Bir kavram, bir nesne ya da herhangi bir şey üzerine ne kadar düşünebilirsiniz? Onun üzerine ne kadar konuşabilir, yazabilir, üretebilir, onu ne kadar inceleyebilir, ona ne kadar mesai harcayabilirsiniz? Başka bir deyişle o kavram ya da nesneye ne kadar maruz kalabilirsiniz?
Şimdi bu nesnenin bir denizkestanesi olduğunu ve yüzme bilmediğinizi düşünün. Bu canlı formun peşine düşen kişi bir sanatçı: Melike Abasıyanık Kurtiç. Evet; ancak bir sanatçı, bir kavramın ya da nesnenin peşine takılıp kimi zaman yaşamının büyük bir kısmını kimi zaman da tamamını ona ve onun üzerine gerçekleştireceği bir üretime ayırabilir.
Melike Abasıyanık Kurtiç’in Erimtan Müzesi’nde eylül ayına kadar devam edecek Bir Denizkestanesinin Anıları isimli sergisi, aşina olduğumuzun aksine tek odaklı bir retrospektif sergi olarak okunabilir. Sanatçının sürecine dair birtakım izler sunmanın yanında denizin derinliklerinde yaşayan bir canlı olan denizkestanesinin sürecine dair de izler ve tanıklıklar sunuyor. Üretim pratiğinde doğayla etkileşimi son derece kuvvetli olan bir sanatçı Kurtiç. Atölyesini bir laboratuvar gibi kullanırken, çok merkezli yaşamının zamansal akışını da bu laboratuvara dahil etmiş. 60’lı yıllarda Herman Kâler Seramik Atölyesi’nde kil araştırmaları yapması, ardından Kopenhag’da dört yıl boyunca tek parça seramik formlarının üzerinde çalışması, bu deneyim alanlarını atölyesine ve dolayısıyla üretimlerine yansıtmasını sağlamış. Türkiye’nin yanı sıra Almanya, Danimarka, Yunanistan, Macaristan ve Portekiz’de araştırmalarını ve çalışmalarını sürdürmüş.
Bir sanatçı, bir denizkestanesi, iki canlı. Burada ortak bir hafıza, ortaklaşan anlar ve anılar var. Doğaya ait bir parça: Deniz. Tuzlu, derin ve sessiz ve ona ait bir canlı, bir deniz hayvanı: Denizkestanesi. Diğer yanda denizle aktif olarak devinmeyen, onunla ve onun derinlerindeki denizkestanesiyle etkileşime giren, onu sürekli izleyen, inceleyen, onunla bir şekilde diyalog kuran bir sanatçı. Deniz ile karanın birleştiği yerde esen rüzgârın iki yönlü hareketini sezdiriyor bu ortaklaşma.
Bugünlerde Kurtiç’in denizkestaneleriyle diyaloğuna ulaşmak için Erimtan Müzesi’nin en alt katına inmek gerekiyor. Serginin deneyimi, önce kentin (Ankara) tepelerinden biri olan kalenin bulunduğu bölgeye tırmanıp sonra müzenin en alt katına inmekle başlıyor. Büyük bir dalganın içinden denizin derinine dalmak gibi hissettiriyor. O derinlerde farklı malzeme, boyut ve üslupla ifade bulan denizkestaneleriyle karşılaşıyoruz hem fiziksel hem de kavramsal olarak. Doğrudan temas edebildiğimiz formların yanı sıra sergilemenin etkisinde bir deneyim alanına dahil oluyoruz.
Kurtiç’in tanıklığında bir deniz burası ve bu ekosistemin önemli bir unsuru olan kestanelerin formları, imgeleri ve kendileriyle kaplı her yer. Bunun yanı sıra tohum seramikleri, yosun perdeleri, pirinç kâğıtları, eskizler, çalışma notları, deniz yosunları gelgit fotoğrafları dahil olmuş sergiye. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşamış sanatçı, doğaya doğrudan temas ederek gittiği her sahilden farklı bir tanıklıkla dönmüş neredeyse. Bir deneyim alanı olarak denizin sürecini doğrudan aktardığı fotoğraflar var. Bu kapsamlı sergide küçük bir alandalar, sanatçının yakaladığı o karedeki gibi.
