Nezaket Ekici’nin üç ayrı performansının ardından ortaya çıkan üç ayrı enstalasyonunu içeren kişisel sergisi Keşfin Boyutları, Pi Artworks İstanbul’da açıldı. 4, 5 ve 6 Nisan’da art arda gerçekleştirdiği üç performansın tamamlanmasıyla kurulan sergi 24 Mayıs’a dek görülebilecek.
Keşfin Boyutları sanatçının bedeninin performans sırasında oluşturduğu heykellere odaklanan ve farklı performanslar arasında heykelleştirilmeleri bağlamında ortaklık kuran bir sergi. Performanslar gibi onların kalıntıları olan bu enstalasyonlar da doğa-kültür, uygarlık, yaşam ve endüstriyel yaşamın eleştirisinde politik olarak birbiriyle kesişiyor. Ekici’yle interaktif ve kolektif performanslarını, sanatçının bedenine verilen tepkileri ve doğumlar ile başlangıçların güçlüğünü konuştuk.
TUĞÇE ARSLAN: Uzun yıllar sonra İstanbul’da Keşfin Boyutları’yla tekrar kişisel serginiz açılıyor. Bir performans sanatçısı olarak serginin kurulumunu da üç gün süren performanslarınızla “bir performans” olarak gerçekleştirdiniz. Serginin kurulumunun interaktifliği, seyirciyle kolektifliğe açılan bir süreç oldu, bu bakımdan oldukça ilginçti. Bu süreç nasıl ilerledi?
NEZAKET EKİCİ: Biliyorsun, aralıklı da olsa 2005’ten beri Türkiye’de üretimler yapıyorum. İlk olarak Beral Madra’yla Karşı Sanat’ta Gözü Kara/Fearless adlı kişisel sergimi açtım. Ardından yine 2005’te Proje4L, Elgiz Museum’da Ulusal Marşlar/National Anthems ve 2012’de Pi Artworks’te Derya Yücel’le Imagine: Yemek Üzerine Seçilmiş İşler 2002-2012 adlı kişisel sergim olmuştu. 2006’daysa Derya Yücel küratörlüğünde Kendi Başkalığında/Self Diversity adlı sergim Kasa Galeri’de açılmıştı. İlk kez orada bir performans olarak sergi kurma deneyimini yaşamıştım. Kasa Galeri’de mekân boştu ve üç küçük oda yer alıyordu, bu üç oda için üç performans gerçekleştirmiştim ve yine performanslar kalıntı üzerindeydi ama tabii konsept çok başkaydı. Pi Artworks’e gelince, Piyalepaşa’daki yer, galerinin yeni mekânı ve ben de bu yeni mekân için yeni bir konsept üretmek istedim. Performanstan heykele varan başka bir konsept üzerinde çalıştım. Pi Artworks’ün yeni yeri üç ayrı mekândan oluşuyordu ve ben de burayı canlandırmak ve sıfırdan başlayıp performanstan kalan heykellerle yepyeni bir mekâna dönüştürmek istedim. Bu fikir üzerine geçen yıl Pi Artworks’ün direktörü Yeşim Turanlı’yla konuştuğumuzda her gün başka bir performans yapmak ve bu performansları bir araya getirerek bir sergi kurmak istediğimi söyledim. Bu projeye uyabilecek işlerimi sundum ve sergide yer alan performanslar ortak bir kararla seçildi. Nihayetinde biliyorsun müze konseptive galeri konsepti çok ayrı şeyler. Galeri mantığında eserlerden hangileri kalabilir, sergilenmeye devam edilebilir ya da ekonomik kaygılar göz önüne alındığında hangileri satışa sunulabilir ve satılabilir gibi kıstaslar devreye giriyor. Dolayısıyla tüm bu kıstaslara göre de bir tercih yapıldı.Burada bir parantez açmak istiyorum, Pi Artworks’te gösterdiğim performanslarım ilk kez burada yapılmadı, daha önce Almanya, İtalya, Norveç gibi çeşitli ülkelerde sergilediğim performanslar bunlar. Ama tabii burada dönüşüme uğradı, farklı formlar aldı hepsi.
Şunu söyleyebilirim; interaktif performanslardı evet, insanlar hep oradaydı ve malum performans sanatının bir esprisi olarak, onların varlığından etkilenerek ürettim, hatta “Cohesion Patterns-Egg” (Kavuşma Desenler-Yumurta) performansım doğaçlama bir şekilde kolektife vardı ve bu ilk kez İstanbul’da oldu.
