ÇAĞLA MEKNUZE KIRANT: İkinci romanın Hayattayız Madem’de ülkeler, yıllar, diller arasında göçmenlikte ve hatta sürgünlükte buluşan insanları okuyoruz. Hollanda’da yaşayan bir Türk olarak sen karakterlerinle nerelerde buluşuyorsun?
ÇİLER İLHAN: Bizim taşınmamız tercihti, mecburiyet veya sürgün değil. Cos’un dedesiyle Meryem’e ve ölüm yolculuklarına çıkmak zorunda kalan milyonlarca insana kıyasla tecrübem çok daha hafif. Öte yandan bu tercihi yapmak durumunda kaldık, insanın doğduğu toprağa yabancılaşması maneviyatını tahmininden öte zedeleyebiliyormuş, Türkiye’de son yıllarda böyle hissettik.
Roman kahramanlarımla kurduğum bağa gelince, dilden başlayabiliriz belki… Mesela Meryem’in ve Cos’un atalarının Türkiye’deki, Batya’nın Hollanda’daki durumunu hissediyorum. Dil derken elbette karmaşık bir kültürel sistemden de bahsediyoruz ki bunu öğrenmek, kanıksamak, içinde yaşamak insanın yıllarını alıyor. Hele bir de işiniz yazmaksa! Aidiyet ve özlem duygusu da zorladı beni… Yeni ortamlara uyum sağlama, âna odaklanma, ileriye bakma yeteneğimin yıllar içinde gelişmiş olduğunu, uzun yıllara dayanan dostluklarım, farklı yönlerimi, zevklerimi paylaştığım arkadaşlarım olsa da biraz içe dönük biri olduğumu düşünürdüm fakat ilk yıl zorlandım... Kentin gürültüsüne, köpek havlamalarına, iş çıkışı arkadaşlarımla bir sergi açılışına, filme, rakıya gitmeye, kendimi fazladan anlatmaya gerek duymadan anlaşılmaya, bir topluluğa aidiyet hissi duymaya meğer çok alışmışım. Yeni bir ülkede insan kendini yeniden tanımlıyor, tanıyor. Sosyal kodlar, alışkanlıklar, yaşama kültürü bambaşka. Bunun zorlayıcı olduğu kadar insanı tazeleyen bir tarafı da var.
Karakterlerin çoğunu gerçek yaşam hikayelerinden yola çıkarak yazmışsın sanırım. Araştırma sürecinden, tanıklıklarından bahseder misin?
Ana karakterlerimin dördü de tamamıyla kurgu ama evet, gerçek insan olsalar başlarına benzer şeyler gelmiş olabilirdi… Cos’un Nazi kamplarında kimi öldürülen kimi kurtulan atalarıyla Meryem’in IŞİD esaretinde ve kaçarken yaşadıkları sırtlarını tarihsel tanıklıklara dayadı. Hem Holokost hem Suriye ayağında basılı, online belgeler, araştırmalar, kitaplar, belgeseller, filmler, yüz yüze görüşmeler kaydıyla pek çok bilginin, yaşantının izini sürdüm yedi yıla yakın Hollanda’da, Polonya’da, Suriye-Türkiye-Hollanda ayağında… Batya içinse günümüzün Amsterdam’ını yaşatmak için özellikle onun vakit geçireceği mekanlarda dolaştım. De Trap isimli oyunculuk okulunda bir ay misafir öğrenci olarak derslere katıldım.
IŞİD tarafından esir edilen, korkunç eziyetlere maruz kalan kadınlardan durumun ağırlığı, akıl almazlığı göz önünde bulundurulduğunda gerektiği kadar bahsedilmiyor. Kendi kendime sıkça sorduğum bir soruydu bu… Romanını bu anlamda da değerli buluyorum. Neden sessiz kalınıyor sence?