Fotoğrafta durdurduğu ânın karşısındaki duvarda ise hareketli görselleştirmeler var. Pirinç kâğıdıyla yaptığı çizimlerde iki farklı yüzey kullanarak denizkestanesi imgelerini görüyoruz. Alt yüzeyde kullandığı resim kâğıdına çizdiği deseni, üst yüzeydeki şeffaf pirinç kâğıdına eklediği renk katmanlarıyla hareketli bir görüntü yaratıyor. Bu eserlerdeki harekete iki kâğıt arasındaki üç-dört santimetrelik mesafe de doğrudan hizmet ediyor, dahası bizim hareket edişimizle birlikte etkisi katlanıyor. Kâğıdın şeffaflığıyla katmanların hissedildiği bir görüntü yakalarken (kolay yırtılabilirliği), hassaslığıyla da denizkestanesinin içeriye doğru yaşam formunu kavramsal olarak vurguluyor. Sergi kurgusundaki büyük boyutlu duvar yerleştirmesi denizin güneşle etkileşimini anımsatıyor. Güneşin doğuşu ya da batışıyla denizde değişen ve dönüşen renkler, bu duvar enstalasyonunda boyutlandırılmış olarak karşılıyor bizi.
Davetkâr bir sergi
Denizkestanesiyle arasında, görünmeyen diyemeyeceğim kadar açık bir bağ var sanatçıyla. İzleyiciyi davet etse de tam olarak içeriye almayan, dışarıdan izlemesinin ve aslında dinlemesinin olanaklarını çoğaltan bir diyalog bu, denizkestanesinin anılarındaki Kurtiç’i duyabildiğimiz bir diyalog. Kestanenin dikenleriyle mesafelendiriyor izleyiciyi, arafta bırakıyor da diyebiliriz. Böylesine kapsamlı ve derinlikli bir araştırmanın, gözlem ve üretim sürecinin sadece izleyicisi/dinleyicisi oluyoruz. Öyle ki, son derece davetkâr bir sergi bu. Her bir eserle karşılaşmamızda bir an sonrasına ait deneyimi daha çok merak ettiren ve yanına çağıran bir yerden yakalıyor. Işık, renk, boyut ve malzemenin bir araya gelişiyle hem çok yakın hem çok uzakta tutuyor.
Denizkestanesi, içinde bulunduğu ekosistemle diyaloğunda bir özne konumundayken insanlarla etkileşiminde bir nesneye dönüşüyor. İnsanın kendisini merkeze aldığı bir yerden yaklaştığında hep yaptığı gibi denizkestanesini kendisine zarar veren ya da tahrip edilebilir, yerinden edilebilir bir nesne olarak görme eğilimi devam ediyor. Denize girdiğimizde ayağımıza batan ve alerjik reaksiyona varan (ölümcül) bir iletişimin ötesine geçemediğimiz bir nesne oluyor bu durumda.
Dikenle kaplı bir küre. Köşesiz bir form. Sert bir kabuk. İçinde yenilebilir bir yapı. İçeriye doğru bir yaşam var burada, dışarıya karşı ise dirençli bir duruş. Bu sergiye, baskın form olan küre üzerinden/etrafından bakmayı önemsiyorum. Çünkü bu form hem ekosistemin hem de döngünün temsili oluyor. Deniz ekosistemi çok katmanlı yapısıyla derinlere indikçe ya da açıklara gittikçe yaşamsal ve bilimsel olarak öngörülemez bir çeşitlilik yaratıyor. Günümüzde halen en derinlerinde nasıl bir yapı, organizma, yaşam var (mı) bilinmeyen bir yer, tıpkı uzayın derinlikleri gibi. Sonunu ve hatta belki de başını da tam olarak kestiremediğimiz/işaret edemediğimiz bir döngü var burada. Hem içeriye doğru süren yaşamını hem dışarıya ilerleyen yolculuğunu izliyoruz denizkestanesinin. Gündelik yaşamdaki deneyimlerimizi andırmıyor mu? Kimi zaman varlığın kendisine doğru (öze doğru) kimi zaman da varlıktan bedene doğru (forma doğru) giden direnç hali.
Seramikle bir inşa süreci
Hayata dair reaksiyonlarını toprak aracılığıyla forma dönüştüren bir seramik sanatçısı Kurtiç. Toprak, doğanın elemanıyken sanatçının malzemesi oluyor burada. Bir deniz hayvanının peşine düşerken belki de seçtiği en ironik malzeme toprak. Denize ait bir yaşamı, doğada en çok rastlanan formu referans alarak toprakla ifade ediyor. Döngünün temsili küreyi, 1.000 derecenin üzerinde pişeceğini ve ardından bir taş kadar sert olacağını bildiği bu toprakla biçimlendiriyor. Başlarda kontrol edilebilir bir malzeme olan toprak, doğada bulunuşunun aksine burada suyun içindeki bir yaşamın yansısı olurken ısıyla camlaşan/taşlaşan bir yapıya dönüşüyor. İçerisindeki havayı tümüyle reddeden bir malzeme bu ve pişerken içeride bir yerlerde kalan hava kabarcığının formu parçalayarak dışarıya çıktığı bir yapı.