Sanıyorum günün sonunda benimle dönüşsünler, mekânı dönüştürsünler ve benimle hissetsinler istedim. İçinde yaşanan mekânı hissetsinler; katı durağan bir şey mi yoksa değişime açık, akışkan bir şey mi onu hisleriyle deneyimlesinler istedim. Bütün bunlara ek olarak, boş bir mekânolması ve orada kolektif bir biçimde sıfırdan başlamak önemliydi. Çocuk gibi heyecanlanıyorsun, bir mücadele veriyorsun çünkü ne olacağını, nereye varacağını bilmiyorsun. Kendi başıma ilerlesem sonunu az çok tahmin edebilirim ama izleyicinin etkisiyle nasıl bir yön alacağı, işte o kısım çok heyecanlı. Son olarak, bu benim için de çok büyük bir deneyimdi; açık düşünceyle bir şeyi dönüştürmek, ortaya yeni bir şey çıkarmak. Bence izleyiciler de değişimi hissetti ve oradaki dönüşümü aktarabildim onlara, bu çok güzeldi.
Bu sergideki işlerin ortak noktası her bir performansın ortaya bir heykel çıkarması. Resim ve heykel eğitimi görmüş bir sanatçı olduğunuz da göz önüne alınınca son zamanlardaki performanslarınızda heykel sanatına “performatif” bir katılım gözlemleniyor. Bu sergide konseptin heykel olması durumundan ve sizi tekrar –ama bu kez performans olarak– heykele çeken şeylerden biraz söz edebilir miyiz?
Heykele dönmek benim için önemli bir şey, evet. Senelerce önplana almadım ama son zamanlarda çokça yaptım. Üç boyutubedenle ve malzemeyle çalışmak, beden ve malzeme ortaklığında nesneye form vermek,mekân içinde üretmek, üretirken çeşitli boyutlardan bakmak gibi şeyleri önemsiyorum sanırım. Dolayısıyla, senin de söylediğin gibi son zamanlarda heykel üzerine daha çok çalışıyorum malum, bu yüzden burada da yine heykel fikrinden devam etmek istediğime karar verdim. Çünkü bir mekânı ya da nesneyi dönüştürmek yeni bir perspektif ve keşif heyecanı sunuyor, onun için Keşfin Boyutları sadece heykel değil hayat anlamında da devreye girdi. Gelen ziyaretçilerin mekâna ve nesneye dair çeşitli perspektif ve boyutları keşfetmelerini istedim. O yüzden doğrudan heykel değil, canlı bir performansta birlikte yepyeni bir sanat ve ona dair heykeller üretmenin deneyimini yaşatmak istedim.
2022’de Bakü’deydim. O zaman Fırat Arapoğlu tarafından Bakü’de gerçekleştirilenIn a Multiple-Perspective (Çoklu Perspektif İçinde) adlı bir grup sergisine davet edilmiştim.Bu sergide canlı performans yapmam istenmişti. Orada da performans olarak büyük bir taşı heykel mantığında yeniden üretiyordum. Bu performansın ilhamı Bakü’deki Kobustan petroglifleriydi. UNESCO’nun Dünya Mirası ilan ettiği Kobustan bölgesinde, tarihi günümüzden 15 bin-20 bin yıl öncesine kadar uzanan oymalar yer alıyordu ve kayalara oyulmuş 6.000’den fazla çizim Taş Devri sanatına tanıklık ediyordu. Tarih öncesi insanlar bu kayalara çeşitli çizimler yapmışlardı. Ben de mekân olarak Bakü’de ürettiğimden yine mekânla ilişkilenmek istedim ve bu kayalardan ilham alarak kendi siluetimi devasa bir taşa kazıdığım “Layers” (Katmanlar) adlı performansımı gerçekleştirdim. Dolayısıyla orada da ortaya beden, mekân ve malzeme ortaklığında bir heykel çıktı. Bu mantıkla ürettiğim başka işlerim de var çünkü dediğim gibi üç boyutu sadece bedenle değil;bedenle, mekânla ve çeşitli malzemelerle birlikte araştırıp ortaya bir heykel çıkarma merakı var bende.
