Aktör olmak isteyenlerin kıraathaneye davet edilmesinin üstünden150 yıldan fazla, batılı anlamda ilk tiyatro oyunun yazılmasının üstündense 160 yıldan uzun zaman geçti... Şimdi aktör olmak isteyenler kıraathanelere değil mekteplere gidiyorlar... Uzun ve zorlu bir yolculuktu diye diziliyor kelimeler, oysa öyle olmadı, bir Ekim günü memlekette Cumhuriyet ilan edildi ve sanat da hayat da bambaşka bir evrene evriliverdi...
Şair Evlenmesi’nin yazılışından bir on yıl kadar sonraydı, 1868 yılı... Cerîde-i Havadis’te bir ilana rastgeldi okurlar: “... oyunu önümüzdeki kurban bayramının ikinci Cumartesi günü akşamı, Gedikpaşa’da (...) hava müsait olursa oynanacaktır. Bilginin, hikmetin değerini bilen, büyüklüklerle yoğrulmuş kimselerin lütfen gelip şeref vermeleri...” Oyun oynanacaktı, lakin hava müsait olursa idi ve eğer siz bilginin değerini bilen hikmet sahibi kişiler iseniz, gidip izleseniz ve hatta lütfen bunu yapsanız ne iyi olurdu...
Tiyatro-yu Osmanî’nin kurucusu, Güllü Agop Efendi söz konusu temsilin bir yıl kadar sonrasında ise gazetelere şöyle bir ilan verdi: “İstanbul’daki Gedikpaşa Tiyatrosu’nda Türkçe olarak komedi, dram ve trajedi gibi tiyatro oyunları icra etmiş olan kumpanya genişletilecektir. Bu sebeple istidat sahibi oyuncu aranmaktadır. Aktör olmak isteyenler (...) Pazartesi günleriDivanyolu’ndaki kıraathaneye gelmelidirler...”
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleriyle yüzünü batıya dönen Osmanlı’da, doğal ki bunun ilk izleri, kültürde, sanatta kendini göstermişti. Dönemin koşullarıyla ne kadar süreceği öngörülmese de daha Gülhane Hattı Hümayu’nun ilan edildiği yıl, daha 1839’da İstanbul’da dört tiyatro açılmıştır. Bu süreç, 1908’e kadar, bilimin, sanatın, özgürlüklerin dünyada ulaştığı seviyeyi yakalama çabalarıyla, karşı çıkışlar arasında, inişler ve çıkışlarla sürmüştür. Mesela, 1883’de kurulan Sanayi Nefise Mektebi, eğitimini ahlaksızlıkla, dinsizlikle suçlandığı bir ortamda sürdürmeye çalışmıştır. Yahut, Şehremini Rıdvan İsmail Paşa, oğlu Reşat Rıdvan’ı tiyatro iptilâsından vazgeçiremeyince, İstanbul’daki bütün tiyatroları kapatıvermişti. Odsuz ocaksız kalan kimi tiyatro toplulukları, kendilerini can havliyle Anadolu’nun tiyatroya aç, şefkatli kollarına atmakta bulmuş, kimileri de zaten karınlarını doyuramadıkları bu işin yerine, kilimci, kahveci eski mesleklerine dönmüşlerdi. Ahmet Fehim o yılları, büyük perişanlık çektik, diye anlatır. Mahallesindeki ekmekçinin himmetiyle geçirmiştir o zorlu yılları... İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği o yıl, İstanbul’un bütün parkları, bahçeleri bir sokak tiyatroları şenliğine döner... İki portakal sandığını ters çeviren, üstüne çıkıp kendi yazdığı oyunu oynamaya, içindeki hürriyet aşkını ahaliyle paylaşmaya çalışır... Muhsin Ertuğrul o günlerden, “Beyazıd Meydanı’ndan Haydarpaşa’daki Tıbbiye’nin avlusuna kadar her köşede bir sahne kuruluyor...” diye bahsedecektir. Ama bunlar, Osmanlı’nın içinde bulunduğu çalkantıyla, ahalinin peşinde koştuğu ekmek ve tuz derdi düşünüldüğünde, kalıcı olmaktan çok uzaktır... Ne ahalinin bu güzellikleri sürdürecek hevesi ve direnci, ne de Osmanlı’nın bu çabaları destekleyecek gücü vardır... Darülbedayi’nin 1914’deki kuruluşu, İstanbul hükümetinin mi yoksa padişahın da hekimi olan Şehremini Cemil Paşa’nın mı ufkunun sonucudur, tam bilmiyoruz. Ama daha sonra gelecek büyük hareketlere kapı açacağını, bu coğrafyanın ilk ödenekli tiyatro kamu kurumu olarak, benzersiz bir başlangıca imza atacağını, ihtimal ne Operatör Cemil Paşa, ne Fransa’dan davet edilen Andre Antoine ve ne de sınavı başarıyla geçen ilk öğrenciler Ertuğrul Muhsin, Peyami Safa, Ahmet Muvahhit, Halit Fahri, Afife Hanım, Nıvart Hanım yahut Eliza Hanım biliyorlardı... İmtihana 300 kadar kişi girmişti, kazananlar 197 kişiydiler, lakin aralarında sadece 8 kadın vardı...
