Marc Kristal
Pauline Boty: British Pop Art's Sole Sister
Frances Lincoln, Londra, 2023
Pop art’ın kurucularından biri olan ve 28 gibi erken bir yaşta trajik bir şekilde hayatını kaybeden Pauline Boty, sanat dünyası kültürüne İngiliz sanatının isimsiz kahramanlarından biri olarak girdi. Ancak Boty, Londra’daki Gazelli Art House’da açılan bir sergi ve yeni bir kitapla yeniden doğmuş gibi görünüyor. Yazar ve senarist Marc Kristal tarafından kaleme alınan Pauline Boty: British Pop Art’s Sole Sister (Pauline Boty: İngiliz Pop Art’ının Tek Kız Kardeşi) adlı kitap, sanatçının mirasını ve savaş sonrası İngiliz sanatına katkısını öne çıkarıyor.
Boty, 1961’de Londra’daki AIA Galerisi’ndeki ilk pop art sergisi de dahil olmak üzere önemli sergilerde yer almasına rağmen, çalışmaları neredeyse 30 yıl boyunca gözden uzak kaldı. Bir hamilelik kontrolü sonrasında kanser teşhisi konulan Boty’ye radyoterapi yapılabilmesi için kürtaj olması önerildi ancak sanatçı her ikisini de reddetti. Boty, Temmuz 1966’da, kızı henüz beş aylıkken öldü. Kendisi de bir sanatçı olan kızı Boty Goodwin ise California Sanat Enstitüsü’nden mezun olduktan bir gece sonra aşırı dozdan öldü.
1990’ların başında küratör ve sanat tarihçisi David Alan Mellor, Boty’nin bazı önemli eserlerini erkek kardeşinin çiftliğindeki bir ahırda yeniden keşfetti. Bu eserleri restore eden Mellor, onları 1993’te Londra’daki Barbican’da sergiledi. O zamandan beri Boty'nin çalışmalarına olan ilgi yavaş yavaş ivme kazandı; Kristal da kitabında pop art sanatçısını bir kez daha gündeme getiriyor.
Kristal şöyle diyor: “Boty’nin İngiliz pop art tarihine eşsiz ve önemli bir katkısı oldu ama ölümünden sonra uzun yıllar boyunca hem kendisi hem de eserleri bilinmezliğe gömüldü. Resimleri ve kolajları nadiren sergilendi ve sanatçı, baştaki potansiyelini gerçekleştirememiş trajik bir figür olarak hatırlandı. Bu kitap, sanatçının hayatına ve yaşadığı döneme derinlemesine bakarak, hem yaşadığı tarihsel dönemin merkezinde yer alan hem de günümüz için önem taşıyan bir kişiliği anlatıyor.”
Yazarın Boty’ye ilgisi 2013 yılında Londra’da, yağmurdan kaçmak için Christie’s müzayede evindeki When Britain Went Pop (Britanya Pop’a Geçince) sergisine sığınmasıyla başladı. Boty’nin sergideki “It’s A Man’s World I” (Bu Bir Erkeğin Dünyası, 1964) tablosu, onu adeta büyüledi. Tablo Albert Einstein, Marcel Proust ve Vladimir Lenin gibi tarihî kişiliklerin arşiv fotoğraflarından ve Abraham Zapruder’ın çektiği amatör filmin 308. karesindeki John F. Kennedy suikastının bir görüntüsünden oluşuyordu.
“Boty’nin bir eserini ilk kez görüyordum, onun adını ilk kez duyuyordum ve resmin gücü, “erkeklerin dünyası”nı aynı anda hem kutlaması hem de kınaması beni çok etkiledi; bu eser aynı anda hem neşeli hem de acımasızdı,” diyor Kristal. “Bu bana [yazar] F. Scott Fitzgerald’ın dehanın iki zıt fikri aynı anda zihinde barındırabilme yeteneği olduğuna dair sözünü hatırlattı. Dahası, sanatçının kişiliğini çok güçlü bir şekilde hissettim. Daha fazlasını öğrenmek istedim ve bu kitaba giden yolculuğa böyle başladım.”
