Postyapısalcı ve postmodern tarih kuramları,tarihyazımına egemen olan büyük anlatıları sorunsallaştırdı. Hakikat ile hakikatin temsili, tarih ile tarihyazımı arasında mutlak bir ilişkinin olmadığını, “tarihin tarihi” olarak tanımlanabilecek tarihyazımının her zaman “kazananın hikâyesi” üzerinden aktarıldığını, bu sebepten de nesnellik iddiası taşıyamayacağını dile getirdi.Geçmişte ne olduğu kadar geçmişin kim tarafından ve nasıl aktarıldığının da önem kazanmasıyla tarih ile tarihyazımı arasındaki yarık açıldı,böylece anlatının dışında kalan/bırakılan kimi sosyal ve siyasal grupların tarihine ya da tekil, “küçük”hikâyelere odaklanan tarihyazım pratikleri yaygınlaştı.Madunun dilini ya da minör olanın hikâyesini konuşmaya çalışan bu gayriresmi tarihyazım pratiklerinin diğer bir etkisi de anlatı boyutunda oldu. Tarihsel gerçeklik nesnelliğinin sorgulanması ve daha çoğulcu bir tarihyazım pratiğinin geçerlilik kazanmasıyla anlatı, sadece yaşanılan olayların aktarımı olmanın ötesine geçti ve gerçekliği farklı perspektiflerden yeniden kuran/üreten/çoğaltan bir değer olarak konumlandı. Tarihin (history) hikâyeyle (story) özünden kurduğu ortak doğurgan ilişkinin yeniden hatırlanmasıyla tarih ve kurgusal edebiyat arasındaki sınırlar muğlaklaştı; tarihsel anlatının sunum biçimleri de zenginleşmeye başladı.
Yeni tarihselcilik, büyük anlatılardan küçük hikâyelere
19. yüzyılda Ranke’nin evrensel tarihi yazma çabası,20. yüzyılda da Annales Okulu’nun insan hayatını tüm yönleriyle ele alan büyük anlatı (historie totale) yaratma isteği modern tarihyazımının temellerini oluşturdu ve akılcılık, kaynağa dayalılık, yönteme bağlılık ile özfarkındalık, modern tarihyazımının en önemli nitelikleri haline geldi. Southgate’e göre 19. ve 20. yüzyılların başlarında ortaya çıkan modern tarihyazım pratiklerinin “temelindeki masal” (founding myth) nesnellik ülküsüydü. 19. yüzyılda nesnellik ülküsünü savunan birçok tarihçi, tarih felsefesine karşı çıktı ve nesnelliğe duydukları inançla bilen-bilinen, bulgular-değerler ve hepsinden öte tarih-kurmaca arasında keskin ayrımlar yaptı. 20. yüzyıl başlarında dilbilime getirilen yenilikler, yüzyılın ikinci yarısında da bu yeni kuramlardan yola çıkarak temsil üzerine kurulan yapısalcılık sonrası yaklaşımlar, tarihyazımına ilişkin yeni bir bakışın ortaya çıkışına, kurmaca hikâyeler gibi kurgulanabilecek ve daha geniş kitleleri kapsayabilecek özgürleştirici bir tarihyazım pratiğinin oluşumuna önayak oldu(Beverly Southgate, “History: What and Why? Ancient, Modern, and Postmodern Perspectives”, History of Education Quarterly, Cilt 38, Sayı 1, Cambridge University Press, 1998).
Derrida’nın öncülüğünde ortaya çıkan yapısökümcülük, Saussure’ünkatı yapısalcı kuramını reddederek gösterenin gösterilenle sabit bir ilişkisinin olmadığını savundu; tüm anlamların kararsızlaştığı bir yapıda artık yalnızca kendi iktidar alanında ve belli bir zaman aralığında var olabilen bir dilbilimsel yapı konumlandı. Bu yapının içinde herhangi bir bilgi kesin değildi ve “yüceltilmiş faydacı tarih düşüncesi artık bir kültürel algıdan ibaretti” (Ernst Breisach, Historiography: Ancient, Medievaland Modern, University of Chicago Press, 1994).