Seramik yapıyı oluştururken, toprağı katmanlar halinde açıp sonra birleştirerek ilerleyen bir süreç olduğunu söylemek gerekiyor burada. Bir adım geriye çekilip baktığımızda bir inşa süreci olduğunu görebiliriz. Dolayısıyla hem pişirme süreci hem de malzemenin küre formuna gelmesi ve o noktada durması açısından zor olan bir tekniğin de izleyicisi oluyoruz sergide. Bir denizkestanesinin 10 santimetrelik çapına karşın Kurtiç’in onları büyüterek tasvir edişini görüyoruz. Bu tasvirlerde malzemenin ve formun olasılıkları dahilinde içeriden dışarıya bir yolculuk var gibi. Ortadan ikiye ayrılmak üzere olan, ayrılan seramik denizkestaneleri, ortadan ikiye ayrıldığında birbirinin aynı olan iki yarı şeklindeki gerçekliklerine doğrudan referans veriyor. Yetişkin olduklarında beş kat simetri geliştiren kestaneler, formun ve döngünün kusursuz tasarısını gerçekleştiriyor. Bu canlılardaki simetri, deniz ekosistemine ve doğa ile insan arasındaki etkileşime bir gönderme yapıyor gibi.
Genellikle dikenleriyle kendilerini iterek hareket eden denizkestanelerinin dikenlerini deforme ettiği seramiklerde, onlar için zamanı bir anlığına durduruyor Kurtiç. Sergi mekânının ortasında bir adayı andıran platformun üzerindeki seramik denizkestaneleri, küre formun dönüşüme uğradığı bir soyutlama da içeriyor. Bu dönüşüm, içeriden dışarıya doğru bir yolculuk gibi görünüyor. Sanki içerideki yapının dış dünyaya temas etme halini imgeliyor. Dış kabuğun sert aşılamaz yapısının aksine içerisinde yumuşak, yenilebilir bir yapı barındırıyor. Bu karşıtlıkta, içerideki yapının yenilebilir oluşuyla da tamamen yaşamsal vurgunun altını tekrar tekrar çiziyor.
Denizkestanesinin sert ve dikenli kabuğunun içerisindeki yumuşak kısım bambaşka bir öze işaret ediyor, yenilebilir oluşuyla da tamamen yaşamsal bir yapı olduğunun tekrar tekrar altını çiziyor. İçeriden dışarıya devam eden yolculuk yalnızca denizkestanesinin gerçekliğini değil, aynı zamanda sanatçının seramik formları biçimlendirirken izlediği rotayı da temsil ediyor. Seramiklerin sergilendiği bu platformun verdiği ada izlenimi de buna katkı veriyor tabii, bizi hem çağırıyor hem de bir adım daha atmamıza olanak tanımıyor.
Denizkestanesi çizimlerinin sergilendiği ve salonu bölen büyük duvarın diğer tarafında sanatçının atölyesini andıran bir oda var sergi kurgusunda. Bu oda, atölyenin yanı sıra en başta söylediğim laboratuvarın da vücut bulmuş hali. Karşı duvara yerleştirilen raf sisteminde sanatçıya ve sürecine dair birçok veri karşılıyor bizi, dünyanın farklı yerlerinden topladığı denizkestaneleri, atölyesinden fotoğraflar, eskizler, fincan ve raflar arasında gezinirken sanatçıyla göz göze geldiğimiz fotoğrafı var. Burası, sanatçının ekosistemi, bizi en derinlere kadar merakla sürükleyen. Sergiye gelirken çıktığımız o sert yokuşun en derin yerinde bizi bekleyen bu duvar Kurtiç’in denizle, hayvanla, toprakla, en geniş tanımıyla doğayla karşılıklı iletişimine dair izleri sunuyor.
• Melike Abasıyanık Kurtiç, Bir Denizkestanesinin Anıları, 1 Eylül’e kadar Ankara, Erimtan Müzesi’nde görülebilir.