“Essence” (Öz), epey zorlayıcı bir performanstı keza gördüğüm kadarıyla ciddi bir zihin konsantrasyonu ve beden kuvveti gerektiriyor. Performanslarınızda bedenin güç dengesini ve güçle sınandığı yerlerde sınırını denetlemeyi seviyorsunuz zaten. Burada özellikle güç bir kazıma eylemi ve kazıyarak ulaştığınız sembolik bir alan, bir dil alanı var. Kazıyarak ulaştığınız alanda, “İnsanın Onuruna Dokunulamaz!” yazıyor. İkinci gün serginin duvarında da yer alan bu ifadeyle ne kastettiğinizi biraz açar mısınız?
Evet, 2016’da Norveç’e davetliydim ve “Essence” performansımı ilk orada gerçekleştirdim. Şeffaf ama üzeri kırmızı boyayla boyanmış bir pleksiglaszemin üzerinde duruyorum veüzerine çeşitli aletlerin monte edildiği bir kostüm giyiyorum. Kostümdeki aletleri tek tek elime alarak pleksiglas zemindeki kırmızı boyayı kazımaya başlıyorum. Kırmızı renk tam olarak kazınırsa izleyici yazıyı okuyabiliyor: “THE DIGNITY OF MAN IS INVIOLABLE.” Bu işi ilk kez Norveç’te İngilizce olarak yaptım ama işin ilhamı aslen Almanca bir cümleden geliyor. Alman Anayasası’nın birinci paragrafında şöyle yazar: “DIE WÜRDE DES MENSCHEN IST UNANTASTBAR.” Bunun hikâyesi de malum, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleşen Yahudi Soykırımı. Anayasalar toplumsal deneyimlerin sonucunda üretilir, dolayısıyla bu madde de böyle bir deneyimin neticesinde yazılıyor. Norveç’e gittiğimde araştırdım, Norveç Anayasası’nda böyle bir madde yok ama bir benzeri var. Ardından 2017’de İtalya’da Villa Massimo’da İtalyanca olarak “LA DIGNITÀ DELL’UOMO È INTAGIBILE” cümlesiyle performansımı tekrar gerçekleştirdim. Orada da bir avukat aracılığıyla araştırdım ama yine böyle bir maddeye rastlamadık fakat benzeri bir madde vardı. Sonra 2017’de Berlin Martin-Gropius-Bau Müzesi ve 2021’de Münih’teki Bavyera Güzel Sanatlar Akademisi’nde yeniden ürettim. Bu kez bu maddeyi kendi dilinde yapacaktım ama bir türlü olmadı. Aynı pleksiglas, aynı boya, aynı malzemeler ama hayır, bir şekilde yeri kazıyamadım. Ne farklıydı anlayamadım, hava mı, su mu? Yaklaşık 45 dakika uğraştım, olmadı. Sonunda ortaya sadece menschen (insan) kelimesini çıkarabildim. Artık bırakmalıydım çünkü senin de dediğin gibi çok yorucu, çok kuvvet isteyen bir performanstı ve bedenim artık, “Yeter,” dedi, “çok yoruldun.” Ama performansların sonunda İngilizce, İtalyanca ve Almanca olarak kırmızı boyanın altında yazan yazıyı, yazıldığı dilde tekrar ve tekrar yüksek sesle seslendiriyorum. Münih’te de Almanca seslendirdim. Dolayısıyla benim cümleyi seslendirmemle aşağıda çıkan menschen kelimesi de anlamlı hale gelmeye başladı.
Türkiye’ye gelince bir avukatla araştırdım; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da birebir olarak böyle bir madde olmasa da 12. madde şöyle diyordu: “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.” Aynı değil ama benziyor işte. Demek istediğim sonunda insanız ve dünyanın her yerinde böyle bir cümlenin hatırlatılmasına ihtiyaç var artık. Ben de bunu sadece dilinde performans ürettiğim ülkeler adına değil, tüm dünya adına söylüyorum. Dünya iyiye gitmiyor, durum hiç iyi değil. Bununla çok basit bir şey söylemeye çalışıyorum: İnsana saygı! Olmuyor ama işte, bugün dünyaya bakınca tam tersine gidiyor olaylar. Düşün, ben bu performansı ilk kez 2016’da yapmışım yani sekiz yıl önce, şimdi sekiz yıl sonra hâlâ aynı şeyler yaşanıyor,hâlâ aynı şeyleri eleştiriyoruz, ne kötü.