Göstergebilim düşünürlerinden Barthes’a göre metnin sonu ve kapalı bir merkezi yoktu. Barthes “Tarih Söylemi”nde (1970), Batı medeniyetlerinde tarihin üzerinde bir anlamlandırma baskısı olduğunu savundu. Tarihçi aslında karmaşık bir birikimi bir şekilde birbirine bağlayıp olumlu anlamlar üretmeye çalışıyordu, bu nedenle içeriğine bakılmaksızın her tarih söylemi ideolojikti.Barthes’a göre, bu tür bir söylemin içinde nesnellik ya da gerçekliği yaratmaya çalışmak şizofrenik bir eylemdi (Serpil Oppermann, Postmodern Tarih Kuramı: Tarihyazımı Yeni Tarihselcilik ve Roman, Evin Yayınları, 1999).
Modern tarihyazımının kemikleşmiş bakış açısını derinden sarsan Foucault ise bilginin güç olduğu önermesini yanlış buluyordu. Aksine güç bilgiydi çünkü bilginin oluşmasına izin veren ve hangi koşullarda var olacağını belirleyen şey iktidardı. Foucault’ya göre, hakikati iktidarın dışında tutmak ya da ondan kaçmak mümkün değildi (Chris Lorenz, “Senin Tarihin Sana, Benimki Bana: Tarihte Hakikat ve Nesnellik Üzerine Düşünceler”, Cogito, Sayı 73, YKY, 2013). Tarihçiler, kişilerin dünyasıyla ilgilenmeyi bırakıp metinlerin dilsel yapılarında güç ve baskı izlerini arayan arkeologlara dönüşmeliydi (Breisach, 1994).Postmodern felsefenin öncülerinden François Lyotard’a göre ise birçok bilim dalı gibi tarih disiplini de modernist düşüncenin temelinde olan nesnel, evrensel ve saltçı bakıştan etkilenmişti. Lyotard, nesnellik ve hakikat gibi kesinliklerin ve mutlakiyetçi bakışların yerini çoğulcu ve parçalı yapıların alması gerektiğini dile getirdi.
Postyapısalcı ve postmodern kuramların etkisiyle ortaya çıkan yeni tarihselcilik, tarihyazım pratiğini büyük anlatılardan uzaklaştırdı. Geçmişin tam anlamıyla bilinemeyeceğini ve tarihyazımının neyi içerdiğinden çok neyi dışarıda bıraktığına odaklanan yeni tarihselcilik, tarihin gizli kalmış, uçlaştırılmış, önemsenmemiş belki de saklanmış, bastırılmış taraflarıyla ilgilendi (Chrisopher Coates, “What Was The New Historicism?” The Centennial Review, Cilt 37, Sayı 2, Michigan State University Press, 1993). Büyük anlatılardan çok mikro tarihlere (micro-stories / petite-historie) odaklanan bu yeni tarihyazım pratiğinin diğer önemli bir yönü de tarihyazımının bir anlatı ve kurmacadan ibaret olduğunu ortaya atmasıydı.
Yeni tarihselcilik ile tarihyazımı ve edebî metin arasındaki sınırlar muğlaklaştı. Her tarih metninin aslında bir ebedî metin olduğu ve yazarın öznelliğini barındırdığı açığa çıkarıldı. Tarihin kimin olduğu kadar tarihçinin kim olduğunu da sorunsallaştıran bu “demokratikleşme” süreci tarihyazımın sunum ve anlatım biçimlerini de özgürleştirdi. Tarih disiplininin kazandığı özgürlükler ve yeni gelişen metinsel ve görsel mecralar sayesinde, yeni tarih teorileri ile uygulamaları daha esnek, daha deneysel,daha yaratıcı sunuş biçimleri kazandı. Geleneksel tarihyazımının düzyazı formu halen varlık gösterse de yeni anlatı biçimleri çoğaldı. Film ve belgeseller, sosyal medya projeleri, grafik romanlar, bilgisayar oyunları, yeniden canlandırmalar (performans sanatları), tarih romanlarıyla birlikte daha kişisel sayılabilecek tarih tanıklığı, gezi yazıları artık tarihyazımının alternatif anlatım yöntemlerini oluşturmaya başladı (Jaume Aurell, “Rethinking Historical Genres In The Twenty-first Century”, Rethinking History, Cilt 19, Sayı 2, 2015).
