22 Eylül’e kadar açık olacak Almanya, Heidelberger Kunstverein’daki cinselliğe dekolonyal bir bakış getiren feminist grup sergisi Sex Reenchanted’a (Yeniden Büyülenen Seks) bir duvar kâğıdı ve iki polimer kil heykeliyle katılıyor Şafak Şule Kemancı. Sergide Kemancı’nın işleri “baştan çıkarıcı çiçeklerin sarhoşluk veren kokusunun dört bir yana yayıldığı bahçeleri çağrıştırıyor,” diye özetlenirken, bu tanımlama sanatçının tüm üretimlerinin genel bir özeti olarak kabul edilebilir. Kemancı’nın eserlerinde doğanın cazibesi etkileyici bir atmosferle her bir parçada farklı bir duyguyla doğal haliyle estetize ediliyor. Eserlerinde heteronormatif bakışa karşı çıkan ve “doğayla bir nevi aşk yaşamak” olarak tanımladığı ekoseksüelizmi merkeze koyan sanatçı, kolektif güçten ve dirençten ilham alıyor. Tabuları yıkarak LGBTİ+’ların ve feministlerin arzularını, var olmalarını cesurca betimleyen Kemancı, tıpkı işlerindeki konu çeşitliliği gibi kullandığı malzemelerdeki çeşitlilikle de izleyiciye duygusal ve muhalif bir deneyim sunuyor.
Şafak Şule Kemancı’yla Sex Reenchanted grup sergisini, kişisel sergilerini, organik sanatını, bir protestoyla başlayan duvar kâğıtlarını ve özellikle Vulva serisinin de gözbebeği olan ekoseksüelizmi konuştuk.
EBRU AYDIN: Uzun yıllar Londra’da yaşadınız, Central Saint Martins College’da Tekstil Tasarımı okudunuz ve Goldsmiths Üniversitesi’nde yüksek lisansınızı Plastik Sanatlar üzerine yaptınız. Bu süre zarfında duvar kâğıdı yapmaya başladınız. Queer’lerin o dönemde ilişkilerini dört duvar arasında yaşamak zorunda bırakılmalarına bir protesto olarak, onları özgür ve sınırsızca fotoğraflayıp çizerek duvarları yıktınız bir nevi. Sanatınızı radikal bir eyleme dönüştürdüğünüzü düşünüyorum. Siz bu işlerinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
ŞAFAK ŞULE KEMANCI: İlk duvar kâğıdım gerçekten de bir protestoydu. 2003 yılına kadar süren, eşcinsel çiftlerin el ele tutuşmasını bile cezalandırabilen yasalar ve sokakta karşılaştığımız homofobik saldırılar beni derinden etkiledi. Özellikle kendilerini açık görüşlü sanan insanların, “Eşcinseller kendi dört duvarları arasında ne isterlerse yapabilirler,” demesine artık dayanamıyordum. Bu yüzden, sevgililerim ve arkadaşlarımla birlikte sevişme pozları vererek bunları duvar kâğıdına dönüştürdüm. Amacım, tekrar eden tatlı desenler ve yumuşak renklerle izleyiciyi yakına çekerek tuzağa düşürüp avlamaktı. Bizi sıkıştırmaya çalıştıkları o dört duvarı, sevişmelerimizle, arzularımızla ve tutkularımızla doldurup yüzlerine fırlatmak istedim. Yıllar içinde ise odağım heteronormatif topluma karşı bir protesto olmaktan uzaklaşarak bir kutlamaya, var olmanın sevincine ve onun tadını çıkarmaya doğru evrildi.
2012’de Türkiye’ye dönüyorsunuz ve sadece, “Bana güç ve ilham verdi,” dediğiniz Onur Haftası sergilerine iş üretiyorsunuz. Bu, 2021’deki Sınır/sız ekibi küratörlüğünde gerçekleşen bütün kuşlar benim bahçeme gelir adlı ilk kişisel serginize kadar da böyle devam ediyor. Bu dönemi nasıl deneyimlediniz ve çalışmalarınıza nasıl yön verdi?
Bu dönemde çok sık olmamakla beraber yurtiçi ve yurtdışında başka grup sergilerinde de yer aldım ama beni en çok heyecanlandıran ve ilham veren etkinlikler her zaman Onur Haftası sergileri oldu. Bu sergiler, sadece eserlerimizi sergilediğimiz mekânlar değil, aynı zamanda kolektif gücümüzü ve direncimizi kutladığımız alanlardı. Sergi kurulumu ve açılışlarında yaşadığımız o coşku ve dayanışma hissi, beni hem sanatsal hem de kişisel anlamda çok besleyen bir deneyimdi. Bu dönemde en çok bu tür sergilere katıldım çünkü içimden başka türlü iş üretmek gelmiyordu. José Esteban Muñoz'un Cruising Utopia (Ütopya’da Gezinmek) kitabında bahsettiği gibi, queer’lik, henüz burada olmayan ama gelmekte olan bir şey, bir olasılık. Her Onur Haftası sergisi, bu “olasılığı” somutlaştırdığımız, queer geleceğimizi hayal ettiğimiz ve şekillendirdiğimiz bir deneyimdi. Sınır/sız ekibiyle çalışmaya başladığımda ise bu kolektif enerjinin gücünü bireysel pratiğime taşıma fırsatı buldum. İlk kişisel sergim bütün kuşlar benim bahçeme gelir, aslında yıllarca Onur Haftası sergilerinde deneyimlediğim o ruhun, Seçil Epik’in sergi metninde dediği gibi, “bütün kuşları etrafına toplamak isteyen davetkâr ve oyuncu bir bahçe”ye dönüşmesiydi.