Burada bir şey daha var, ciddiye alıp söylesem mi, yoksa hiç bahsetmesem mi bilmiyorum. Sosyal medyada çok kötü şeyler söylenmiş hakkımda, “Essence” performansının videosundan küçücük bir parçayı alıp –ki o kısımda iç çamaşırımın göründüğü kısım– “Külotu görünüyor,” gibi hatta daha da ileri giderek son derece ayıp diyebileceğim yorumlar yazılmış. İnsanları anlamıyorum, bu kadar basit mi? Hiç düşünmeden konuşmak, bilmeden söz sarf etmek bu kadar kolay mı? Ben bu işe ruhumu katıyorum, bir şey söylemeye çalışıyorum. Sonunda ben sanatçı olarak başka bir şey yapamıyorum, sanatımla sistemi eleştiriyorum ya da sisteme dair bir şeyler beyan ediyorum. İnsanlar bunu görmüyor, gözlerini, zihinlerini açıp düşünmüyor. Bununla ilgili “Karşılık verdin mi?” gibi sorular da geldi bana ama üzerine düşünmek istemiyorumve bu insanlarla tartışmak istemiyorumçünkü hasta olurum. Üstelik iki kadının yaptığı bir programmış bu yorumların yapıldığı sayfa. Ne kadar kötü, bir başka kadının buna maruz bırakılması. Ben, “İnsana saygı,” derken, her insanın bir saygınlığı vardır demek isterken, insanlar yine kişiliğe, öznelliğe, bedene saldırıyor. Bu kötülük, bu olumsuzluk neden var, aslında benim işim tam da buradaki saygısızlığı eleştiriyor. Ne diyeyim, insanın ruhu temiz olmalı, bunu diyorum sadece. Sen okudun mu o eleştirileri bilmiyorum, okuduysan sen ne düşünüyorsun?
Evet, ne yazık ki ben de denk geldim. Üzerinde durulacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Çağdaş sanat genellikle bu tarz yorumlara açık ve alışık bir biçim. O nedenle böyle negatif yorumların yapılmasına şaşırmıyorum fakat tabii negatif yorumun da bir itibarı olmalı, buradaki yorumlar tamamen kötü zihnin karanlık dışavurumu. Eleştiri sanata değil, insan bedenine. Dolayısıyla saygıyı sanattan önce insan bedenine davet etmek gerekiyor. İki kadının üstlendiği bir programın başka bir kadını toplumsal cinsiyetli bir yerden böyle eleştirilere açık hale getirmesini son derece ahlakdışı buluyorum.Bu sizi bu şekilde yoruma açık hale getiren ve bundan rant elde etmeye çalışan içerik üreticileriyle de ilgili. Onların yaptığı ise saldırıyı size değil, sizden öte “kadın” kimliğine ve sanatçı kimliğine doğru bükmek. Bu da tabii ki sanatın pozitif bir yerden alımlanmasına kesik atan bir müdahale oluyor.
Evet, bu yaklaşık bir saat süren bir performans ve bunun iki saniyelik bir fragmanı üzerinden böyle yorumlanması beni biraz düşündürdü o yüzden lafını açtım. Peki sen ne düşüyorsun? Şimdi ben sana sorayım. Çünkü sen performansın tamamında oradaydın ve benimle deneyimledin, dolayısıyla tamamını deneyimlemiş biri için başka bir yere gider bu performans. Benim düşüncemden yola çıkmak zorunda değilsin, senin için ne söyledi “Essence” performansı?
Ben kostümde bakışımı oyaladım diyebilirim. Kostümünüzde monte halde duran ve performansta sırasıyla kullandığınız aletler çeşitlilik gösteriyor; bıçak, çekiç, çatal gibi. Bunlar önce giydiğiniz ten rengi, keten bir elbisenin üzerine duruyor, ki sonraki gün bu elbise de bir enstalasyon olarak sergiye katılıyor. Benim gözlemim elbiseden söktüğünüz her bir aletin başka bir mesleğe, yani başka bir öznelliğe ve hayatı yaşama tarzına gönderme yapması ve her öznellik için ortak bir ifade olarak “insanın onuruna dokunulamaz” ifadesinin yer alması. Bu çeşitlilik, ortaya adına uygarlık dediğimiz toplumsal yaşamı çıkarıyor; sanki siz buradaki özneler arası eşitsizlik ve ortak yaşama içkin söylemsel ve fiziksel şiddete dair mesafe almaya çalışıyorsunuz. Bunun bir kazıma eylemiyle gerçekleşmesi de yine toplumsal yaşama ilk geçiş ve ardından uygarlaşan insanın “vahim” durumuna işaret eder gibi.