Sonradan Cihan Harbi denilecek olan büyük harp çıktığında, bir grup genç, İstanbul’da tiyatro hevesi ve öğrenme arzusuyla derslere koşuyorlardı. Elbette savaş bu güzel günlerin sürmesine izin vermedi, Antoine ülkesine döndü, okul eğitim durdu. Herkesin kendi memleketi vardı, dönecekti elbet, taşıma suyla, bu kadar olabiliyordu... Darülbedayi’nin açılışı ertelendi, sonrasında “yapabiliriz” çabasıyla alelusul açılışlar yapıldıysa da sürmedi, kapandı... 1915’de yeniden açıldı, lakin artık bir okul değil, bir tiyatro topluluğuydu. Oyunlar oynayacak, bilet satacak, seyirci toplayacaktı. Başında ise bilin bakalım kim? İstanbul’daki tiyatrocuları yerlerinden eden ceberrut şehremini Rıdvan Paşa’nın oğlu Reşat Rıdvan! Bu sanat tuhaf şeydir, kalıplara, kaplara, bariyerlere, esip savurmalara, fırtınaya, rüzgara pek ehemmiyet vermez, bir yolunu bulur, fidesini topraktan çıkarır... Kimi kaynaklar Rıdvan’a memleketin ilk tiyatro rejisörü ünvanını da verir... Darülbedayi’ye ilk koşup gelenler, bir kere bu çok sevdikleri sanatı mektebinde öğrenebileceklerini görmüşlerdi, bu sevda içlerine düşmüştü bir kez...
Sonrası hepinizin malumu... Birinci Cihan Harbi biter, Anadolu ve İstanbul’un işgalden kurtarılması mücadelesi başlar. Ardından yepyeni bir memleket küllerinden doğacaktır... İzmir Eylül 1922’de kurtarılan son şehirdir. Hemen ardından Temmuz 1923’de Darülbedayi’nin oyuncuları İzmir’e turne yaparlar. Aralarında Bedia, Ulviye ve Behire hanımlar da vardır, sahneye çıkmak üzere hazırlanmışlardır. Bir ilk yaşanacaktır, üstelik temsile gelecek olan Paşa’nın gözleri önünde... Temsil öncesi buluşmalarında, Gazi, onların yürek tıpırtılarını bir lahzada ortadan kaldırıveren şu sözleri söyler: “Türk hanımlarıyla beraber geldiğinize memnun oldum. Onları, güzel şiveleriyle sahneden dinlemek pek zevkli olacak.” Gazi, daha bir kaç yıl evvel 1920’de İstanbul’un ortasında Apollon Tiyatrosu’nda Afife Jale Hanım’ın sahneden indirildiği bilgisine vâkıf olduğunu ve bunu değiştirmek gerektiğine inandığını göstermiştir. Bu işi yapacak, sahneye çıkacak ve çıkarılacak olanlara oracıkta, yeni bir dünyanın kapılarının açıldığını ilan etmiştir. Ve o gün, Cumhuriyet’in kültüre, sanata ve hayata dair perspektifini çizer: Memlekette resim, heykel işlikleri, musiki okulları, sanatçılar ve sanat öğretmenleri yetiştirecek mektepler olacaktır... Daha kentin savaş yangınlarından havaya savrulan küller yere inmemiştir, hazine boş, memleket dardadır... Ama ufuk, geniş çizilmeli, hedef yükselten kurulmalıdır...
Öyle de olur. Musiki Muallim Mektebi 1924’de Ankara’da açılır. Hem kadın hem de erkek öğrencileri vardır ve ilk müzik öğretmeni yetiştiren okulumuz olarak tarihte yerini alır. Mektebin Ankara taşından duvarlarında yine taştan MMM harfleri vardır. Bir değişmezlik bir kalıcılık istemiştir mektebi yapanlar, taşa yazmışlardır niyetlerini... Aynı yıl Mızıka-ı Hümayun Ankara’ya taşınır, Riyaset-i Cumhur Flarmoni Orkestrası adını alır. İlerde, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na dönüşecektir. Ama müzikte, tiyatroda, operada, sahne sanatlarında, güzel sanatlarda yapılacak çok iş vardır. Gazi, 1926’da Şadi Fikret’e, “... vatana en büyük hizmetiniz, Anadolumuzu baştan başa dolaşıp, halkımıza sanatın ne olduğunu anlatmanız olacaktır.” der... O güne kadar kimsiz kimsesiz dolaşan, kimi zaman yaşadıkları kentten kovulan tiyatrocuların arkasında artık Cumhuriyet vardır... Tiyatrocular da izleyiciler de bunu yavaş yavaş görecektir.
