ÇAĞLA MEKNUZE KIRANT: İşlerinizde alışılagelmiş tiyatronun ötesinde bir deneyim sergiliyorsunuz. Sahneyi ortadan kaldıran, seyirciyi tam anlamıyla oyuna dahil eden bir deneyim bu. Seyircinin oyuna dahil olması önceliklerinizden biri mi? Peki neden?
MESUT ARSLAN: Neyin alışılagelmiş olduğu, nereden geldiği ve kimler tarafından alışagelmişliğin sağlandığı çok önemli. Benim oyunlarım Avrupa’da ilgiyle izleniyor ve oradaki eleştirmenler, tiyatro severler tiyatromun özel olduğunu ve bu özelliğin büyük bir ihtimalle Anadolu’dan geldiğini ileri sürüyorlar. Bu taraflara geldiğimde de –İstanbul’da mesela– işlerimde bir enstalasyon kafası, bir Avrupalı çağdaş sanat kafası olduğu söyleniyor. Bence son 100 yılda alışılagetirilmiş bir Batı kopyası tiyatromuz oluştu. Hem bize hem de tiyatronun doğduğu Anadolu’ya uzak. Orta oyununa uzak, Direklerarası’na uzak, tuluata uzak. Bence benim oyunlarımda eski panayırları, kına gecelerini, orta oyunlarını işleyen bir yerleştirme tiyatrosu var. Hayattan, yaşamdan kopmayan. Daha yakın, daha canlı ve daha samimi. Tiyatronun özü hayatın kendisidir. Yaşamın bir parçasıdır. Tıpkı fizik gibi, kimya gibi, matematik gibi, dil gibi yaşamın bir parçasıdır. Doğanın içinden çıkmıştır. Orada ışık vardır, müzik vardır, söz vardır, makyaj vardır, görsel sanat vardır, dans vardır. Tek bir şey yoktur: O da perde! Bir anlamda da dördüncü duvar. Ben belki de post-geleneksel bir tiyatroyla uğraşıyorum. Seyirci Batı’da 2.000 yıldır poposunun üstüne oturuyor ama öncesi öyle değil; Doğu’da hiç değil. Yerinde oturup göbeğini kaşıyan seyirci oturmasa da olur benim için (gülüyor).
Ç.M.K: Oyunlarınızda karşımıza ışık enstalasyonu da çıkıyor hareketli yapılar da… Çağdaş sanatla hibritleşen sahneler kuruyorsunuz. Takip ettiğiniz sanatçılar var mı? Bu sanatçıların en çok hangi eserleri sizi etkiledi?
M.A. : Ben kendimi rüyalarımda, rüyalarımı sahnede, sahneyi dünyada arıyorum. Rüyalardan besleniyorum. İnsanlardan besleniyorum. Sokaklardan, ağaçlardan, kedilerden. Bu Matrix’in içinde kaçabildiğim ve sığınabildiğim her köşeden, her nefesten, her gözyaşından, her rüzgârdan ilham alıyorum; ki ilham verebileyim.
Ama kalıplardan, dogmalardan, metotlardan, kanunlardan beslenmiyorum. İsim vermek gerekirse: Vladimir Kandinsky, Marcel Duchamp, Francis Bacon, Samuel Beckett, [Luigi] Pirandello, Jerzy Grotowski, Eric de Volder, Karagöz’ü sıralayabilirim.
Ç.M.K: Oyunlarınız Belçika’da, Türkiye’de ve pek çok başka ülkede sahneleniyor. Seyirci tepkileri arasında ne gibi farklılıklar dikkatinizi çekti? – Genel olarak tüm oyunlarınızı düşünerek ama özellikle Gılgamesh/Gılgamış için soruyorum.
M.A.: Tüm oyunlarımda ve özellikle Gılgamış’ta, Türkiye ile dünya seyircisi arasındaki en büyük fark; mesafe. Avrupa’da seyircim daha bir mesafeyle bakıyor işlerime, daha mesafede duruyor. Daha çok düşünmek istiyor, kurgulamak istiyor. Türkiye’deyse çok daha yakın mesafede. Daha çok hissetmek, daha yakından bakmak... Burada tabii soyut-somut ilişkisi önemli. Hayal gücü... Anlama ile algılama arasındaki diyalektik.