Ooo çok süper, ben onu böyle düşünmedim açık söyleyeyim. Haklısın sonunda dokuz farklı alet, dokuz farklı insanı, insani yaşamı ortaya çıkıyor. Bıçak olmasa ekmeğimi kesemem, çatal olmasa yemeğimi yiyemem…Dokuz nesne kullanıyorum ama aslında daha çok şey var; kostüm için terzimiz, boya için boyacımız, yazı için grafikerimiz, pleksiglas için ustamız var. Sonunda ise hepsi benim bedenimde konumlanıyor.Düşününce ne çok insan ne çok yaşam tarzı var. Çok güzel düşünmüş, hayal etmişsin. İnsanlar çeşit çeşit emekle para kazanmaya, hayatını kurmaya çalışıyor. Peki bu insanlara saygı göstermeyecek miyiz? Bu benim “Emotion in Motion”(Hareket Halinde Hisler) işim gibi aslında. Bütün nesnelere ve arkasındaki insanlara saygı. Yaşadığımız dünyada zamanımız kısa ve bu kısa zamanda müşterek bir yaşam kurabilmek önemli olan.
Burada şunu da eklemek istiyorum çünkü performansın ardından sergide kalan heykeller benim için çok önemli. Biliyorsun kostüm ve pleksiglasenstalasyon olarak kaldı sergide. Üzerinde yazı olan pleksiglas benim kazıma ritmimle adeta bir resme dönüştü, kullandığım aletlerin yüzeyinde bıraktığı izler soyut bir resmi ortaya çıkardı. Pleksiglası alıp beyaz duvara siyah yazıyla yapıştırdık. Böylece bir duvar heykeli çıktı ortaya. Kostümden söktüğüm malzemeleri de kostüme yeniden monte ederek, onu da başka bir heykel olarak sergiye yerleştirdik. Burada anlatmak istediğim şey bu heykellerle somutlaşıyor aslında ve bunu izleyiciyle beraber keşfediyoruz. Yazı, kostüm ve performansın video-enstalasyonu bir arada performansın ardındanyeni bir boyut yaratıyor. Bu benim için de yeni bir deneyim.
İkinci gün izlediğimiz “Cohesion Patterns-Egg”de temsili bir yumurta vardı; beyaz, oval ve ortasında asimetrik olarak açılmış delikler bulunan bir yumurta formu. Bu yumurtayı sarı bir halatla adeta dokudunuz. Halatın ucunda ağır, büyük bir iğne vardı ki iğneyi güçlükle tutmanız, yaşamın, doğumun, başlangıcın güç bir iş olduğunu da aktardı. İğnenin ağırlığını ve halatın karmaşıklığını izleyici de doğrudan deneyimledi. İnteraktif ve kolektif bir iş ortaya çıkardınız. Bu performansın interaktif oluşu nasıl bir deneyim ortaya çıkardı?
Bu işi ilk kez 2020’de video-performans olarak Berlin’deki atölyemde yapmıştım. Pandemi dönemiydi, aynı zamanda Paskalya zamanıydı. Yerel bir gazete için benden bir şeyler istenmişti. Buradan hareketle üretmiştim ilk kez. Ama iğneyle dokumak fikri bir çocuk kitabından geliyor. Bir gün bir lokantada arkadaşım çocuğuna kitabında yer alan eğitsel bir programda iğneyle bir şeyi dokunması için yardım ediyordu. Orada hemen düşündüm, o küçük heykel ve iğneyi kocaman yaparsam nasıl olur diye. Ondan sonra pandemide ilk kez bu fikri uyguladım ve sonra 2020’den beri çeşitli formlarda tekrar ediyorum. Yine 2020’de ikinci kez gerçekleştirdiğimde dediğim gibi pandemi dönemiydi ve maske bulunmuyordu, herkes kendi maskesini dikmeye başlamıştı. Ben de ikinci heykelimi bu kez halka açık olmayan bir tiyatro salonunda “Cohesion Patterns –Mask and Glove” (Uyum Desenleri – Maske ve Eldiven) adlı işimle bir video-performans olarak gerçekleştirdim. Burada heykelimi maske formunda ele almıştım ve onu dokuyordum.
Üçüncüsündeyse 2023’te Duisburg, Lehmbruck Müzesi’ne The Liberation of Form: Barbara Hepworth (Formun Kurtuluşu:Barbara Hepworth) sergisine canlı performans yapmak üzere davet edilmiştim ve burada “Cohesion Patterns–Pierced Form” (Uyum Desenleri–Delikli Form) adlı performansı Barbara Hepworth’den ilhamla ürettim. Hepworth de heykelde delikler üzerinden ilerler. İstanbul’da gerçekleşen versiyonunda ise yine yumurta formundan faydalandım ve performans sırasında spontane bir şekilde izleyiciyle devam etmeye karar verdim.