1930 yılının Nisan ayında Darülbedayi Ankara’ya bir turne yapar. Türk Ocağı binası yeni yapılmıştır. Ocağın başkanı Hamdullah Suphi, açılışta yüz ağartan temsiller olsun istemiştir. Darülbedayi dünya klasikleri ile Shakespeareler, Molierelerle gelir; Hamlet, Muhayyel Hasta... Gazi Paşa bütün temsilleri izler; ekip İstanbul’a dönmezden evvel kendilerini Marmara Köşkü’ne davet eder. Gerisini Muhsin Ertuğrul söylesin: “Gazi gibi büyük bir insan bizi yalnız ağırlamak için oraya çağırmaz elbette... Oyunlarımızı en sıcak ilgiyle izledikten sonra elbette bize verecek bir emri, söyleyecek bir sözü vardı.” Gazi Paşa oyunları çok beğenmiştir ve ekibe bu beğenisini yemek sırasında birbiri ardına sıraladığı iltifatlarla gösterir. Ertuğrul’la başbaşa kaldıklarında da “Siz, benim ataşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Böylesine birbirine bağlı bir sanat topluluğunu kendi imkânlarınızla hazırlayıp bize getirdiniz, gösterdiniz. Şimdi ben, Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi bir yardım istersiniz?” diye sorar.
Muhsin Ertuğrul’un aklından ardı ardına düşünceler akar; vergi muafiyetleri, rüsumlar, Darülbedayi’nin ve çalışanlarının yaşadığı maddi sıkıntılar... “Böyle bir soru karşısında hükümetten istenecek neler, neler vardı. Önce, o zamanlar yüzde otuz beşi bulan vergiler… Daha neler istenmezdi? Maddi ve manevi sıkıntılarımız sonsuzdu. O anda, Gazi Hazretleri’nin engin sözlerine baktığım zaman, ülkenin olduğu kadar, tiyatronun da ileri günlerini düşündüm. Geçmişin değil, geleceğin önemini anımsadım. Verimli bir bayraktarı Büyükada mezarlığına daha yeni gömmüştük: biri de sanatoryumlarda tedavi görecekti. Böyle giderse, birkaç yıl sonra Türk tiyatrosunda sıra sıra mezar taşlarından başka bir şey kalmayacaktı. Beni en çok ilgilendiren, tiyatronun bizden sonraki durumuydu.”
Bir çırpıda dökülür ağzından: Mektep isteriz Paşam!
Gazi Paşa, Ertuğrul’un bu isteğini Başvekil İnönü’nün de duymasını ister. İnönü yemekte yoktur. Çağrılır, gelir evden ve talep kendisine iletilir. O gece Gazi yemekte bulunan vekil ve bakanlara, yıllar boyu dilden dile dolaşacak, şu cümleyi söyler: “Efendiler, hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz... Fakat sanatkâr olamazsınız! Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.” Ertuğrul 60. Sanat yılı nedeniyle kendisiyle yapılan röportajda o geceyi, hayatımın en mutlu ânıydı, diye tanımlayacaktı.
Çalışmalara başlanır. Münir Hayri Egeli devlet eliyle yurtdışına gönderilir ve araştırmalar yapar...
Gazi bu sırada İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaretine hazırlanmaktadır. Ona çağı yakalama yolundaki ülkesini gösterecek, belki de bu coğrafyadaki tarihe, değişim yolunda bir satır yazılmasını sağlayacaktır... Özsoy operası böyle bir program içinde yazılır ve hazırlanır. Firdevsî’nin Şahnamesi’nden uyarlanır Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk operası... Münir Hayri Egeli librettosunu yazar, Ahmet Adnan Saygun besteler. Saygun 27, Cumhuriyet henüz 11 yaşındadır. Gazi’nin İzmir’de çizdiği ufuk artık o kadar da uzak değildir. Saygun, kendi çabası ve özel öğretmenlerle müzik öğrenen, kırtasiyecilik, postacılık, müzik öğretmenliği gibi çeşitli meslekleri denemiş, sonunda genç cumhuriyetin yetenekli gençlere verdiği bursu kazanarak 1928 yılında Paris’e giderek müzik eğitimi almış bir kompozitördü. Eğitimi sırasında ödüller kazanmış, memlekete döndüğünde Musiki Muallim Mektebi’nde hocalık yapmıştı. Saygun, ileride Türk Beşleri adını alacak olan ve müzik tarihimizde benzersiz gelişmelere imza atacak grubun üyesi olacaktı... Cumhuriyet kendi yetiştirdiği gençleriyle, yeni bir tarih örüyor, yeni bir gelecek yazmaya başlıyordu.