Bir anlatı türü olarak grafik roman
Çizgi romanların ya da grafik romanların, geçerli bir kültür analizi aracı olup olamayacağı halen tartışılan bir konu. Yine de bu yayınlar, mizah ya da doğaüstü güçler üzerinden kurdukları anlatıyı zaman içinde genişleterek ekonomi-politika, sosyal sınıflar, kültürel modernite, toplumsal cinsiyet, gündelik hayat ve sözlü tarih gibi konulara da temas etmeye başlıyor. Tarihyazımında grafik romanların yöntemi ve belgeyi yeniden düşünmek için kazandığı önem, Rethinking History dergisinin 2002’de çıkardığı özel sayıyla tartışmaya açılıyor.Derginin giriş yazısında grafik romanlar, “tarihçilerin kullanacağı bir kaynak olarak sınırlanmaktansa, tarihin kendisini ya da temsilini içerebilecek, sorgulayacak, meydan okuyacak hatta sarsacak bir iletişim ortamı olarak kabul edildiği” vurgulanıyor (Hugo Freyve Benjamin Noys, “Editorial: History in the Graphic Novel”, Rethinking History, Cilt 6, Sayı 3, 2002).
Grafik romanların tarihyazımı anlamındaki önemine ilişkin en iyi örneklerden biri Art Spiegelman’ın yazdığı ve çizdiği, Yahudi Soykırımı’nın hikâyesinin anlatıldığı, Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü. Maus, Art Spiegelman’ın ailesinin Polonya’da Nazi işgali sırasında gördükleri baskıyı ve sonrasında Auschwitz-Birkenau Toplama Kampı’nda yaşadıkları olayları anlatıyor. Spiegelman grafik romanda, Nazilerin o dönemde yaptıkları propagandalardan yola çıkarak Yahudileri fare, Nazileri kedi, Fransızları kurbağa ve Polonyalıları domuz suretinde çiziyor. Maus’un başarısı Yahudi Soykırımı’nı dışarıdan gören nesnel bir bakışla değil, olayların içinden gören bir “mikro tarihanlatısı”yla sunması. Art Spiegelman’ın bu hikâyeyi hazırlarken babası Vladek Spiegelman’la sohbetlerini kaydetmesi de aslında bu çalışmanın temelinde bir sözlü tarih çalışması olduğunu gösteriyor. Kitabın yayımlandığı dönemde geçen ilk bölümlerinde bu konuşmaları da çizen Art Spiegelman’ın, bir sözlü tarih çalışmasının nasıl sunulabileceğine ilişkin yeni bir yöntem yarattığı da söylenebilir. Maus’un bir anlatı türü olarak yarattığı etki sonraki yıllarda ortaya çıkan pek çok yayına esin kaynağı oldu ve grafik romanlar hem belgeleme hem de belgeyi sunma biçimleriyle tarihyazımının tüm alanlarında yeni bir bakışı ortaya çıkardı.
Ülkemizde de son yıllarda tarihyazımına alternatif anlatılar sunan grafik romanlar çoğaldı. Levent Cantek’in 2013’te yayımladığı Dumankara: Hayat Bir Yangındı, bu anlamda öncü nitelikte. Çizimlerini 19 farklı çizerin yaptığı kitapta, 1916 Ankara Yangını’ndan günümüze kadar 21 hikâye yer alıyor. Cantek’in “Ankara Üçlemesi” 2014’te çizimlerini Berat Pekmezci’nin yaptığı Emanet Şehir’le devam edip 2015’te Uzak Şehir’le tamamlandı. Üçleme, tarihin gizli kalmış, uçlaştırılmış, önemsenmemiş hikâyelerini konu etmesiyle ve Cantek’in kendi aile üyelerinin yaşadıkları üzerinden aktardığı mikro anlatılarla grafik romanların yeni tarihselcilik anlamında taşıdığı olanakları büyük ölçüde açığa çıkarıyor.