Teşekkür ederim… Ben de önemsiyorum bunu. Sanırım gerçek, başa çıkamayacağımız kadar dehşet veriyor bize. Daha yeni, Nijerya’da 300’e yakın öğrenci kaçırıldı, yaşları 5 ila 15 yaş arası. Bu ayki üçüncü toplu kaçırma. Düşünebiliyor musun, pat diye annesiz babasız, öylece, bir grup barbarın eline düşüyorsun… 10 Mart 2024 tarihli ABC News haberine göre geçen yıl 3500’e yakın insan kaçırılmış, kadın, çocuk… Bir kısmı kayıp, bir kısmı halen esir… İnsan okuyunca delirecek gibi oluyor.
Hamas 7 Ekim’de İsrail’e saldırdığında onlarca kadının, çocuğun vahşice tecavüze uğradığından bahsediliyor. Öbür tarafta, işgal altındaki Filistin topraklarında hele medyanın giremediği bölgelerde ne tür kabuslar yaşandığını tam olarak bilemiyoruz bile… Zaten esaret altında yaşadığı topraklardan sürülen, sürülürken ha bire bombalanan, açlığa, yekûn bir kaosa mahkûm edilen Filistinliler bir yanda, eğlenmek için bir müzik festivaline giden, belki de barış yanlısı ya da diyelim ki hiçbir şiddete karışmamış bir gencin tecavüze uğraması diğer yanda… Şiddet hiçbir zaman çözüm değil. Dini, ırkı, etnik kökeni merkeze alan ideolojilerle, politikacılarla oynamamak gerektiğini anlamak, geçmişten, günümüzden ders almak bu kadar mı zor? Pusulayı kaybetmemek için en azından olanı biteni görmezden gelmememiz ve baktığımızda da siyah beyaz görmememiz gerek sanırım.
Suriyelilerin durumu, Ezidiler’in maruz kaldıkları bölgedeki çatışmalar ve son dönemde Avrupa’da göçmenler Hollanda medyasında ve toplumunda nasıl yer buluyor?
Hollanda’da bazı tanışlarımın 22 Kasım 2023’teki genel seçimlerde sağcı, radikal, ırkçı, Hristiyanlık dışındaki organize dinlere karşı, Avrupa Birliği’ne karşı Geert Wilders’ın partisine oy vermesine şaşıp kalıyorum halen... Geçen hafta biriyle “cehalet” üstüne konuşuyorduk. Birkaç cümle sonra anlaşıldı ki onun kafasındaki cehalet Türklere, Faslılara, Suriyelilere, Eritrelilere ait… Benimki ise Wilders seçmenine. Algı farkı bu kadar büyük olabiliyor. Fakat konuşmaya devam ettik. Bir sonraki seçimde ihtimal yine kendi partilerimize oy vereceğiz ama iletişimi kesmek sadece daha keskin sonuçlar doğuruyor. Türkiye’de yıllardır yaşıyoruz bunun sıkıntılarını… Lisede birlikte okuduğum arkadaşlarımın bazen sosyal medyadaki postlarında görüyorum: “Syrian go home!” [Suriyeli, evine git] diyorlar mesela... İnanamıyorum. Hadi onu yıllar içinde pek çok devletin eseri, ateşi dinmeyen bir cehenneme yollamakta sorun görmüyorsun, ölsün bana ne, diyorsun. Peki Suriyeli gitti, senin ülkendeki insan hakları sorunu, eşitlik, hak hukuk sorunu, sağlık, eğitim, barınma, insan gibi yaşama sorunu böyle mi çözülecek?
Meryem’le karşılaşan Ahuva’da kendi vicdanımla ve fakat aynı zamanda da şahsen cesaret edemediğim bir “misafirperverlikle” karşılaştım. Pek çok okurun da benimle aynı hisleri paylaştığını düşünüyorum. Kıyılarda, sınırlarda, sokaklarda bunca insan “can çekişirken” nasıl devam edeceğiz evlerimizdeki hayata? Bu dünya hikayesinin mutlu sonu nasıl yazılır sence?
