“Gece indi,
Kimsenin ad koyamadığı bir melek,
Orada burada başladı
Yaraları, kesilen uzuvları saymaya...
Ve o melek altından ve çamurdan bir kitaba,
Her şeyi yazdı...
İşte bu yüzden deniz göz alabildiğine genişledi, korku ile titredi
Mecbur bıraktı dalgaları tetikte olmaya,
Barbarların enstrümanları çalmaya başlayınca...
Yemin ettik hayatı öldürmeye ve ölümü...
Görmüştük zaten gözyaşlarıyla ve alevle dolu o yeri,
Kamptan hiç kimse sağ çıkamadı,
Ama gök gürültüsü çocuklarla dolu evleri sarstı
Ve sefalet, kadın giysileri geçirdi üzerine
İo...
İşte buradayım,
İo...
Benim bir kadın, doğudan gelen!
Theodoros Terzopoulos’un İO’su böyle başlıyor.Hem yönetmen hem de oyuncu olarak karşımıza çıkan Terzopoulos, “Sayısız mülteci, öncelikle sağ çıkmaları koşuluyla bombalanan şehirlerden kaçmaya çalışıyor ve modern toplama kamplarına dolduruluyor”diyerek bağ kuruyor İO’yla... Ve mitin talihsiz kadınını, doğunun bütün insanlarını, çocuklarını temsil eden bir kaçak kadına; canı için, sadece yaşayabilmek, var olabilmek için çabalayan göçmenlere dönüştürüyor...
İO’nun bilinen mitik öyküsü şöyle: Kral İnakhos’un kızı ve Hera’nın Argos’taki rahibelerinden biri olan İO, tanrılar tanrısı Zeus’un –elbette güzelliğiyle- dikkatini çeker. Ancak, Hera bu ilgiyi fark edip yanlarına gelince, kızı bir ineğe, hatta birçok çeviriye göre, bir düveye, yani henüz yavrulamamış bir ineğe çeviriverir. İneğin kim olduğunu bilen Hera, Zeus’tan onu kendisine hediye etmesini ister ve kapana kısılmış, suç üstü yakalanmış kocası Zeus bu durumda itiraz edemediğinden muradına ulaşır. Tanrıça, bir at sineğini ve yüz gözlü Argos Panoptis’i ineğin peşine takar, böylelikle Zeus İO’ya yaklaşamayacak, aşkıyla buluşamayacaktır. Zeus, hırsızların, dolandırıcıların, kumarbazların, yalancıların şahı, sevgili oğlu Hermes’i, Argos’u kandırıp İO’yu kurtarması için gönderir... Lirini çalarak, Argos’u uyutan, yüz gözünü de kapatmayı başaran Hermes, onun başını keser, İO’yu da alır... Hera sevgili Argos’unun başına gelenleri gördüğünde, bu güzelim yüz gözü alıp tavus kuşunun o güne kadar renksiz olan kuyruğuna yerleştirir... Böylelikle araya ilk etiolojik mitini de sıkıştırıverir İO’nun öyküsü; Tavus kuşunun kuyruğunun güzelliği nereden geliyor sorusunu böylece cevaplar... Argos’tan kurtulsa da peşindeki at sineği İO’yu asla bırakmayacak, İO ondan kaçmak için kıtalar aşacak, Anadolu’dan Avrupa’ya kaçmak için hızlıca atlamaya kalkınca toprak yarılacak, böylece deniz, iki karanın arasına girecek ve Bosphorus – İnek Geçidi yani İstanbul Boğazı oluşacaktır... Bu da öykümüzdeki ikinci etiolojik miti oluşturur; bu boğaz nasıl oluştu sorusunun cevabı İO’dadır... Kafkaslar’a gider İO, zincire vurulmuş olan Prometheus’tan bundan sonra olacakları öğrenmeye çalışır. Geleceği gören, insan dostu, hakikatlı kahraman Titan, onu sevindirir, ineklikten kurtulacak, soyundan olağanüstü çocuklar gelecektir... İO Mısır’a kaçar. Zeus onu orada bulur, insan formuna geri döndürür. Sonuçta İO ve Zeus’un iki çocuğu olur: Epafos ve Keroessa... Keroessa, Poseidon’dan gebe kalır; o çocuk Byzas,Bizans’ı kuracaktır... Ve Epafos’un soyundan gelenler Argos’u kuracaklar, Perseus da Dionysos da onun soyunun parçası olacaklardır...