Provalar başladı. Gazi çalışmaları yakından takip ediyordu. Ona göre bu bir “inkılap hareketi”tiydi. Opera 19 Haziran 1934 gecesi sahnelendi. Büyük başarı kazandı. İran Şahı Rıza Pehlevi ve Cumhurreisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk eseri aynı locada birlikte izlediler. Bittiğinde Şah duygularını Atatürk’e sarılarak gösterdi... Opera, tarihsel bir Türk – İran kardeşliği anlatıyordu. Ardından gelen “Dostluk Anlaşması”nın zemini oldu...
Atatürk bu tarihten sonra sahne çalışmalarına ilgisini arttırdı. Eserler yazdırdı, bizzat eleştiri yapıp, notlar verdi, mükemmele ulaşmalarını sağlamaya çalıştı... Öyle ki, kendisine “ilk dramaturg” denmesini, tiyatro dünyamız çoktan kabul etmiştir. Bir önderin hayatını anlatan tek perdelik Bayönder operası Münir Hayri Egeli ile kendisi arasında defalarca gidip geldi. Atatürk el yazısıyla çalışmanın üzerine notlar aldı, düzeltmeler yaptı. “Göklerden yıldızları toplasam” demişti, Egeli, “Sulardan ışıkları toplasam” diye değiştirdi Atatürk... Bayönder’i yine Türk Beşlilerinden biri Necil Kazım Akses besteledi, Münir Hayri Egeli’nin Librettosuyla 1934 yılının 27 Aralık gününde sergilendi, tek perdelik bir diğer opera, Adnan Saygun – Münir Hayri Egeli çalışması olan Taş Bebek’le birlikte...
Münir Hayri Egeli Avrupa’da çalışmalarını araştırmalarını sürdürdü. Konservatuvarın Müzik bölümü için dönemin en önemli kompozitör ve eğitimcilerinden Paul Hindemith’le çalışmalar yapıp, okulun eğitim programını hazırlarken, tiyatro bölümü için onun tavsiye ettiği Carl Ebert’le görüştü. Ebert ve Hindemith, 1935’den başlayarak, defalarca Türkiye’ye gelip gittiler. Konservatuvarın kurulması, üzerinde titizlikle çalışılması gereken bir müfredatın hazırlanması, bu müfredatı uygulayacak eğitimcilerin toparlanması kolay olmayacaktı... Bu çalışmalar, seyahatler, sanayisini oluşturmaya çalışan, nüfusun henüz sadece yüzde 3’ünün okuma yazma bildiği, daha ilk eğitimi köylere götürmeyi tam olarak başaramamış olan, orta mektepleri, liseleri için binaları, öğretmenleri olmayan bir ülkede fazla görülebilir, eleştirilere maruz kalabilirlerdi. Öyle de oldu. Bizim nemize gerekti tiyatro, opera da neydi! Müslüman mahallesinde salyangoz sat... Ama Cumhuriyetin kurucuları, en büyük yatırımı insana yapmaya inanıyordu, bunun yolu da sanatı insanların yaşamına katmanın bir yolunu bulmaktan geçiyordu... Eleştirilere kulaklarını kapayıp, çalışmalarını sürdürdüler.
Tiyatro, Atatürk’ün “Yurtta Barış, Cihanda Barış” ilkesinin sembolü olabileceğini İran Şahı’nın gelişiyle göstermişti. Kurtuluş Savaşı’nda göğüs göğüse çarpıştığımız Yunanistan’la dostluk ilişkileri de tiyatro üzerinden kurulabilirdi. Yunan toplulukları gelip Türkiye’de gösteriler verirken, Raşit Rıza’nın temsil heyeti de komşunun övgüsünü topluyordu. Bedia Muvahhit Yunanistan’da, Zozo Dalmas İstanbul’da alkışlanıyordu.