Hollanda’da son yıllarda bitmeyen göç dalgalarının da ışığında kurumsal ırkçılık araştırılıyor, bununla yüzleşilmeye çalışılıyor. Geldiğimden bu yana pek çok kişinin barınma merkezlerinde hizmet ettiğini görüyorum; Hollandaca dersi vermekten gönüllü avukatlığa… Ayrıca bahsettiğin bir tür “misafirperverliği” Rusya Ukrayna’ya saldırdığında Hollandalılar yaptı gerçekten. Ukraynalı mültecilere evlerini açtılar; 2022’de 1500 kişi barındı bu evlerde. Evet, Afrikalı, Orta Doğulu göçmene çifte standart; bu da tartışıldı. Yine de kıymetli... Benzer bir hassasiyeti hükümetler gösterse, ellerindeki kaynakları benzer mesajlar ve sonuçlar yaymak üzere daha etkili kullansa keşke. Fakat çıkarları gereği tam tersini yapmaya devam ediyorlar… Mesela Amsterdam’da 10 Mart’ta Ulusal Holokost Müzesi açıldı. Kral Willem-Alexander tarafından, dışarıda yüzlerce insan Gazze’deki kıyımı protesto ederken, Erev Rav benzeri Yahudi örgütleri dahil…
Elmayla armudu karıştırmamak elzem, belirtmek gereği duyuyorum. Sağduyulu gazeteler Netanyahu hükümetiyle buradaki okullarda son zamanlarda zorbalığa maruz kalan Yahudi çocukların birbirinden ayrı tutulmasını söyleyip duruyor, anlayana... Fakat Hollanda hükümetinin bu müzeyi illaki halen sonu gözükmeyen bir vahşetin sürdüğü bu dönemde, hem de Gazzelilerin çoğu için kutsal olan bir ayda, Ramazan’ın ilk gününde açması şart mıydı? Hadi diyelim açacaksın ama tutup da İsrail’in güya Başbakan Netanyahu’ya göre “daha ılımlı” Cumhurbaşkanı Herzog’u davet etmesi şart mıydı? Müze, kesinlikle unutulmaması gereken Holokost’ta hayatını kaybedenleri en azından bu şekilde anmak, ders çıkarmak için çok kıymetli, elbette, aksini iddia etmek müthiş bir vicdansızlık, düpedüz kötülük; yıllar boyu süren bir sistematik katliamlar zincirinden, kuşaklar boyu, korkunç bir acıdan bahsediyoruz. Hollanda hükümeti bu konuda hassas çünkü Nazi işgali sırasında Yahudilerin dörtte üçü yok edildi. Vicdanlar, Nazilerle işbirliği yapan Hollandalı faşist parti NSB ile hesaplaşmakta halen güçlük çekiyor…
Yani dünyayı kurtarmak için bir Cüneyt Arkın mı lazım, sıradan insanlar akıllarını azıcık başlarına toplasa? Neoliberalizmin harabelerinde kaybolup gidiyor bir kısmı… Wilders’a oy vermesen 150 kişilik parlamentoda 37 vekille en çok koltuğu kapan parti olmayacak. Partisinin adı da Özgürlük Partisi. Kimin için özgürlük? Sadece ona benzeyeler için. Aynı şekilde “Bir Daha Asla” ama herkes için asla... Kafamızı çevirmek veya oturup sadece ağlamak yerine zihnimizi olduğunca sağduyulu, hümanist, kalbimizi açık tutarak yaşadığımız mahallede, kentte bir şeylerin ucundan, bir kişinin bile elinden tutarak fark yaratabileceğinize inanıyorum kısacası. Gezegenimizin hikayesinin bir sonu olduğunu düşünmüyorum; sanki tüm canlılar beraberce ve sürekli, dinamik bir yaradılış yazıyoruz. Daha iyisini yazabiliriz.