Romantik, neredeyse mutlu biten nadir mitlerden biri sanki İO... Yakından bakınca kusurlarını görebiliyoruz lakin... Pek çok mitte görüldüğü gibi, burada da İO’nun iradesi üzerine hiçbir veri yok. Tıpkı Zeus’un göz diktiği ve elde etmek için her türlü silahını kuşandığı Alkmene’de, Europa’da, Antiope’de, Danae’de, Semele’de, Kalisto’da ve nicelerinde olduğu gibi... Yani İO’nun böyle bir ilişkiye gönlü var mıydı, o da Zeus’u sever miydi, uğruna inek olmayı göze alır mıydı, Hera’nın öfkesini, onun peşine taktığı at sineğini ömür boyu peşinden sürüklemeyi ister miydi bunlar mitin dokumasına nakşedilmemiş... Tıpkı, bombalanan kentlerinden-köylerinden can havliyle Akdeniz’e çıkmaya, oradan da kimbilir hangi -istenmedikleri- ülkeye kaçmaya çabalayan Orta Doğulular gibi... Orta Doğulu olmayı seçmişler miydi, Zeus’un arzu nesnesi olmayı -burada Zeus’un yerine “dünyanın mükemmel savaş makinelerine dönüşmüş, erkek uygarlıkları”nı koyalım-, onlar mı istemişlerdi? Okyanuslar aşıp gelen, körfeze yerleşen savaş filolarını, uçak gemilerini onlar mı davet etmişti? Irak’ta, İran’da, Afganistan’da, Filistin’de, Yemen’de hatta Kara kıtanın kuzeyinde Mısır’da, Libya’da hangi güzel bakışını görüyorlar, hangi cazibesine koşuyorlardı İo’nun...
Böylelikle bölge, yoksulluğu giydi üstüne, göçmenliği giydi ve yaşayanlar, kendilerine musallat olmuş bir amansız düşmandan kaçmaya başladılar. Bombalardan, tecavüzlerden, yağmadan kurtulanlar, Akdeniz’in sularında, derinliklerinde kaybolup gittiler bu dünyadan, hiçbir yere ulaşamadan... Sadece kendi ülkelerinden çıkmamış, gidecek başka hiçbir yer de bırakılmamış insanlardı... Etel Adnan, ne güzel tarif ediyor;
“Güneşe doğru yükselmeye devam ediyorum,
Alevleri beni itiyor.
Deniz, o korkunç fırtınalarıyla beni reddediyor.
At sineği batırıyor iğnesini etimin derinliklerine...
Kara delikler beni yutuyor...”
Güzel komşunun güzelliklerinden biri Attis Tiyatro. Terzopoulos her zaman içinde yaşadığı dünyanın farkında olarak, sözünde ve biçiminde günümüzü arayarak, yeniden kurarak, daha ileri gidip kendi metotlarını üreterek tiyatro yapıyor. Bizde de çok iyi bilinen, özellikle oyuncularımızın ve yönetmenlerimizin atölyelerinde eğitimler aldıkları bir eşsiz kıymette tiyatro insanı... Her yıl birkaç kez gelse, koşa koşa dolduracağımız oyunlar üretiyor... İO’ya dünyanın bu coğrafyasından bakmış; bu topraklarda yaşanan tarihin bir özetini görmüş İO’nun Anadolu’dan başlayıp, Kafkaslar’a, Orta Doğu’ya, oradan Mısır’a uzanan öyküsünde... Bu metni Etel Adnan’dan istemiş. Etel’i bilenler bilir, bizim buralardan; İzmirli Ortodoks Rum bir anneyle Lübnanlı Müslüman bir Osmanlı Subayı babanın kızı... Sorbonne’da, Berkeley’de Harvard’da okumuş, şair, ressam, yazar, özetle insanın düşünme hali... 2021 baharında Pera’da açılan “İmkansız Eve Dönüş” sergisini hatırlarsınız belki... Bazılarımız onu Nisan’da İstanbul’da açılan sergide keşfetmiş, aynı yıl Kasım’da Paris’te kaybetmiştik... Terzopoulos, yakın dostu Etel’den Prometheus’un sonuna koymak için istemiş bu çalışmayı... Gelmiş, ama çok ağır bir şiir... Şiir sonuçta kendi başına bir performansa dönüşmüş. Terzopoulos gibi o da mitten bir hikayeyi anlatmak üzere değil, hafızayı yeniden inşa etmek üzere, bugün olanı hafızaya eklemek ve buradan yeni bir yaşam tarzı üretmek üzere yararlanmış.