1936, Carl Ebert’in Türkiye’ye geldiği ve Ankara Devlet Konservatuvarının eğitime başladığı yıl oldu. Ebert eğitimin yapısı üzerinde uzun süre çalışmış, Milli Eğitim Bakanlığı’na bir kaç rapor göndermişti. Okulun açılması Atatürk’ün talimatıyla olmuş, ama işleri yürütmek yol arkadaşı İnönü’ye düşmüştü. Ebert anılarında ilk karşılaşmalarını şöyle anlatıyor:
“İşte sonunda onun araştıran kocaman bakışlarıyla karşı karşıya gelmiş bulunuyorum. Devletin opera ve tiyatro okulunun, devlet konservatuvarında nasıl kurulacağı üzerine hazırladığım raporu, bütün ayrıntılarıyla incelemişti anlaşılan. Çünkü ayrıntılar üzerinde insanı şaşırtacak bir bilgiye sahipti. Konuşmamın orta yerinde can alıcı sorusu duyuldu: ‘Bu Eğitimin ilk meyvelerini sahnede görebilmemiz ne kadar sürecek?’ Ekselans, büyük Atatürk’ün isteğinin yerine getirilmesi, yani başka uluslarla san’at yarışmalarına girişip söz sahibi olabilecek, bunun da ötesinde büyük dünya sahnelerinde ileri bir yer alacak ulusal tiyatronun kurulabilmesi için yıllarca sürecek yoğun bir çalışma gereklidir. Genç oyuncuların fizik, teknik ve duygusal yönlerden eğitimi, modern bir sahne tekniğinin gerçekleştirilmesi ve genç Türk yazarlarıyla bestecilerinin, yaratıcı gücünün geliştirilmesi gerekir. (...) Böyle modern bir eğitim temeline dayanarak, size ilk tiyatro oyununu 3 yılda, ilk operayı da ancak 5 yılda sunabiliriz. San’atta da tıpkı hayatta olduğu gibi kusurluyu mükemmel, yapmacığı gerçek gibi göstermeye çalışacak bir sürü şarlatanlar bulunur. Hayatta insan belki böyle aldatılmaları onarma olanağı bulabilir. Ama san’atta bu tür yanlış metotlar yabani otlar gibi bir sardı mı, kuşaklar boyunca kökleri kurutulamayacak kadar gelişebilir. Sözlerimi bitirdiğimde bütün gözler İnönü’ye çevrilmişti. Sözcüklerin üstüne basarak, ‘Biz şarlatan istemiyoruz. Madem ki bu kadar uzun sürecekmiş bu iş, biz de bekleriz o halde!’ dedi...”
Sadece Ebert değil, Almanya’dan İtalya’dan profesörler ders vermek üzere Türkiye’deydiler. Ankara Devlet Konservatuvarı, Mayıs ayında başvurular arasından sınavla ve Musiki Muallim Mektebi’nin öğrencileri arasından olmak üzere ilk öğrencilerini alarak eğitime başladı. Özellikle kadın öğrenci konusunda, aileler pek gönüllü olmayınca, müzik öğretmeni olmak isteyen öğrenciler arasından seçilen iki kadın öğrenci ile birlikte,Salih Canar, Mahir Canova, Nüzhet Şenbay, Melek Gün (Ökte), Muazzez Lutas (Kurdoğlu) ve Nermin Sarova’dan oluşan ilk oyunculuk sınıfı hazır olmuştu. Musiki Muallim Mektebi artık Ankara Devlet Konservatuvarı’nın yuvasıydı... Konservatuvar yöneticileri taşlarla yazılmış o üç M harfini çıkarmayı hiç düşünmediler. Çünkü bu okulu, varlıklarını, o kararlılığa, o azme borçlu olduklarını biliyorlardı. Musiki Muallim Mektebinin iç avlusundaki fıskiyeli havuz şimdi, konservatuvar öğrencilerinin sahne provalarının, ezber çalışmalarının, eskrim egzersizlerinin tanığı olmuştu...
Eğitim, parasız ve yatılıydı. Ailelerin bu mali yükü çekmesinin kolay olmayacağını, hatta bu yükün onların vazgeçmelerine bile neden olabileceğini düşünen Ertuğrul, bunu şart koşmuştu. Okul sadece öğrencilere yatacak yer, yiyecek yemek vermeyecek, üstlerini başlarını da sağlayacaktı. Hatta üstüne ceplerine harçlık da koyacaktı. Köklü bir sanat eğitiminden gelen Carl Ebert ise bunu anlamıyor ve itiraz ediyordu. Ona göre bir sanatkâr böyle yetişmezdi... Ancak, kültürel farklılıkları kabul edip, bu itirazından vazgeçti. Bir başka anlaşmazlık öğretim heyetinin kompozisyonundan çıktı. Ebert, konusunda uzman Avrupalı eğiticilerle çalışmak istiyordu. Muhsin Ertuğrul ise yararlanabilecekleri daha fazla yerli eğitmen olması gerektiği düşüncesindeydi. Anlaşamadılar. Ertuğrul, kurulan düzenin önemine inanan, yetişmiş bir eğitimciydi, konservatuvar her koşulda yoluna devam etmeliydi; “siz talebelere lazımsınız, ben giderim” deyip, ayrıldı okuldan. Nefes tekniği, retorik, pantomima, vücut terbiyesi, ritmik jimnastik, dans, vücut estetiği, ecnebi diller, ilmî terbiye gibi derslerle donatılmıştı konservatuvarın tiyatro bölümü. Dönemin önemli edebiyatçıları, tarihçileri okulun eğitmenleri arasındaydı. Orhan Şaik Gökyay, Sebahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Nurettin Sevin, Cahit Külebi, Tevfik Ararat... Konservatuvarın ilk öğrencileri, belki de en şanslı kuşağı oluşturuyorlardı. İlk öğrencilerden Yıldız Kenter böyle tanımlıyordu, okul yıllarını... Cumhuriyeti taçlandıracak sanatçılar bu okuldan yetişecekti, bunun için yetişmiş herkes emeğini, bilgisini bu öğrencilere akıtmalıydı...