Grafik romanla mimarlık tarihi
Grafik romanlar son yıllarda mimarlık tarihi çalışmalarında da giderek daha fazla önem kazanıyor. Grafik romancı Chris Wareile radyo programcısı Ira Glass’in projelendirdiği; Ware’in arkadaşı Tim Samuelson’un çocukluk anılarına odaklanan Lost Buildings (Kayıp Binalar) adlı çalışmanın bu anlamda önemli bir yeri var. Samuelson, küçük yaşlarından itibaren Louis Sullivan’ın Chicago’daki yapılarına büyük hayranlık duyan biri. Çocukluk arkadaşı Richard Nickel’la birlikte Sullivan’ın yapılarını tespit edip onlarla ilgili belgeler topluyor, binaları turlayıp yıkılanlardan parçalar alıyorlar. Bir gün yine yıkılması planlanan bir yapıya gitmeye karar veriyorlar;buluşmaya geç kalan Samuelson,vardığında binanın çoktan yıkıldığını, daha da korkuncu arkadaşının çöken binanın altında kalarak öldüğünü öğreniyor. 2003’te Ware, Glass ve Samuelson bu trajik hikâyeyi sözlü ve görsel anlatımın birleştiği bir sunuma dönüştürüyor. Sunumda Samuelson’ın çocukluk anıları anlatılırken senkronize olarak gösterilen Ware’in çizimleriyle Chicago’nun mimari dokusu ve zaman içinde değişimi, Sullivan’ın tasarım yaklaşımı ve modern mimarlıktaki yeri, kent politikaları ve kent sakinlerinin bu yapılarla ilişkisi gibi konular da hikâyeye yerleşiyor.Sunum,2004’te, içinde DVD olan kitap formatında yayımlanıyor. Kitap ve DVD Nickel ile Samuelson’ınyapıları belgeleme çalışmalarını,fotoğraflar ve çizimlerle ilgili yorumlarını,ayrıca Ware’in hazırladığı görsellerin sunumun ses kaydıyla birlikte animasyona dönüştürülmüş halini içeriyor. Lost Buildings Sullivan’ın artık neredeyse tamamı yok olmuş yapılarını tekrar gündeme getirmesi ve kentin kültürel mirasının kaydedilmesi bakımındanönemli bir çalışma.
Mimarlık tarihyazımında alternatif bir anlatı oluşturmak amacıyla grafik roman olarak yayımlanan çalışmalar arasında başka örnekler de sayılabilir: Lucas Harari’nin 2017 tarihli, Peter Zumthor’un Therme Vals Kaplıcaları’nda geçen Dağın Kalbi kitabı; Agustín Ferrer Casas’ın 2019’da yayımladığı, Miesvan der Rohe’nin mimarlık serüvenine odaklanan Mies; Charlotte Malterre-Barthes’ın 2019’da yazdığı, çizimlerini Zosia Dzierżawska’nın yaptığı, mimarlıkta modern hareketin öncü kadın figürlerinden Eileen Gray’le tasarladığı E1027 evinin hikâyesini konu alan Eileen Gray: A House Under The Sun (Güneşin Altında Bir Ev); 2021’de Valentina Grande’nin yazdığı, Sergio Varbella’nın resmettiği,Bauhaus okulunu anlatan Bauhaus: L’ideache ha cambiato il mondo (Dünyayı Değiştiren Düşünce).
Çizgilerle Modern Türkiye Mimarlığı
Çizgilerle Modern Türkiye Mimarlığı projesi, Cumhuriyet’in 100.yılına özel hazırlanan, modern Türkiye’nin inşa edilmesinde öncü rol oynayan mimarlar ve yapıların hikâyelerine odaklanan bir grafik roman ve animasyon dizisi. Projenin başlangıcı, Onur Kutluoğlu’nun 2019’da yazdığı “Mimarlık Tarihi Yazımında Alternatif Anlatı Yöntemleri: Şevki Balmumcu’nun Sergi Evi Yapısının Hikâyesinin ‘Opera’nın Hayaleti’Grafik Romanı ile Aktarımı” başlıklı, danışmanlığını yaptığım yüksek lisans tez çalışmasına dayanıyor. Tez, teorik anlamda 1960’lı yıllar sonrasında yaygınlık kazanan yeni tarihselcilik eğilimini sunmayı; bu bakışın tarihsel gerçekliğin sorgulanması, daha çoğulcu bir tarihyazım pratiğinin ortaya çıkması ve tarihyazımın anlatı yöntemlerinin çeşitlenmesi yönündeki katkılarını göstermeyi amaçlıyor. Bir anlatı yöntemi olarak grafik romanlara odaklanan çalışma, hem tarihyazımında hem de mimarlık tarihyazımında bu temsilin, gerçekliği farklı perspektiflerden yeniden kurmadaki potansiyellerini örneklerle aktarıyor.
Çalışmanın son bölümü, Türkiye mimarlık tarihyazımında sıklıkla referans verilen mimar Şevki Balmumcu’nun 1934 tarihli Sergi Evi yapısının 1948’de Paul Bonatz tarafından Ankara Opera Binası’na dönüştürülme hikâyesini ve bu dönüşümün Balmumcu’nun hayatında yarattığı olumsuz etkiyi konu alan Opera’nın Hayaleti adıyla bir grafik roman içeriyor. Kutluoğlu’yla birlikte yazdığımız, çizimlerini Kutluoğlu’nun yaptığı ve Türkiye’de mimarlık tarihi üzerine yayımlanan ilk grafik romanı olan Opera’nın Hayaleti, barındırdığı zamanlar arası kurgu, tarihsel belgelerle kurmaca anlatı unsurlarını bir arada kullanan yapısı ve mimari nesneye olduğu kadar mimarın öznelliğine de odaklanmasıyla, hikâyeyi mimarlık tarihyazımının ana akım bakışından uzaklaştırıyor.