DasDas’ın küçük salonunda izliyoruz oyunu... Sahnede iki kişi görüyoruz, İO ve herkes olarak Aglaia Pappas ve karşısında, bir sürpriz –kendisinin bir oyuncu olmadığını söyleyen-, şair, yönetmen ve yine herkes olarak Theodoros Terzopoulos! Terzopoulos için oyuncunun bedeni anlatım araçlarının en önemlisidir. Aglaia Pappas izleyiciler geldiğinde, derin nefeslerle İO’nun bitmez yolculuğunun içinde, sahnedeydi... O nefeslerle birlikte oyuncunun enerjisi bütün bedeninden bize akıyor, bizi gelecek olanın iç derinliğine hazırlıyordu. Bedeni bütün acıların üstünde bir fiziksel dayanıklılıkla, bu disiplinle sahnede taşıyabilmek, Attis Tiyatro’nun oyuncularının benzersiz özelliğidir. Yönetmen, Euripides’in Bakhalar’ını sahneye koyarken Asklepius için yapılan ve Attica’daki hastanede uygulanan tedavileri inceleyip, buradan bir yöntem geliştirir: Fiziksel acıya direnmek ve böylelikle bedenin sınırlarını kırmak ve yeniden oluşturmak... Terzopoulos’un Dionisyak esrimeyi esas alan, biyodinamik yöntemi, bedenin olanaklarını arttırırken, yeni enerji kanallarının açılmasına da yol açıyor. Heiner Müller, bu yöntem için, “Attis Tiyatro’daki prova süreci bir dramatik kavramın sahnelenmesi değildir; hafıza manzarasındaki bir yolculukta maceradır, beden ile konuşma arasındaki birliğin kaybolan anahtarlarını arayan, kelimelerin doğal birliği olarak bir arayıştır” diyor.
Etel Adnan’a göre, geçmişi, atalarımızı, sadece zihnimizde değil, bedenimizde de kazınmış bir kolektif hafızayla taşıyoruz... Böylelikle Terzopoulos’un bedende aradığının, derinlerde, bu ortak hafızada yer eden, ham, kirlenmemiş ve işlenmemiş bilgi olduğunu söyleyebiliriz.
Oyuna dönelim: Oyuncu bedeni, nefesi ve duruşundan bize geçen enerjisiyle hepimizi etkisine aldıktan sonra (on dakika gecikerek, bu artık bir gelenek oldu, hiçbir oyun zamanında başlamıyor) konuşmaya, öyküsünü anlatmaya başlıyor... Dünyanın bu garip, kabul edilmez yarılma halini, birilerinin “doğu” dedikleri bir yerde, diğerlerini, hem de kendi topraklarında sonsuz bir sürgüne gönderdikleri, ardı arkası gelmeden, bitmeyecek kadar uzun zamandır, bir coğrafyayı doymadan yeme halini, tarihin bu kötü kırışıklığını tarif ediyorlar birlikte...
“Ben, İO...
Gözlerini görüyorum insanların
Kör edilmiş
Parçalanmış
Un ufak edilmiş
Altın ve iktidar için gelmiş
Aç gözlü sürüler tarafından...
Ben, İO...
....
Silahlı adamların ve çakalların kovaladığı kadın
Bombalar uçuyordu, ışık hızından daha hızlı...
...
Giderek azaldığını görüyorum Nil’in kaynağındaki suların
Karanlık bir kıtada
Kendi insanlarını ve çocuklarını satan
Kükürdünü ve bakırını sattıktan sonra...