Genç Cumhuriyet en büyük yatırımını sanata, sanat yoluyla insana yapma kararlılığını sürdürüyordu. İlk yıllarda, okulun yönetim anlayışının doğulu - batılı, Osmanlı teb’ası - bağımsız yurttaş anlayışları arasında gidip geldiğini görmek mümkündü. Kayserili erkek öğrenci, Ritmik hocası Matmazel Adler’in ve kız arkadaşların yanına mayoyla gitmekten çekindiğinden, ritmik salonuna mayonun üzerine sardığı peştamalla gidince Alman hocasından, bu terbiyesizliğin hesabını vermek için müdürün odasına giderken, madem kızdılar deyip peştemalı atınca da müdür odasına mayoyla girdiği için asker emeklisi müdürden azar işitiyordu... Üç beş öğrencinin bir arada bulunmasından hoşlanmayan geleneksel yöneticiler, herkes kuartetini odasında çalacak bundan sonra talimatı çıkarabiliyorlardı...
İlk yılların büyük zorlukları geçildi, meyveler alınmaya başladı. Ankara Devlet Konservatuarı ilk mezunlarını 1941 yılında verdi. Bu ilk mezunlar, ilk temsillerini okuldaki sahnelerinde davetliler önünde gerçekleştirdiler. Maurice Maeterlinck’in “Evin İçi” ve Moliere’in “Gülünç Kibarlar” adlı oyunları. İlk ücretli oyunları ise 1941 yılının Nisan ayında oynadıkları Carlo Goldoni’nin “Otelci Kadın” adlı oyunu idi. Bu temsiller genellikle şimdi “Türkocağı” adıyla bilinen o yıllarda “Halkevi” olarak işlev gören binada veriliyordu. Bu tiyatro uzun yıllar Devlet Tiyatrosu tarafından kullanılacak, adı da Üçüncü Tiyatro olacaktı.1941 yılının Haziran ayında Opera bölümü mezunları da Mozart’ın “Bastienne ile Bastienne” adlı mini eseri ile Puccini’nin “Madam Butterfly” operasının ikinci perdesini temsil ettiler... Yine bir savaşın gölgesinde, İkinci Dünya Savaşı sürer, memlekette ekmek karneyle dağıtılır, çay kuru üzümle içilirken... İnönü, bütün bu kığıştı içinde, konservatuvarın açılışında, bu ilk temsilde oradaydı.
Bu temsil sırasında Ebert ve İnönü okul açılırken açtıkları parantezi kapatma fırsatını da buldular. Bütün bu hayallerin mimarı, ebediyete intikal etmiş, Gazi Paşa ile Muhsin Ertuğrul’la yapılan konuşmayı hayata geçirmek, Cumhur reisi İsmet İnönü ile Carl Ebert’e kısmet olmuştu.
Ebert, “Zat-ı devletlerine verdiğim sözü tuttum.” demişti.
İnönü de o ilk konuşmayı harfiyen aklında tutmuş bir devlet dehasıydı: Biz de sabrettik!.. Ulusumun genç kuşağının bu yepyeni çabada başarıya ulaşmasını benim neden böyle şiddetle istediğimi anlamalısınız… Biz Türkler yüzyıllar boyunca eğer üstünde oturduk, dünyanın belki yarısın ele geçirdik. Viyana kapısına dayandık. (…) Eğer sizin çalışmalarınız, bir gün özgün yaratışlarla bu sanatlarda en başarılı devletlerle boy ölçüşebileceğimizi bana kanıtlarsa, bu kuşkusuz, yaşamımım en mutlu günü olacaktır.”
Rüya gerçekleşmişti. Aktör olmak isteyen istidatlı gençlerin kahvehanelere gitmesine gerek yoktu artık. Ankara’nın ortasında onlar için açılmış, ülkenin o yıllarda elinde bulunan mütevazı ama cömert imkanlarıyla donatılmış, bir okulları, Avrupa’nın ve memleketin her köşesinden onlar için kopup gelen hocaları vardı. Şimdi sıra, “hava müsait olursa” meselesine gelmişti. Mezun oyuncular, başlangıçta Türk Ocağı salonunda temsiller vermişti. Ama Cumhuriyet’in başkentinde yapılacak o kadar çok iş vardı ki, o sahne onlara bazen düşüyor, bazen de başka kıymetli etkinliklere ev sahipliği yapıyordu. O günlerde ise artık tümüyle devreden çıkmıştı.