Kitaptaki bölümler Boty’nin Wimbledon Sanat Okulu’nun ardından,1958 ve 1961 yılları arasında Londra Kraliyet Sanat Koleji’nde (RCA) vitray tasarımı eğitimi aldığı dönemi kapsıyor. “Kraliyet Sanat Koleji’nin savaş sonrası en canlı yıllarını öğrenmek aydınlatıcıydı, kıskanmadığımı söyleyemem– orada olmayı çok isterdim,” diyor Kristal. “En ilginç keşfe gelince, bunu söylemek zor çünkü çok öyle çok şey vardı ki. Ama hiç şüphesiz en iyi yanı, on yıl boyunca zihnimde bu kadınla birlikte yaşamak ve onun örneğinden derin bir ilham almak oldu.”
Güzel ve sert
Kristal, Boty’nin RCA’da nasıl çığır açtığını canlı bir şekilde anlatan arkadaşlarının ve meslektaşlarının doğrudan tanıklıklarından yararlanıyor. Moda tasarımcısı Celia Birtwell, Boty’nin davranışlarının oldukça maskülen olduğunu söylüyor. “Pauline’in samimi bir yanı yoktu... Ama onu başkaları için aşırı endişelenen biri olarak da tanımlamazdım. Bu güdüsü sadece kendisi içindi. İnanılmaz derecede güzel olmasına rağmen oldukça sertti.”
Erkek egemen bir ortamda Boty’nin direncini ve hırsını yansıtan pek çok öykü var. Öğrenci arkadaşı Geoffrey Reeve, Boty’nin“[kolejde] muazzam miktarda iş ürettiği”ne dikkat çekiyor. “Gerçekten biz oğlanlardan biri gibiydi.”
Ancak Kristal, Boty’nin her şeyi fetheden bir proto feminist olduğu yönündeki popüler imaja karşı çıkıyor. “Pauline Boty’nin içsel ve dışsal çatışmalardan yoksun olduğunu varsaymak hata olur,” diyor. “Onun dünyaya verdikleriyle dünyanın bunlardan çıkarmayı seçtiği arasındaki farkı tekrar tekrar görüyorsunuz. Boty’nin bir kadının ne yapabileceği ve ne olabileceğine dair hâkim fikirlerle mücadele ettiği doğru;ama aynı zamanda bir banliyö muhasebecisinin, son derece geleneksel değerlere ve beklentilere sahip orta sınıf kızıydı, Boty’nin kendi içinde bu dürtülerle de savaşmak zorunda kaldığına inanıyorum.”
Kristal, Boty’yle ilgili bazı efsaneleri çürüttüğünü de ekliyor. “Boty’nin sanat eserleri, oyunculuk kariyeri ve hayatıyla ilgili tüm yanlış anlamaları keşfetmek büyük bir maceraydı. Belki de en şaşırtıcı olanı, en ünlü tablosu “The Only Blonde in the World”ün (Dünyadaki Tek Sarışın,1963) sanıldığı gibi Marilyn Monroe’nun ölümünden sonra değil, aslında ölümünden önce tamamlanmış olmasıydı.” Boty, büyük ölçüde göz ardı edildiğinden ve kimse hikâyesini derinlemesine araştırmadığından, onu çevreleyen efsaneler ve mitlerinin kemikleşerek zamanla gerçek gibi göründüğünü söylüyor Kristal.
Peki Boty’nin değeri hâlâ yeterince bilinmiyor mu? Kristal’in bu konuda da söyleyecekleri var:“Bir buçuk nesillik bir zaman dilimi içinde, bazı eleştirmenler tarafından kötü, ikincil bir ressam olarak görülen ve ünü görünüşüne ve kişiliğine dayanan birinden, unutulmuş bir dâhi olarak saygı duyulan birine dönüştü. Pauline Boty’nin nihayet geri dönmesi beni çok mutlu ediyor – umarım bu kez temelli kalır.”