Ben İO... ”
Bu cümleler içimize işlerken, Terzopoulos tarafından bir hüzünlü tını geliyor, derin, tarazlı bir ses, hepimizin ağıdını ortaya döküyor... Bu tanıdıklık, acının ortaklığından, ifadenin ortaklığından geliyor, aynı köyden geliyoruz birlikte... Yükselen dumanların kokusu komşudan da duyuluyor bizden duyulduğu kadar... Suriye’den çıkan botlar Ege’nin iki kıyısına da vuruyor, içinde İO’larıyla... Hepimizin geçmişi, kolektif hafızamızda itilen, gerilerde duran acı, bu ezgiyle aklımıza üşüşüyor yeniden... Bu ağıt dayanılır gibi değil, bir yandan da Adnan’ın dizeleriyle ortaya çıkan korkunç gerçekliğe ortaklaşa dayanabilmek için bir davet... Mit bütününde taşıdığı etiolojiyi ortaya seriyor: Bütün İO’lar, hiç bitmeyecek doğululuklarıyla, baş edemedikleri bir arzunun kurbanları olarak, kendilerinin batısındaki bütün kıyılara vuruyor... Zihnimde yanımdaki arkadaşımın dizini sıkıyorum acıtıncaya kadar... Yapmıyorum, izleme bireyseldir, benimle onun maceraları farklı akıyordur ihtimal...
Bu coğrafyanın bir sesi var, kesinlikle hüzünlü bir ses, bizi dünyanın bu yarısının kültürüne, kaderine, tarihine bağlayan, sızlatan bir ses... İzleme deneyimimiz bireysel, ama o tınının bizi taşıdığı duygu ortak, eminim... Terzopoulos’la birlikte aman, diyoruz, aman İO, aman aman...
Çok kısa sürüyor performans, 50 dakika kadar... Öyle bir tanıklık ki, saatlerce seyredebilir, bu acıyı, böyle bir politik tutarlılık ve sanatsal yetkinlikle yeniden, yeniden paylaşabiliriz...
Son sözleri yine İo söylesin:
“Ben, İO,
Nehir Tanrısı İnakhos’un kızı...
Geçin ayın engin çorak alanlarından...
Devirin üzerine dikilmiş Amerikan bayrağını
Uzaya da taşımasınlar,
Hırsı,
Dışlamayı,
İntikamı,
Ve dehşeti...
Geldiler, aşağılıklar,
Bizi bombalarla yok etmek için,
Çok basit olarak var olmadığımızı söylemek için...
Zeytin ağaçları ile başladılar,
Sonra meyve bahçeleri,
Sonra binalar,
Sonra her şey yok olduğunda üst üste attılar çocukları, yaşlıları,
Ve yeni evlileri toplu mezara...”*
İO Uluslararası Tiyatro Festivali Hakkında
DasDas 2023 itibariyle uluslararası bir tiyatro festivaline başladı, İo. Bütün bir yıla yayılan festivalde şu ana kadar Milo Rau’nun La Reprise’i, Mesut Aslan’ın Gılmesh’i ve Terzopoulos’un İo’sunu izledik. Sırada Terzopoulos’un Nora’sı ve Eric Deniau’nun Joggins’i var... Festival’in İo adını taşıması, festival yönetiminin bir tercihi, açıklamaları şöyle: “İo’nun hikayesi kimi zaman karşımıza bir başkaldırı öyküsü, kimi zaman bir göç hikayesi, kimi zaman da bir kadının tüm zorluklar karşısındaki mücadelesi olarak çıkıyor. Biz de festivalimizin adını İo koyarak, bu mitolojik karakterin peşinden bir keşfe çıkıyoruz.”
Şu ana kadar seçimleri ile İstanbul için çok umut verici bir alternatif yarattılar. Müthiş bir cesaret ve başarı. Festivalin sürmesi ise biz seyircilere bağlı...
Kaynaklar:
Tragedya ile Sınırları Aşmak-Terzopoulos Tiyatrosu, Karaboğa, K 2008, İstanbul E Yay.
* Şiirler oyunun alt yazılarından alınmıştır.