İlk mezunlardan Haşim Hekimoğlu, o yıllardaki beklentilerini şöyle tarif ediyordu: “Ankara Devlet Konservatuvarını bitiren bir avuç mütevekkil insan bütün harp yıları boyunca en az kazanan ve en az şikâyet eden bir topluluk olarak çalıştı.
Yalnız iki şey bekliyorduk:
Devlet Tiyatrosu Kanunu
Devamlı temsiller verebileceğimiz bir bina.”
Evvela her yıl artan mezunları altına toplayacak bir fikrî çatıya ihtiyaç vardı. Tatbikat Sahnesi bu amaçla kuruldu. Mezunların öğrendiklerini unutmayacakları, marifetlerini gösterecekleri bir uygulama sahnesi...
1947 yılında Carl Ebert Türkiye’den ayrıldı. Tatbikat Sahnesi’nin başına Muhsin Ertuğrul getirildi. Ertuğrul’un ilk işi, Ankara’da kendilerine ait bir sahne aramaya girişmek oldu..
Ankara başkent olarak tasarlanırken bir yandan yurtdışından gelen uzmanlarla çalışılırken, diğer yandan Osmanlı’dan yetişmiş değerli mimarların eserleriyle süsleniyordu. Geniş bulvarlar, düzenli bir kent merkezi tasarımı, bu yeni başkentini gelişme sınırlarını göz önünde bulunduran, büyükelçiliklere, bakanlıklara ve tabii ki Meclise kendilerine yaraşır binalar, parklar, meydanlar yapılıyordu... I. Ulusal Mimarlık Akımının temsilcileri Vedat Tek, Mimar Kemalettin, Arif Hikmet Koyunoğlu birbiri ardına çizdikleri binalarla Ankara’yı donatıyorlar, bizzat inşaatlara nezaret ediyorlardı... Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü, Ankaralıların Devlet Konukevi diye anacakları Ankara Palas, Devlet Resim Heykel Müzesi, Demiryolları Genel Müdürlüğü, Ulus’ta bulunan İş Bankası binaları Ankara’yı inci gibi işliyordu. Hergele Meydanı adını değiştirip, Opera meydanına çevirecek olan tuhaf bina da onların ardından Mimar Şevki Balmumcu tarafından Devlet Sergievi olarak 1935’de yapılmıştı... Ankara’nın en sıradışı binalarından biri olarak göz dolduruyor, gelip geçenlerin merakını çekiyordu... Az ilerisinde Mimar Kemallettin’in II. Evkaf Apartmanı yükseliyordu. O yıllara göre, “bizim de gökdelenlerimiz olacağı müjdesini veren” bina olarak tanımlanmıştı, oysa sadece beş katlıydı, yine Mimar’ın yaptığı Devlet Demiryolları binasından bakınca görünüyordu, o yıllarda aralarında başka bina olmadığından normal olması gereken bu manzara, Ankaralıları hayrete sürüklüyor, kentin gelişimini hayranlıkla izliyorlardı. Bu binaların çoğu, Ankara Taşı denilen, Ankara çevresinde bolca bulunan andezit taşıyla kaplanıyor, kentin mimarisi ve rengi, bu coğrafyada binlerce yılda oluşmuş bir doğal dokunun parçası olarak şekilleniyordu.
Muhsin Ertuğrul kenti karış karış dolaşırken, bu binanın içinde “güreş salonu” olduğunu duymuştu. Şimdilerde depo olarak kullanılıyordu. Gidip baktı, gördüğü bir mucizeydi. Şaşkınlığı ve sevinci, mimara duyduğu derin minnettarlığa dönüştü. Mimar Kemalletin binanın çizimlerini 1926-1927 yıllarında yapmıştı, o sırada Ankara Palas’ın inşaatına nezaret ediyordu. İstanbul’a, Ankara’ya, hatta Kudüs’e bunca güzel bina ekleyip, hafif bir baş dönmesinin ardından, dünyayı derme çatma bir şantiye odasında terk ettiğinde, Evkaf Apartmanı’nın inşaatı henüz başlamamıştı. O ki binanın içine koyduğu sahneyle hayalindeki başkenti şekillendiriyor, Cumhuriyet’in bu yeni dünyasında tiyatroları, operaları, Şinasi’yi ve Shakespeare’i izleyen özgür yurttaşlar düşlüyordu.