Ç.M.K: Türkiye’yi orta batı olarak tanımlıyorsunuz. Belçika’da yaşayan, Batı’da kabul görmüş bir tiyatro yönetmeni olan Mesut Arslan nasıl görüyor Batı’yı, Doğu’yu ve orta batı dediği Türkiye’yi?
M.A.: Ne kadar Batı’ya giderseniz gidin bir gün Doğu’ya düşersiniz. Bu koca yaşlı şişko dünya da aynısını yaşıyor – her 30-40 bin yılda bir. İnsanlar da öyle. Bundan 3.000 yıl önce Konfüçyüs zamanı Batı, Çin değil miydi? 2.000 yıl önce Mezopotamya, Ortadoğu? Medeniyet nerede ise oraya Batı dedik biz; ama özünde akıl, bedenin en batısıdır.
Ç.M.K: Yaklaşık 4.000 yıllık bir tarihe sahip olan Gılgamış Destanı’nı yeniden yorumlama fikri nereden çıktı? Gılgamış’ta sizi etkileyen ne oldu? MS 2024’te bize neler söylüyor bu destan?
M.A.: Hem özel hayatımda yaşadıklarım ve hem de insanlığın yaşadığı bir Covid travması arasında çıktı ortaya Gılgamış. Ölümü ve ölümün ölümünü çok düşündüm. İnsan ölümü aramıyordu, aramamalıydı. Ve metinde de dediğimiz, insanın derdi ölmek değil, öleceğini bilmesidir. Bunu Mesut Alp bana söylediğinden beri düştüm peşine bu destanın. Bazı şeyler binlerce yıl da geçse değişmiyor; açlık gibi, üreme gibi, ölüm gibi.
Ç.M.K: Evet… “Bizim derdimiz ölmek değil öleceğimizi bilmektir kardeşim,” diyor Enkidu. Öleceğini bilen Mesut nasıl baş ediyor bu bilgiyle? Tiyatro bu gerçeğin neresinde?
M.A: Baş etmiyorum zaten. Ben ölmekten korkmuyorum, ben yaşamamaktan korkuyorum; yaşayamamaktan. Bile bile yaşamaktan vazgeçmekten, vazgeçirilmekten. O yüzden üretim çok önemli; derdini anlatmak, var olmak. Domates de yetiştirsen en iyi senfoniyi de yazsan sonunda bir çay koyacaksın kendine. Bundan kopmamak…
Ç.M.K: Türkiye’deki güncel oyunları, tiyatro festivallerini takip etme şansınız oldu mu? Genel olarak nasıl değerlendirirsiniz? Hangi oyunlar sizi etkiledi?
M.A.: Ben son 20 yıldır Türkiye’deki bütün işleri sanatçıları yakından takip ediyorum. Türkiye’de daha çok fikir tiyatrosu yapılıyor maalesef. Bir de yurtdışındaki işlerin copy paste’leri. Son 20 yılın kültür politikaları ve gitgide estetik kaygının yerini gişe kaygısının alması, dünya ile İstanbul’un arasını açık ara açtı. Bir zamanlar her hafta dünyanın bir yerine giden yönetmenlerimiz ve koreograflarımızın sayısı gitgide azaldı. Sermaye sayesinde yeni tiyatrolar kuruldu İstanbul’da; ama birinci dert gişe kaygısı olunca ortalama sekiz saat televizyon izleyen bir seyirci kitlesinin, sahnede sadece ünlü yüzler görmek isteyen ve sadece eğlenmek isteyen bir seyirci kitlesinin estetik anlayışına kaldı Türkiye tiyatrosu. Malzemeden çalıyor bu ortamlar. Estetikten çalıyor bu yeni oluşumlar. Tiyatronun doğduğu topraklardan kaç adet tiyatrocu çıkardık dünyaya mal olan? Kaç yönetmen? Kaç dramaturg? Kaç senograf? İmzası olan tiyatrocular? Dünyanın herhangi bir salonuna girseniz onun oyununu tanıyıp, “Aaa bu Robert Wilson? Aa bu Jan Fabre,” diyebileceğiniz kaç kişi?
Zaman geçiyor gibi geliyor bize ama aslında gecen zaman değil bizleriz, sadece farkında değiliz.