Böylece ilk kez interaktif yapmış oldum bu işi. İnsanların ipi deneyimlemesini istedim. O ip ne anlama geliyor, nasıl birlikte deliklerden geçirip yumurtayı dokuyabiliriz, bunu keşfetmek istedim. Bu ip izleyici ile beni birleştiren bir nesne ama öte yandan dokudukça delikleri kapatıyor ve sınırı pekiştiriyor. Dolayısıyla ip yoğunlaştıkça önce deliklerinden nefes alan yüzey katı bir sınıra dönüşmeye başlıyor. İp, burada hayatı sembolize ediyor. Evet, yaşamın başlangıcıyla ve hayatla bir ilgisi var bu işin. Bu çizgide aslında yaşamın sıfır noktasına odaklanıyor. Yaşamı birlikte var etmeye, dokumaya odaklanıyor ve yaşamla ilgili olması bağlamında “Essence”la da ilişki kuruyor. Peki sen de bu performansı deneyimleyen biri olarak ne söylerdin? Çünkü hatırlıyorum, sen çok zorlandın, iğne ağırdı ve ben o kocaman iğnenin sivri ucunu kendi boynuma dayamıştım, her an batacak gibitutuyordum ve sen de iğneyi sürekli geri çekmeye çalışıyordun. Bir zorlanma olmuştu sende ama sonunda ikna oldun, değil mi?
Evet, iğnenin ağırlığı ve ağırlığından dolayı kolay kontrol edilememesi beni biraz ürküttü çünkü sivri ucunun boynunuzda yarattığı deri basıncını da yakinen görebiliyordum o sırada. Dolayısıyla size gücüm yettiğince direndim ve sonra evet, bir noktada başınıza bir şey gelmeyeceğine de ikna oldum sanırım.
Oradaki dirençten bahsedeyim. Bazen izleyiciyle göz göze geldiğinde hemen bir enerji oluşuyor ama bu keskin nesne çok radikal, tabii seni anlıyorum bir taraftan ben zarar göreyim istemedin ama aynı zamanda ben sana keskin iğnenin diğer ucunda olan biri olarak, “Rahatla,” demek istedim. Çünkü, “Birbirimize zarar vermek istemiyorsak vermeyiz, enerjimizi birbirimize verirsek iyi bir noktaya varırız,” demek istedim. Nitekim sonra rahatladık ve sen de ikna oldun. Ama tabii her insan aynı değil, herkes başka bir enerji veriyor.
Peki hiç endişelenmiyor musunuz? Çünkü performans sanatının tarihi fiziksel ya da zihinsel şiddeti ve yaralanmayı da içeriyor. Malum sizin de hocanız olan Marina Abramović’in “Ritim 0” örneği var ya da Yoko Ono’nun “Cut Piece” (Kesme İşi) örneği. Ono daha psikolojik bir kırılganlık yaşıyordu gerçi ama Abramović’in performansındaki şiddetin ciddi sonuçları olabilirdi.
Yok, hiç korkmadım ama başka bir şey hissettim. Bazı izleyiciler ipliği o kadar sert çektiler ki, başka bir yere gitti süreç. O an düşündüm ki ya heykelim kırılacak ya da ipi geri çekemeyecek, toparlayamayacağım. Orada bir direnç vardı. Ben kontrol edemedim. Zorlandım ve beni de sarstılar. Onu kontrol etmeseydim ne olacaktı bilemedim. Ama işin doğası bu, insanlarla yaşıyorsan kontrol edemezsin. Sonra düşündüm ki tamam kolay değil, şimdi dokumaya beraberce gidilecek ama dediğim gibi bir an işin başka yere gittiğini de hissettim.
“Panta Rhei”de (Her Şey Akar) özellikle çağdaş sanat örneklerinden Pollock, Duchamp ve Beuys etkileri görüyorum. Performansın sonuna doğru ayaklarınızın altındaki beyaz zeminde damlatma tekniğiyle bir resim yaratılması Pollock’vari bir boyamayı ortaya çıkarıyor. Kullandığınız hazır nesnelerin bir sanat eserine dönüşmesiyle Duchamp’ı hatırlatıyorsunuz, son olarak tabaklarla ayinsel bir müzik ortaya çıkardığınız noktada Beuys’un “Iphigenia / Titus Andronicus” performansını yeniden zuhur ettiriyor gibisiniz. Bu benzerlikler noktasında bilinçli mi davrandınız?
