Café Müller, Pina Bausch’un babasının İkinci Dünya Savaşı döneminde işlettiği kafeden esinlenerek yarattığı bir Tanztheater, yani “dans tiyatrosu”. Literatüre bu yeni türü kazandıran Bausch’un eseri bu açıdan akla, geçen sene Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Annie Ernaux’nun tabiri caizse “anı roman”larını getiriyor. Ernaux Seneler ve Babamın Yeri gibi kitaplarında, yine İkinci Dünya Savaşı döneminde ailesinin Fransa’nın kırsalında işlettiği bakkal/kafesinde geçen çocukluk günlerini kendine has üslubuyla, yer yer tüyler ürpertici bir gerçeklikle anlatıyor.
İki çocuk, bir savaşın iki farklı tarafında iki Avrupa ülkesi, iki kafe. Ernaux’nun kafesi öğle arası ya da vardiya çıkışı sarhoş olmaya gelen, bağırıp çağıran, şakalaşan, küfreden, sızan erkek ve kadınlarla, yani hayatla dolu. Bausch’un kafesi ise karanlıkta birbirini bulmaya çalışan, bazen kavuşan ama çoğunlukla kavuşamayan kadın ve erkeklerin ruhlarıyla. Işıklar söndükten sonra doğrulan uyurgezerlerin kafesi burası.
1978’deki prömiyerinde Bausch’un da rol aldığı ve o günden beri sahnelenen Café Müller’in yeni yapımı, bir döner kapıyla başlıyor. Kapının arkasından vuran ışık, boş masa ve sandalyelere dolu bir kafeyi aydınlatıyor. Sahneye gözleri kapalı bir kadın giriyor. Kollarını, avuçları dışa dönük bir şekilde öne uzatmış halde, birkaç adımda bir sekerek yürüyen kadın uzun beyaz geceliğiyle bir hayaleti andırıyor. Bu kadın oyun boyunca yalnız kalacak tek karakter. Bausch’un karakteri.
Diğerleride yalnız başlasalar da birbirlerine bakıyor, sarılıyor, çarpışıyorlar. Yani Bausch’un karakterinden farklı olarak yapayalnız kalmıyorlar. Yine de onların karşılaşmaları, buluşmaları da geçici, uçucu. Oyun boyunca kıvranarak birilerini, içlerini rahatlatacak bir şeyi arıyor ama bulamıyorlar. Flörtleşmeleri ve kucaklaşmaları da içlerindeki yalnızlığı yansıtıyor – kalabalık grupların ortasında, bir sevişme sonrası yatakta, belki en sevdiklerinin yanında hissedilen türde yalnızlık bu. Duvarlara çarpıyor, yere düşüyor, bir masaya yığılıp kalıyorlar. Tekrar tekrar, tekrar tekrar.
Wim Wenders’in Pina (2011) belgeselinde ortaya koyduğu gibi Bausch’un repertuvarında tekrar büyük yer kaplıyor. Kontakthof (1978), Frühlingsopfer (1975) ve diğerleri kâh komik kâh vahşi tekrarlara dayanıyor. Ama tekrar, Café Müller’de özellikle ön plana çıkan bir öğe. Döner kapının sonsuz, dairesel devinimi karakterlerde yankılanıyor. Bunun en çarpıcı örneği, salondaki seyircinin gerginlikle gülmesine sebep olan kucaklaşma sahnesi. Bir çift karanlıkta birbirlerini bulup ihtirasla sarılıyor. O sırada sahnenin dışından takım elbiseli bir adam gelip kollarıyla kafalarının pozisyonunu kukla oynatır gibi değiştirerek kadını, erkeğin kucağına yerleştiriyor. Takım elbiseli adam sahneden uzaklaşırken kadın, erkeğin kollarından yavaş yavaş kayıyor, sonunda yere düşüyor.
Takım elbiseli ağır ağır geri dönüyor, sabırla aynı hareketleri tekrarlıyor, kadını erkeğin kucağına yerleştiriyor, yine ağır ağır sahneden çıkarken kadın kayıp yere düşüyor. Aynı sahne, gittikçe hızlanarak tekrarlanıyor. Ta ki takım elbiseli adam tamamen yok olana ve kadınla erkek kendilerini bu yeni pozisyona sokup, kucaklaşıp düşme döngüsünü tekrar tekrar, belki onlarca defa kendi başlarına, hareketlerini belirsizleştiren bir hızda yaşamaya başlayana dek.
Roller, yerler, çiftler ve cinsiyetler değişiyor ama hareketler yineleniyor. İnsanın acısı, arzusu, arayışı, insan olmanın varoluşsal sancısı baki kalıyor. Hayatta her şey değişiyor gibi görünse de aslında birçok şey aynı kalıyor; birçok şey aynı kalıyormuş gibi görünse de aslında her şey biraz değişiyor.
Siyah beyazların arasındaki renk
Bu değişim ve yinelemelere Henry Purcell’in aryalarından yükselen “Beni hatırla ama ah, kaderimi unut” sözleri eşlik ediyor. Aryalar arasında oyunun çoğunluğunu kaplayan mutlak sessizlikte duyulanlar, kadının düşmeden önce –ya da düştükten hemen sonra– erkeğe sarılırken arzuyla “ah”laması, çıplak bir halde masada otururken acıyla inlemesi, sahnede itilen masa ile sandalyelerin sesleri ve panikle koşuşturan kızıl saçlı kadının topuk sesleri.