Opera’nın Hayaleti’nin bir grafik roman olarak hikâyesini mimarlık tarihinin sınırlı okuyucu grubundan daha geniş kitlelere ulaştırabilmesi, ilerleyen yıllarda projenin genişlemesine yol açtı. VitrA mimar ilişkileri ekibi ve Arkitera Mimarlık Merkezi’nin koordinasyonunda modern Türkiye’nin inşasında öncü rol oynayan yapıların ve mimarların hikâyelerine odaklanan bir grafik roman dizisi üretilmesi gündeme geldi. Cem Dedekargınoğlu ve Kutluoğlu’yla oluşturduğumuz proje ekibi ile Sait Ali Köknar, Ertuğ Uçar ve Funda Uz’dan oluşan danışma kurulu, proje kapsamında dört mevsimi temsil eden dört grafik roman hazırlanmasına karar verdi.Mimar Kemalettin’in Ankara Palas (ilkbahar), Seyfi Arkan’ın Florya Atatürk Deniz Köşkü (yaz), Balmumcu’nun Sergi Evi (sonbahar), Sedad Hakkı Eldem ve Emin Onat’ın Adliye Sarayı (kış), 1923-1950 arasındaki Türkiye mimarlığını ve bu sürecin dönüm noktalarını, kendi içindeki uzlaşı ve ayrılıklarını temsil eden yapılar olarak belirlendi.Projenin ilkleri, 2023’te Karakarga Yayınları’ndan serinin ilk kitabı Ankara Palas’ın Merdivenleri ve serinin üçüncü kitabı, Opera’nın Hayaleti yayımlandı. Dedekargınoğlu’yla birlikte yazdığımız, Kutluoğlu’nun çizerliğini üstlendiği bu kitaplar daha sonra Kayahan Kaya tarafından animasyon film haline de getirildi.
Ankara Palas’ın Merdivenleri, 1970’lerin sonunda genç bir akademisyenin bir tren yolculuğu sırasında tanıştığı bir kişiyle sohbeti üzerinden mimar Kemalettin’in hareketli yaşam öyküsünü ve birinci ulusal mimarlık akımının en önemli yapılarından biri olan Ankara Palas’ın yapım sürecini anlatıyor. Opera’nın Hayaleti grafik romanında ise 1980’lerde Özsoy Operası’nı dinlemeye giden bir mimarlık öğrencisinin daha sonra Balmumcu olduğunu fark edeceği kişiyle sohbeti üzerinden Balmumcu’nun yaşam öyküsü, Sergi Evi binasının yapım ve dönüşüm süreciyle beraber aktarılıyor. Her iki grafik romanda da Türkiye’de modern mimarlığın ortaya çıkışında ve gelişiminde sembolik rol oynayan bu iki yapı, makro düzeyde Türkiye’nin modernleşme sürecinin kendi içindeki tartışmaları ve mikro düzeyde bu süreçleri yaşayan mimarların öz yaşam öyküleriyle beraber sunuluyor.
Çizgilerle Modern Türkiye Mimarlığı projesinin Arkan ile Florya Atatürk Deniz Köşkü’nü konu edinen Yüzen Köşkün Anahtarı ve İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın iki önemli temsilcisi Eldem ile Onat’ın tasarladığı Adliye Binası’nın hikâyesine odaklanan Sultanahmet’te Var Bir Yılan adlı kitapları 2024 yılında yayımlanacak. Yine Dedekargınoğlu’yla hikâyeleştirdiğimiz grafik romanları Bahadır Yazıcı ve Kaya resmedecek, Ahmet Aslan ise animasyon film haline getirecek.Bu projedeki grafik romanlar aslında mimarlık tarihyazımını alternatif bir şekilde anlatmak için bir çağrı. Bu tip yayınlar çoğaldıkça mimarlık tarihinin hem sınırlı okuyucuyu kitlesi genişleyecek hem de kanonik tarihyazımı içinde önemsenmemiş ya da gizlenmiş birçok hikâyesi açığa çıkacak.