Evet çok haklısın, içinde Pollock, Duchamp, Beuys var ama bakarsan Klein da var bu işte. Niyetim bunları alıp birleştirmek değildi ama. 2021’de Bröhan Total! (Bröhan Toplamı!) adlı sergi kapsamında Berlin Bröhan Müzesi’ne davet edilmiştim. Bröhan Müzesi, art nouveau ve art deco için kurulmuş bir devlet müzesi. Sergide müzenin kurucu direktörü, koleksiyoner ve aynı zamanda müzeye adını veren Karl H. BröhanKoleksiyonu’ndan seçkiler vardı. Bana sergi kapsamında porselenle bir şey yapmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Ben de kabul ettim. Porselen bilirsin çok değerlidir, hatta beyaz altın derler ona. Almanya’da bu performans için bulduğum porselenlerle performans Almanya tarzında oldu. Çünkü porseleni biliyorsun, coğrafi özellikler taşır. Bu işi Türkiye’de yaptığımda ise Türkiye tarzı oldu. Almanya’da daha farklı daha büyük boyutlu porselenlerle çalışırken, burada daha minimal porselenlerle çalıştım.
Sergi için bir sürü porselen topladım ve performans sırasında porselenleri üzerinde demir çubuklar olan heykel kaidelerine yerleştirebilmek için ortalarına küçük delikler açtırdım ve boyaya batırdığım porselenleri bu çubuklara geçirdim. İstanbul’da da aynı şekilde ilerledim. Bu kez üç kaide ve üç ana renk kullandım ve kostümümü de fark ettiysen havlulardan diktirdim. Çünkü üç rengin heykelleşmesi sırasında renklerin birbirine karışmasını istemiyordum ve her bir porseleni boyaya batırdığımda elbisemdeki havlularla ellerimi iyice siliyordum. Böylece birbirine bulaşmadan üç ana renkte heykel çıktı ortaya. Hayat renkli denir ya ama öte yandan üç ana rengin zeminde –kontrolüm dışında– birbirine bulaşmasıyla karanlık bir renk de ortaya çıktı. Yani evet hayat bir yandan rengârenk çok güzel ama öte yandan tüm renklerin ayrı bir ağırlığı var onları da içinde barındıran ve insanı da zorlayan bir şey. Sonunda bu performansın da heykelleri sergide yerini aldı. Bunlar zaten heykelleştirilmiş nesnelerdi ben sadece çeşitli nesnelerden yeni bir heykel yaptım. Ayrıca performansta rengârenk bir hal alan havlu elbise de tıpkı “Essence”daki kostüm gibi sergi mekânına yerleşti.
Bütün performanslarınızda kullandığınız nesneler sergide enstalasyon olarak konumlanıyor; ayrıca performanslarınızın da video-enstalasyonları var. Ancak serginin kuruluşu sırasında canlı olarak sergilemediğiniz bir performansınız olan “Pars Pro Toto”nun video-enstalasyonu da var. Bu videoda üzerinde çalıştığınız buz kalıpları görüyoruz, bu buzları çeşitli fikirlerle eritmeye çalışıyorsunuz. Bu performans da benim aklıma Allan Kaprow’un 1967’de California’da kolektif bir şekilde gerçekleştirdiği “Fluids” (Sıvılar) performansını getirdi. Orada Kaprow ve katılımcılar dikdörtgen biçimindeki iri buz kalıplarından bir duvar örüyorlardı ancak ekim ayında California’nın havası buzdan tuğlaları henüz örülürken eritiyordu. Bu happening tabii küresel ısınmayla da temas ediyor, sizde böyle bir düşünce var mıydı?