Kızıl saçlı kadın, oyunun can simidi gibi, kafeyi Ernaux’nun kafesindeki canlılığa yaklaştırma ihtimali olan tek unsur. Başlarda sahneye panikle girip hemen çıkmasıyla dışarıdan birini andırsa da ikinci bölümdeki varlığı, sırtını seyirciye dönüp kalçasını kederli bir şekilde kıvırtışı, flört ettiği erkeklerin hep bir adım gerisinde kalışı onu uyurgezerlerden ayrı bir yerde konumlandırıyor. Kızıl saçları, mavi elbisesi ve pembe ayakkabılarından da görülebileceği gibi diğerlerinden daha renkli bir ruh o. Belki de bu yüzden onun yalnızlığı herkesinkinden daha hazin.
Hayaletlerin siyah beyazlığı ortasında göze çarpan bu kızıllık, Pedro Almodovar’ın filmlerinde karşılaşılan canlı renkleri andırıyor. Almodovar’ın Konuş Onunla’sı (2002) bir Café Müller gösterisiyle, üstelik Bausch’un kendisinin rol aldığı bir Café Müller’le açılıyor. Filmin devamında komadaki hastalardan bahseden doktor, gözleri açılsa da bunun bir şeyin farkında oldukları anlamına gelmediğini, beynin sadece nefes almak, uyumak ve uyanmak gibi otomatik fonksiyonları yerine getirebildiğini açıklıyor. “Beyni ölü. Hiçbir düşüncesi ya da hissi yok. ” Bausch’un uyurgezerleri de başta sadece otomatik fonksiyonlarını yerine getiren bedenlere benziyorlar gerçekten de. Ama komadaki bir hasta hiçbir şey hissetmez. Café Müller’deki kadınlar ve erkekler ise aksine yoğun hislerle dolup taşıyorlar, içleri içlerine sığmıyor, düştüklerinde bile yerde kıpırtısız duramıyorlar. Durdukları anlar, oyundan birden uykuya geçmiş gibi duran ama aslında sadece hoplayıp zıplamaya devam edebilmek için enerji toplayan bir kedinin tek gözü açık yatışını andırıyor. Dingin değiller, huzursuzlar.
Zamanda kırılmalar
27. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında gösterilen, Tanztheater Wuppertal’ın yeni direktörü Boris Charmatz’ın sahneye koyduğu Café Müller, orijinaline göre çok daha genç bir kadroya sahip. Ama Bausch da aslında yaşla oynamayı seven bir koreograf. Kontakthof’u 2000’de 65 yaş üstü, 2008’de ise 14 yaş üstü dansçılarla sahneliyor. Wenders’ın Pina’da bu oyundan aynı sahneleri üç farklı yaş grubu arasında geçişlerle, farklı dansçıları arka arkaya getirerek vermesi zamanda bir kırılma yaratıyor. Yediden yetmişe bütün insanların kuşlar gibi birbirlerine kur yapması komik geliyor insana ama Café Müller’deki sarılma-düşme sahnesininki gibi gergin bir komiklik bu – Bausch seyirciye siyahıyla, beyazıyla ve arada kalan tüm renkleriyle insanların, insanlığın en derininde yatan o görülme, beğenilme arzusunu yansıtıyor. İnsan, sahnedekilerin kalçalarını abartılı bir biçimde sallamasıyla sembolize edilen dürtüsünü, içinde yattığının belki farkında bile olmadığı ilkel bir dürtüyü alenen karşısında görüyor. Kolay bir karşılaşma değil bu. Ya Konuş Onunla’daki Marco gibi ağlıyorsun ya da çoğu kişinin tercih ettiği gibi bunu gerçeküstü addedip gergin gergin gülüyorsun.
Dansta çığır açan Bausch’un izlerini günümüzde Ryan Heffington’ın ucubelerinde görmek mümkün. Ama Heffington’ın işlerinin daha dünyevi, daha somut bir yanı var. Belki de çoğunlukla müzik videoları ve reklamlarda karşımıza çıktığı için böyle. Bausch’un ise toprak ya da su gibi elementlerle dolu sahneleri bile masalsı, ruhsal. Bir yandan tüm ciddiyetinin altında çocuksu bir muzırlık da yatıyor. Wenders’in belgeseli, bu tür anları yakın plana alıp öne çıkarma konusunda özellikle başarılı. Ama neşesini, hayat coşkusunu bile bir melankoli sarıyor Bausch’un. İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesindeki bir dönemden esinlenerek yaratılan Café Müller ise hayata coşkuyla değil, acıyla bağlı insanların hikâyesini anlatıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananların çarpık sonuçları yüzünden dünyanın, günümüz teknolojileri nedeniyle o dönemki gibi görmezden gelemese de hiçbir şey yapmadan durup izlediği bir felaketin ortasındayız. Binlerce insanın, binlerce çocuğun, yani aslında geleceğin katledildiği günlerde sanat da anlamsızlaşabiliyor. Ama yüzlerce insanın protesto için bir tren garını kapatması, ellerinde dövizlerle sokaklara dökülmesi gibi sanat da bize göremediğimizi göstermeyi, duyamadığımızı duyurmayı başarabilir. Sessizliğinde çığlıkların yankılandığı Café Müller'de insan olmanın kaotik ve katmanlı doğasını siyahı, beyazı ve aradaki renkleriyle görmezden gelemeyeceğimiz bir şekilde sunuyor.
Pina Bausch’un sözleriyle, “Dans edin, dans edin, yoksa yitip gideriz!”