Daha sonra 2022’de yaslan bana yeryüzü ağacı adlı kişisel serginizin metninde Aylime Aslı Demir, “Arkadaş’la birlikte yıldızsız göklerin karanlığında; onu bize geri getirecek efsunu arıyor,” diyor. Hem işleriniz hem bu metin –sergi tanıtım metinlerine göre– oldukça romantik ve büyülü. Bu, Arkadaş Zekai Özger’le çıkılan bir yolculuk muydu ve o efsunu bulabildiniz mi?
Yaslan bana yeryüzü ağacı sergisi, Arkadaş Zekai Özger’le bir buluşma gibiydi. Fikir, Ankara Queer Sanat Programı’nda geçirdiğim iki aylık zaman içerisinde, bir akşam Arkadaş’ın da Ankara’da yaşamış olduğunu hatırlamamla doğdu. 25 yaşında aramızdan ayrılan bu şairin şiirlerini ve kendisini çok seviyordum ve onunla Ankara’da buluşup bir sergi yapmayı hayal ettim. Merhaba Canım belgeselini defalarca izleyip Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası kitabından şiirlerini sansürsüz hallerinde defalarca okudum. Aylime’yle bir yıla yayılan sergi hazırlığı sürecinde hep Arkadaş’la beraberdik. Onunla gözyaşı döktük, onunla birlikte gözyaşlarımızla umutlar, bir aradalıklar yeşerttik. Bordolaşmış kan damlalarından oluşan ve pırıltılı çiçekler açan ağaç, yarı ısırgan otu, yarı afyon çiçeği bitki, Arkadaş’ın bıyığına konan kuş gibi sergideki her eser, hem kullandığım malzemeler hem de görsel dille, Arkadaş’ın şiirlerindeki o kırılgan ama güçlü ruhtan beslendi. Bu sergi, Arkadaş’la aramızda kurulan bir köprü oldu. Geçmişimizle bugün arasında bir bağ kurarak bugünümüzü anlamlandırmaya ve geleceğimizi hayal etmeye çalıştık. Bence Aylime’nin sergi metninde bahsettiği efsunu, birbirimizin varlığında, dayanışmamızda ve ortak hafızamızda buluyoruz.
Kullandığınız malzemeler oldukça çeşitli. Ama özellikle ilgimi çeken cam altı resim tekniği. Batı’da kullanılmasına rağmen bu tekniğin bir Doğu geleneği olduğunu söyleyebiliriz. Yaklaşımınız ve eğitiminiz ise Batı sanatına daha yakın. “Malzemelerle konu arasında bir kontrast yakaladığınızı” söylüyorsunuz. Bu kontrastı nasıl tanımlarsınız?
Kullandığım malzemelerin, üretim yaptığım ve sergilediğim coğrafyada yaşayan insanlara tanıdık gelen bir yanı olmasını önemsiyorum çünkü bu tanıdıklık izleyicinin işlerimle daha kolay bağ kurmasını sağlıyor. Örneğin, duvar kâğıdı İngiltere’de neredeyse her evde olan, çok tanıdık bir malzemeydi. Cam altı resim tekniğini ise, dediğiniz gibi, daha çok Mardin’in Şahmeran cam altı resimlerinden tanıyoruz. Cam, kumaş ve kil gibi malzemelerin büyülü bir yanı var ve ben her zaman bu tür malzemelere çekim duyuyorum. Bu geleneksel zanaat teknikleri ve malzemeleri beni hem görsel olarak heyecanlandırıyor hem de arzu, haz ve erotizm gibi temalar işlerken, bu temaları “masum” görünen malzemelerle kesiştirmek hoşuma gidiyor. Önceden detaylı plan yapmadan, bir şeyleri keserken, dikerken, boyarken ya da yoğururken şekillendiriyorum. Böylece her dokunuşla beraber malzeme kendi hikâyesini anlatıyor.
Vulva serinizi hem kendi hem arkadaşlarınızın vulvalarının renklerini kopyalayarak hazırladınız. Bunları bitkilerle ve doğayla harmanlayarak doğayı bir sevgili olarak görme fikri üzerinden ekoseksüelizme hayranlığınızı vurguluyorsunuz. Bu çok cesur ve özgün bir seri. Serinin nasıl şekillendiğini, sizin için ne ifade ettiğini ve ekoseksüelizmle bağlantısını anlatabilir misiniz?