Allan Kaprow’un birçok eserini biliyorum ama bu eserini bilmiyordum. Benim buradaki amacım yine mekânla ilişki kurmaktı. 2019’da, sanatçı kolektifi Endmoräne tarafından Brandenburg yakınındaki Stienitzsee Gölü kıyısında eski bir türbin fabrikasında gerçekleşen UNTER STROM Sommerwerkstatt grup sergisine özel ve yeni bir canlı performans yapmak üzere davet edildim. “Panta Rhei”yi ilk kez orada gerçekleştirdim.Yani bu performansı ilk kez 2019’da elektrik üreten eski bir fabrikada yapmıştım. Dolayısıyla fabrikanın mantığında düşündüm; jeneratör sisteminin çalışması için sıcak ve soğuk aynı anda gerekiyordu. Ben de bu fabrikada sıcak ve soğuğu nasıl birleştiririm diye düşündüm. Önce mekânı iyice araştırdım, inceledim sonra, “Tamam,” dedim,“buzla çalışalım. ”Buzu nasıl eritirim?Önce ütüyle çalıştım. Bir çeşme heykeli yaptım ve üzerine 50x70 santimetrelik bir buz bloğu koydum. Performans içinde buz bloğunu eritmem beş saatimi aldı. Orada eriyen suyu biriktiriyordum. Sonra biriktirdiğim suyu elektrikli su ısıtıcısıyla ısıtıp yeniden buza döküyordum ve buz da eriyordu. Sonra bu yöntemle öyle güzel heykeller çıkarıyordum ki ama hepsi bir saniye içinde eriyor, yok oluyordu. Aslında Kaprow’unki gibi bu da gelip geçici bir heykel. Tabii iklime de geliyor konu, bu nedenle fikirsel olarak da Kaprow’a bağlayabiliriz; çünkü ikilem var. Isıtma ve soğuma. Buzullar eriyor, denizler çekiliyor, dünya yok oluyor. Bu bağlamda Keşfin Boyutları sergisine de oturuyor çünkü yine yaşamla ilgili.
Bu performanslar arasındaki ortaklıktan ya da performanslardan arta kalan enstalasyonların birbiriyle hangi noktada konuştuğundan, diyalog kurduğundan biraz bahsedebilir misiniz?
Keşfin Boyutları çeşitli perspektifler üzerinden heykel ve hayat üzerine konuşan bir sergi. Gerçekleştirdiğim tüm performanslarda var bu durum. “Essence” politik ve siyaseten ilişkileniyor hayatla; “Cohesion Patterns-Egg” bir ritüel, bir doku yaratma, dokuma ve yaşam ortaya çıkarma açısından ilişkileniyor; “Panta Rhei” endüstri ve çağdaş düşünce arasında bir ilişki kuruyor. Ama sonunda hayat, doğmak, birlikte yaşamak, kolektiflik ve nihayetindeki ölüm hepsi işin içinde. Bu çizgide, interaktif ve kolektif düşünceyi heykelle birleştiriyorum.
Sizce performans sanatı anlık bir form mu? Performanslarınızın kaydı olan video-enstalasyonlar için hâlâ performans oldukları mantığını sürdürüyor musunuz? Yoksa bu noktada PeggyPhelan gibi mi düşünüyorsunuz? Yani onlar artık performanstan ayrı düşen performatif imgeler mi? Kaydetmek ve geleceğe aktarmak sizce de bu sanatın doğasıyla ters düşmüyor mu?
Ben güzel sanatlardan geliyorum. Resim, heykel, video sanatı ve performans eğitimi aldım. Tabii performans anlıktır, o an yaşanır. Çoğu sanatçı tekrarlamayı da sevmez ama ben seviyorum. Çünkü senin de dediğin gibi malzeme başka, mekân başka, izleyici başka, benim durumum başka vs. Her seferinde başka bir yöne gidiyor, farklı bir şey çıkıyor.
Diğer taraftan işin kaydına gelince, kayıt benim için başka bir sanat. Çünkü kaydı birebir belgesel yapmamak yeniden keşfetmek, video-performans gibi düşünmek gerekiyor. Düşünsene işin içinde ses var, montaj var. Dolayısıyla ben burada videoyu da sanat olarak değerlendiriyorum. Türkiye’de gerçekleştirdiğim “Essence” örneğin, birebir performansın belgesel videosu değil. O kendi kendine bir sanat oldu. Videoda; odak, detay, panorama bir araya geliyor ve ortaya yeni bir sanat formu çıkıyor. Halbuki bir belgesel nihayetinde ama kendi başına farklı bir sanat eseri. Biliyorumperformans sanatı için onu o an yaşamak en güzeli ama ben çok yönlü bir sanatçıyım, bir yandan başka formaları da deniyorum, denemek istiyorum. Performansla duvar heykeli, kostüm heykeli ortaya çıkarmak, enstalasyonlar üretmek, video-performanslar üretmek vs. hepsine meraklıyım.
• Nezaket Ekici, Keşfin Boyutları, 24 Mayıs’a kadar Pi Artworks, İstanbul’da görülebilir.