyaz fotoğraflar için, “Neden renkli değil?” sorusu sorulmaz. Zira onlarda hayatın tüm renklerini o gri/siyah/beyaz tonların içinde saklıyordur belki.
Sergide bulunan eserler uzun bir döneme yayılmış. Yeni işler olduğu gibi 1985 kadar eski tarihlere dayanan fotoğraflarınız da yer alıyor. Seçkiyi nasıl oluşturdunuz? Yol her zaman aklınızın bir köşesinde süregelen bir proje miydi?
2000 yılında bir yazımda, “Mark Knopfler’in 2000 yılının Ekim ayında yeni bir albümü çıktı. Sailing to Philadelphia… Yolları, otomobilleri ve boşluk kavramını farklı algılayanlar için,” diye yazmışım. Benim için çok küçük yaşlardan itibaren yol, en yakın arkadaşım olmuştur. 18 yaşında bir problemi çözebilmek için gece yağmur altında 40 km yürüdüğümü bilirim. Dolayısıyla benim hayat/fotoğraf serüvenimde yol, önemli bir yer tutar. Geniş zamana yayılmış fotoğraf hikâyem içinde de “hep” yol bir yerlerde olmuştur. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Arşivime dönüp G-art’da açılan bu YOL sergisini tetikleyen düşünceden farklı bir düşünceyle baksam, birkaç farklı “yol” sergisi daha çıkabilir. Diğer taraftan zamana yayılmış fotoğraflardan bir seçki yapmak, ne kadar çok yaşadığınızı da gösterebilir. Ne kadar çok yaşamak… Bunu bize belki de yol arkadaşımız fotoğraf hatırlatıyor. Bir başka şey de, fotoğrafla çok uzun zaman uğraştığınızda oluşan arşiviniz, sizin en yakın arkadaşınız ve tanığınız oluyor. İnsanların tuttuğu günlükler nasıl ki o insanın hayatının panoraması ise arşivimiz bizim günlüklerimiz bir başka deyişle yaşamımızın panoraması…
Fotoğraf görsel sanatlarda hep daha farklı yerde konumlanan bir alan. Siz de bir söyleşinizde kendinizi bir “aktarıcı” olarak tanımlıyorsunuz. Fotoğrafta sanat ile belgeleme arasında nasıl bir denge var sizce?
Ben “aktarıcı” kavramını fenomenolojik bir yaklaşım olarak alıyorum. Fotoğrafınıza dahil ettiğiniz her bir bedenin, fotoğraf içinde kendini temsil edebilme hakkına sahip olduğu gibi bir yaklaşım, bizi bir “aktarıcı” haline getirebilir. Fotoğraf bu bağlamda çok özel bir yere sahip açıkçası. Çoğunlukla “aktarıcı” sözcüğü işi hafifletiyor gibi algılansa da, derinlerinde öyle olmadığını, fotoğrafın yapısallığı ve dil boyutu üzerinden okuyanlar daha iyi anlayacaktır.
Yapay zekâ tartışmalarında da görsel sanatlar, özellikle illüstrasyon ve fotoğraf çok ön planda. YZ’nin sizin sanat pratiğinize çok uzak olduğunu tahmin ediyorum. Ama fotoğrafta teknolojinin önemi de yadsınamaz. Gerektiğinde kendi fotoğraf makinelerini kendi yapan biri olarak fotoğraf sanatının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Her yeniliği “zamanın ruhu”nun açığa çıkması olarak ele alabildiğimiz oranda, yenilikleri anlama şansımız daha yüksek olur. Dijital fotoğraf ilk örnekleri çıktığında da fotoğrafa ömür biçiliyordu. O günden bugünlere geldik. Ve hâlâ fotoğraf yerinde duruyor. Yapay zekâ da hayatın birçok alanına nüfuz ediyor, birçok alanı “yok ediyor” gibi görünüyor. Bir şeyin ömrünü ancak o şeyin kendisi belirler aslında. Fotoğrafın ömrünü, ölüp ölmeyeceğini bizzat fotoğraf belirleyecek. Gerçeğin bir analojisi, temsili olarak fotoğrafın yerine şu anda bir şey konabiliyor mu? Hayır… Ancak “gerçek” olandan vazgeçildiğinde belki fotoğrafın ölümü o gün gerçekleşmiş olur.