Benim için ekoseksüellik, doğayla bir nevi aşk yaşamak, onunla tensel ve ruhsal bir yakınlık kurmak demek. Doğanın her zerresinde bir çekim, bir tutku hissetmek; rüzgârın dokunuşunda, bitkilerin tomurcuklanmasında, suyun akışında derin bir haz bulmak. Vulva serisi biraz bu hislerle oluştu diyebilirim. Önce kendi vulvamı, sonra da o zamanki sevgilimin ve arkadaşlarımın vulvalarını resmettim. Vulvaların renk skalası gerçekten inanılmaz ve belirlenmiş bir toplumsal cinsiyete ait olamamalarını seviyorum. Vulvalar tıpkı bitkilerin çoğunun interseks olması gibi, benim gibi cinsiyetsiz birine de, trans deneyimi yaşayan birine de ait olabiliyor. Bu serideki her bir resim, o kişinin vulvasıyla birebir aynı renkte. Kır çiçeklerinin romantizmi, kaktüslerin güçlülüğü ve tropikal bitkilerin şaşaası vulvalara birer karakter verdi ve aynı zamanda insan bedeni ile bitki bedeni arasındaki sınırları bulanıklaştırdı. Cam altı resim oldukları için de her daim ıslak ve parlaklar.
Almanya, Heidelberg’de Mehveş Ungan’ın küratörlüğünü yaptığı feminist grup sergisi olan Sex Reenchanted’a katılıyorsunuz. Türkiye’den CANAN da bu sergide. Dünyadan sadece sekiz sanatçının yer aldığı sergiden biraz bahsedebilir misiniz ve sizin katılım süreciniz nasıl oldu?
Mehveş Ungan bu sergide cinselliğe dekolonyal bir bakış açısı getiriyor. Aynı zamanda, Silvia Federici’nin “dünyanın yeniden büyülenmesi” çağrısı doğrultusunda, feministler olarak tarihsel pratikleri ve bilgi biçimlerini nasıl yeniden sahiplenebileceğimizi irdeliyor. Sergide benim ve CANAN’ın yanı sıra Daphne Ahlers, Dalila Dalléas Bouzar, Anna Ehrenstein, Monia Ben Hamouda, Tabita Rézaire ve Zoe Williams’ın işleri yer alıyor. Heidelberger Kunstverein’de üç ay sürecek bu sergide bence eserler arasında çok güçlü bir diyalog var. Hepsi farklı zamanlardan ve perspektiflerden yola çıkarak sanki aynı hikâyenin farklı parçalarını oluşturuyor ve izleyiciyi derinlemesine bir keşfe davet ediyor. Mehveş’le bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergim vesilesiyle tanışmıştık. O sergi hakkında Art Unlimited’a “Arzunun Desenleri” isimli, çok beğendiğim bir yazı yazmıştı. Sex Reenchanted için bana bir duvar kâğıdı üretmemi teklif ettiğinde çok heyecanlandım. Sergide duvar kâğıdımın yanı sıra iki polimer kil heykelim de yer alıyor.
Sergideki işlerinizi de sizden dinleyelim.
Duvar kâğıdımdan bahsedeyim. Mehveş duvar kâğıdının sergileneceği 20 metrelik alanı gösterdiği anda aklıma “ıslak rüya” fikri geldi ve bunu genellikle cis erkeklere atfedilen anlamından çıkarıp kendi deneyimimi merkeze alarak anlatmak istedim. Uzun zamandır kâğıt kolaj diye adlandırabileceğim bir tekniği denemeyi planlıyordum. Her ne kadar iki boyutlu görünse de, kâğıtları önce boyayıp sonra tüm desenleri keserek oluşturma süreci benim için heykel yapmaya daha yakın bir deneyimdi ve üretimim süreç içinde desenleri ekleyerek ve çıkararak sanki bir günlük tutma ritüeline dönüştü. Tükürük, gözyaşları, regl kanı ve diğer bedensel sıvılar üzerinden işlenen simetri ve ritmin şekillendirdiği bir rüya bu ve bedenin sınırlarının aşıldığı, hibrit bedenlerden fışkıran sıvıların yayılarak sonsuza kadar genişlediği desenlerle şekillendi.
“Queer sanat benim için en basit şekliyle kendi dünyamın bir yansıması,” diyorsunuz. Bir sonraki projeniz belli mi ve ileride bize neler yansıtmayı planlıyorsunuz?
Şu anda, 11 Ekim’de Almanya’nın Köln şehrinde, Kulturbunker Köln-Mülheim e.V.’de açılacak heyecan verici bir sergiye hazırlanıyorum. Küratörlüğünü Aylime Aslı Demir ve Eva Liedtjens’in üstlendiği bu sergi, sürrealist manifestonun 100. yılını kutlarken aynı zamanda sürrealist yöntemlerle queer-feminist taktikler arasında bağlantılar kurmayı hedefliyor. Serginin gerçekleşeceği binanın hikâyesi beni çok etkiledi. Bu nedenle, binanın geçmişiyle diyalog kuran bir kumaş heykel enstalasyonu üzerinde çalışıyorum.
• Sex Reenchanted, 22 Eylül 2024’e kadar Almanya, Heidelberger Kunstverein’da görülebilir.