Ertuğrul, hemen çalışmalara başladı ve Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin yıldönümü olan 27 Aralık 1949 günü binanın açılışı tamamlandı. Bir yerli temsille, Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı oyunuyla perdelerini açtı. Muhsin Ertuğrul o gün için çıkardıkları özel dergiye bir giriş yazısı yazdı, binanın mimarı Kemalletin Bey’e hitaben yazılmış bir mektuptu bu...
“Küçük Tiyatro Açılırken...
(Mimar Mahmut Kemalettin’in Aziz Ruhuna)
Üç aydan beri her gün bir defa değil, yirmi defa, belki de daha fazla, size tanrıdan rahmet dileyerek bu binada dolaşırım. Bunu artık toz ve toprak olmuş fani varlığınız hissetmese bile, ebediyet diyarındaki aziz ruhunuzun, ta yürekten gelen bu dileğimi duymamasına imkan yok, buna böyle inanıyorum.
Bu candan dilediğim rahmet, ne Ankara ve İstanbul’daki vakıf hanlarını yaptığınız için, ne de Kudüs’te Mescid-i Aksâ’yı tamir ettiğiniz içindir. Bunlar belki başlıbaşına birer mimarî şaheserdir ve bugün yüzbin kişi bundan faydalanabilir. Fakat beni sonsuz derecede mütehassis eden, 20 şu kadar yıl önce Ankara’nın göbeğinde bir tiyatro binası yapmayı düşünmeniz ve yapmış olmanızdır. Eminim ki güzel kubbesi altında şu satırları okuyan seyircilerimiz de şu anda benim gibi size minnet duyuyor ve rahmet okuyorlardır.
Küçük Tiyatro açılırken, sizi olduğu kadar, onları da anmadan duramadım. Hepiniz nur içinde yatın.
(…)”
Ardından Şevki Balmumcu’nun Sergievi, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in girişimiyle sahne olarakdüzenlenmeye başladı. Küçük Tiyatronun ardından 2 Nisan 1948’de o da Büyük Tiyatro adıyla Ahmet Adnan Saygun’un Kerem operası ile perdelerini açtı. Ankara’nın bir yıl içinde düzenli perde açan iki sahnesi oluvermişti. Küçük Tiyatro 650, Büyük Tiyatro ise 715 kişilikti. Cumhuriyetin 1923’de saçtığı tohumlar, ardı ardına açıyor, birbiri içine geçiyor, yeni evrenin insanlarına dilediğince gezeceği bahçeler oluyorlardı.
Görev tamamlanmış, aktörler kahvehanelerden ve müsait havalardan âzade, dilediklerince oynayacakları yuvalara kavuşmuşlardı… Sadece bilginin hikmetin değerini bilen, büyüklüklerle yoğrulmuşlar için değil, herkes için, halk için, cumhur için orada her gün perdeler açılacaktı… Çünkü cumhuriyet onlar içindi…
Devlet Tiyatroları yasası da gecikmedi. Bu çabaların ardından, 10 Haziran 1949’da 5441 sıra numarasıyla, Devlet Tiyatroları Yasası, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçti ve yürürlüğe girdi. Muhsin Ertuğrul ilk Genel Müdür olarak, tiyatronun başına geçirildi… Yuva kurulmuş, ocak yakılmıştı. Yerli, yabancı oyunlar oynanabilir, dünyanın dört bir yanına turneler yapılabilir, yazarlar, yönetmenler tasarımcılar yetişebilirdi… Ülkenin dört bir yanına yayılacak tiyatrolar, kendi izleyicilerini yetiştirebilirdi… O izleyiciler İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da Van’da her yerde sayıları her gün artan o tiyatroları doldurabilirdi… Ve 2023 yılında İstanbul’da bir Ekim günü, sahneye çıkamayan o kadın adına, Afife adına düzenlenen ödüllerin 25. Yılına ulaştığını ve o sahneden “Bu yıl İstanbul’da 244 oyun perde açtı” cümlesini duyabilirdik…
Güllü Agop’tan Andre Antoine’a, Carl Ebert’ten Muhsin Ertuğrul’a uzanan süreçte bir tarih yaşanmış, uzun, verimli bir yolculuk, bir Odiseya tamamlanmıştı. Gazi’nin bir ülkenin kuruluşuna dair birikimi ve engin tarih bilinciyle çizdiği ufka ulaşılmış, hayaller gerçekleşmişti. Tıpkı yeni Ankara’yı kursunlar diye davet ettiği büyük mimarlardan Mimar Kemalletin gibi, o da eserinin tamamlandığını görmeden gözlerini bu dünyaya yummuştu. Ne gam! Yeni Türkiye, Ankara’nın göklerine, bozkırın göğsüne inciler gibi dizilmiş binalardan yükselen, replikler, sesler ve notalardan oluşan senfoniler göndererek yolculuğuna başlamıştı…