CAROLINE CAMPBELL VE SANAT TARİHİNE YÖN VEREN ŞEHİRLER
Dublin’deki İrlanda Ulusal Galerisi’nin direktörü Caroline Campbell, yeni kitabı The Power of Art: A Human History of Art'ta (Sanatın Gücü: Sanatın İnsani Tarihi) 15 şehrin yüzyıllar boyunca sanat yaratımlarını nasıl ilerlettiğini analiz ederek sanat tarihine farklı bir noktadan bakıyor. Kitaptaki bölümler “New York: İsyan 1929-70” ve “Viyana: Özgürlük 1900-14” gibi şehirleri ve dönemleri kapsıyor ve ayrıca Pyongyang ve Brasilia gibi daha az bilinen merkezleri de içeriyor. Campbell, “Sanatçıların çalıştığı sosyal, kültürel, politik ve ekonomik bağlamı anlatan bir sanat tarihi yazmak istedim. Üreticilerin ve kullanıcıların insani hikâyesini ve bunun kapsadığı tüm iyilikleri ve kötülükleri,” diyor.
The Art Newspaper: Bu kitabın diğer sanat tarihi analizlerinden farkı nedir?
Caroline Campbell: Bunun bir dünya hikâyesi olması önemliydi ama kaçınılmaz olarak benim Avrupalı bakış açımla şekillendi. Aynı zamanda şehircilikle de yakın bir ilişkisi var. Sanat her yerde yapılsa da, özellikle şehirlerle bağlantılı. MÖ 8.bin yılda ortaya çıkan ilk şehirlerden bu yana şehirler dinamizm ve yaratıcılık için bir kılavuz ışığı oldu.
Şehirler birçok yerden ve kökenden gelen insanları bir araya getirir; rekabet ruhu yaratır ve bağlı oldukları artı kaynaklar, insanlara sanat yapma ve sanatı himaye etme fırsatı verir. Hiçbir yerde daha fazla uyarı ya da etkileşim bulamayız ve şehirleri sevelim sevmeyelim, hepimiz kendimizi onlarla özdeşleştirebiliriz.
Kitabım, 15 şehrin tarihlerinde yaratıcı faaliyetlerin yoğun olduğu dönemlerin hikâyesini, bizi insan yapan 15 nitelik ve tutkuyla bağlantılı olarak anlatıyor.
Bu şehirleri nasıl seçtiniz? Öne çıkan adaylar var mıydı?
Şehirleri seçerken çok zorlandım. Yazmak istediğim ama yazamadığım çok şey vardı. Berlin ve Paris muhtemelen en şaşırtıcı eksiklikler. Doha, Moskova ve Dublin dahil olmak üzere gerçekten araştırmak istediğim başka şehirler vardı. Nihayetinde, beni yönlendiren genel hikâyem için en önemli olduğunu düşündüğüm nesneler ve fikirler oldu. Totalitarizm hakkında, sanatın olumlu olduğu kadar olumsuz güçleri hakkında da yazmak istedim. Pyongyang’ın dahil etmeme bu ve güncel boyutu sebep oldu.
Hangi sanatçı ya da figür sizin için en “insani” oldu?
Sanat, önceki çağlarda yaşamış ismini bile bilmediğimiz insanlarla duygusal bağlantı kurmamızı sağlayabilir ve bunu diğer kaynaklardan çok daha iyi yapabilir. Samarra’daki Dar al-Khilafa Sarayı’nın zeminindeki duvar resimleri ve seramik parçalarını düşünüyorum. Bunlar, bizim için tamamen kayıp insanların –Abbasi halifelerinin keyfi için yaşayan kadın ve erkek kölelerin– hayatlarını ve deneyimlerini yaşatıyor.
O zamandan beri kitapta yer alabilecek başka şehirleri geldi mi aklınıza? Bu devam eden bir araştırma mı?
Şehirlerle ve sanatla sürekli ilgileniyorum, bu nedenle gelecekte bu konuyu nasıl araştırabileceğimi düşünmeye devam ediyorum. Kazakistan’ın başkenti Astana gibi merkezler aklıma geliyor. Ayrıca İskenderiye gibi kökten değişmiş metropoller de var.
Caroline Campbell, The Power of Art: A Human History of Art: From Babylon to New York City, Pegasus Books, New York, 2024