Diğer taraftan insan bugüne geldiyse binlerce yıldır biriktirdikleriyle geldi. Birçok yenilik içinde öncesini de barındırıyor. “Yeni” diye sunulanlar da içinde eskiyi barındırıyor. Ortada bir tabula rasa durumu yok özetle… Kendi makinelerini yapan, gelenekle bağı her zaman vurgulayan biri olarak, kendimizi o biriktirilenler içinde görebilirsek sorun yok sanırım…
Sergi mekânında daha önceki serilerinizden fotoğraf kitapları mevcut. Fotoğrafla diğer görsel sanat türlerine göre kitapta ya da farklı yayınlarda karşılaşmaya daha hazırız. Fotoğrafın kendisinin de bir tür baskı olduğu düşünüldüğünde sizce fotoğrafları sergi mekânlarında deneyimlemek neden önemli?
“Sergi mekânlarında deneyimlemek…” Tılsımlı cümle bu olsa gerek. Fotoğraflar bulundukları, gösterildikleri, sergilendikleri yere göre anlamı değişiklik gösteren özellikler taşıyor. Bir sergi mekânında sadece fotoğraflara bakıyorsak, bir şeyler noksan demektir. Fotoğrafın boyutu, çerçevesi, fotoğrafın asıldığı duvar, yanına asılan fotoğraflarla etkileşimi, üzerine düşen ışık, fotoğrafların bütününü içine alan atmosfer… Ve daha birçok unsur. O nedenledir ki bir sergi tasarlanırken mekânla birlikte tasarlamak, düşünmek gerekir. Bunların hepsi bir anlam örgüsü oluşturuyorlar. Kitap içinde fotoğraf ise; kitabın özellikleri göz önünde bulundurularak düşünülmek zorunda. Oradaki boyut, sayfa formatı, kâğıt yüzeyi, kullanılan boya, vs. Bugün bazı fotoğraf kitaplarının neredeyse metrelere ulaşan boyutlarının, sergi ile kitap arasına sıkışmaktan kaynaklandığını düşünmemek elde değil.
70’lerin ortasından bu yana aktif bir fotoğrafçı olmanın yanı sıra akademide de yer alıyorsunuz. Bu iki alan birbirini hangi biçimlerde besliyor? İki alan hakkındaki deneyimlerinizden ve birbiri arasındaki geçirgen alanlardan biraz bahsedebilir misiniz?
Üniversitede olmanın insana kattığı en değerli şey, hızla değişen her şeye uzaktan bakıp yorum yapabilmektir. Çok içinde olduğunuz bir şeye dair yorum yapmak zordur. Sizin öğrencilerinize durumlar karşısında bir düşünce aktarabilmeniz için, o durumlara dışarıdan bir göz olarak bakmanız ve yorumlamanız gerekir. Bu da bir tür hayata teğet olmak anlamına gelir ki, başkalarını bilemem ama bana katılan en kıymetli şey bu olsa gerek. Diğer taraftan bu sizin fotoğrafınıza da dışarıdan bakma yetisini geliştiriyor. Kendi fotoğrafınızın dışına çıkıp kendi fotoğrafınıza bakabilmek…
Son olarak YOL serginizden sonraki projelerinizden de biraz bahsedebilir misiniz? Yine eski ve yeni işlerinizi bir araya getirecek bir seriyle karşılaşır mıyız?
Fotoğraf serüvenimi bilenler, bazı çalışmalarımın birbirlerinin devamı olduğunu fark ederler. 1980’li yılların sonunda Kent üçlemesi yapmıştım. 8-10 yıla yayılan üç gösteriydi onlar. YOL sergisi de Kıyı sergisinin devamı olarak açıldı. Diğer taraftan Taş Yüzler sonrası Yaprak çalışması… Bunların hepsini “üç”lemek gerekiyor.
En önemlisi ise hatıralarımıza yeni hatıralar eklememiz, kısa ömrümüzü uzatmamız iyi olabilir.