Sergiyi gördüm. Araştırmalarla kafamı bulandırmaya başladım. Düşünceleri iyice birbirine dolayıp içinden çıkılamaz hale sokmak için şimdi de sanatçının paylaştığı konuma doğru ilerliyorum. Bırakmaya çalıştığım, mazoşist bir alışkanlık bu ama şimdilik damakta güzel bir tat bırakıyor.
Buluşma noktasından kafamı kaldırınca karşımda Galata Kulesi’ni buluyorum. Bu, Galata’nın karşıma beklenmedik şekilde ilk çıkışı değil. Bundan 15 yıl öncesine gidiyorum hemen: Şehre ilk kez gelişimi bahane edebileceğim kadar geçmişte, bir gün yine İstiklal’de “kaybolmayı” başarmışım. Kafamda okuduğum son romandan kalma bir cümle: “Bu şehirde yolunu kaybedersen hep yokuş aşağı git, kendini mutlaka denizde bulursun.”
Eğimin beni bıraktığı yer, Galata Kulesi oluyor. O heybetiyle karşımda dururken denize ulaşma arzusunu hatırlayabilene aşkolsun. Daha sadece resimlerden, hikâyelerden bildiğim bu tarihî yapının önünde, şehrin önüme çıkarabilecekleriyle büyülenmiş, onun merak uyandırıcı tüm sokaklarını keşfetmeye hazır, henüz 20’sine basmamış bir gencim o gün. Bugünse nefesim daha hızlı kesiliyor belki ama zerre gelişmeyen yön duyguma şükran duyuyorum. Bu kadar uluorta bir yapı nasıl bu kadar sürprizle dolu olabilir?
Bu hikâyenin Yasemin Özcan’la ne ilgisi olduğu konusuna geleceğiz.
“Nüktedan, dobra, açık”
Yazıya hazırlandığım süreçte sohbet ettiğim birkaç arkadaşıma şu sıra ne üzerine çalıştığımdan bahsediyorum. Sen tanıyorsundur, nasıl biri? “Nüktedan.” “Dobra.” “İletişime açık.” “Kelimelerle arası iyi.” “Şefkatli.” Kulağıma tek bir olumsuz yorum gelmiyor. Halbuki içten içe aksi yaşansın ve işim kolaylaşsın istiyorum. İşlerini beğendiğim bir sanatçıyı daha günlüğüme yazmakla yetinebilir, kafa toplamamı gerektirecek bir yazı işini savsaklamama yardımcı olacak bahaneyi bu dedikoduların arasında kolayca bulabilirdim. Olmuyor. Sanat dünyasından henüz tanıdığım kimseyi kırmamış biri var karşımda. Merakım iyice artıyor, mecburen işe koyuluyorum.
Karşılıklı oturunca en çok, ne yaptığını iyi bilmesi ve bunu söze dökmekteki ustalığı dikkatimi çekiyor. Halbuki ifade aracı olarak görsel sanatları seçen biri, bana göre derdini kelimelerle anlatmaktan hoşlanmak zorunda değil. Tam tersi de yazarlar için geçerlidir. Buna rağmen kabul edelim ki içten içe, bazen de yazar, manzaranın şöyle iyi bir resmini çeksin isteriz. Ne yaptığını kelimelerden bir harf çorbasından öte cümlelerle anlatabilen bir görsel sanatçıya içten içe bayıldığımız gibi.
Yasemin Özcan’ın tüm bunları, kendini açıklama zorlantısından azade, dinleyeni yormadan yapabildiğine şaşırarak şahit oluyorum. Dolu dolu konuşmasına rağmen merak edilecek yepyeni sokaklar açıyor. “İstanbul’un Galata Kulesi’ne çıkan sokakları” istiaresini artık geri çağırabiliriz.
Onun sözle ördüğü karakteristik bağ, yalnızca karşılıklı bir sohbette değil, sanatında da başat bir yere sahip. Islak Zemin’de dille, sevgiden doğan şiddetli bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. Sergi kapsamında hazırlanan aynı isimli kitapta, küratörü Eda Berkmen’le yaptığı söyleşide şöyle diyor: “Zor olanı hatırlamanın aşındırıcılığıyla, sözün malzemedeki aşınması benim için paralel koşuyorlar ve birbirlerini destekliyorlar. Sözcüklerin gücü aşınmaya neden oluyor. Şiirsel bir şiddet.”
“Yüzeyin üstündeki her şey kaybolmaya aday ama nakşolan şeyler kalıcı.” Sözcükleri rasgele çekip yerleştiremeyeceğiniz kadar meşakkatli bir malzemenin üzerinde, dille fazlalıkları ata ata, ilmek ilmek çalışıyor. Zaman zaman şiddetten doğanı da fırına ekliyor, toprağa aşındırılmış hikayeleri ondan da beslenen yüksek ateşli bir sevgide eritiyor.
İçine sözü sığdıran derzler
Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik ve Cam Bölümü mezunu olan Özcan’ın “İdrak” (2016) işi, sanatçının uzun bir aranın ardından seramikle kavuştuğu yapıtlardan biri olarak yorumlanabilir. Geçtiğimiz yıl Pera Müzesi’nde Ulya Soley’in küratörlüğünde gerçekleşen Gelecek Hatıraları sergisinde, sanatçının malzemeyle ve metinle kurduğu kendine has ilişkiyi daha yakından gözlemleme fırsatı bulmuştuk. Arter’in ücretsiz ziyaret edilebilen galerisinde Eda Berkmen küratörlüğünde gerçekleşen Islak Zemin, şimdi sanatçının bu tazelenmiş ilişkisini de yanına alarak kıvrak, mizah yüklü, incelikli yeni düşünme kanalları açıyor.
Sanatçının seramik malzemeyle daha mesafeli sayılabileceği bir dönemde, neredeyse 10 yıl önce, Salt için Özge Ersoy’la yaptığı bir söyleşiden aklımda kalanlar, malzemeyle genel anlamda nasıl ilişki kurduğunu çok güzel özetliyor. “İki seramik arasına sıkışan derz gibi, bir tarafı derinlikli, bir tarafıyla da güçlü bir aks var; onunla ilgiliyim,” diyen sanatçı, Islak Zemin’e doğru giden yolu daha o zamandan müjdelemiş.
Sanatçı 40 kez farklı biçimlerde tekrarlamaya niyet ettiği Her şeyi hatırlamak bir tür deliliktir serisinin de temsil ettiği gibi hafızaya, geçmişe, kadim olana bakışını dönüştürerek tekrar tekrar kullanıyor, işliyor, aşındırana kadar üzerine düşünüyor. Islak Zemin,bu işin onuncu versiyonunu ilk kez izleyiciyle buluşturuyor. Tüm bu tekerrür hissi içerisinde sanatçının ayrı bir kanaldan gösterdiği malzeme kıvraklığı, izleyiciye merak uyandıracak cümlelerinin hiçbir zaman bitmeyeceğini düşündürüyor.
Yasemin Özcan’ın işleri, sergi yayınında Kaya Genç’in belirttiği gibi, “Kavramsal sanatın malzemesizleştirilmesi eğilimine mesafeli işler.” Toprağa dönüşün hikmeti yalnızca ellerde değil. Özcan her şeyden önce, öğrenciliği sırasında da bolca nasibini aldığını belirttiği seramik-kadınlık-domestik olan özdeşleştirmesinde yeni bir yarık işlevi görecek ıslak tartışma zeminini bu sergiyle iyice pekiştiriyor.
Kir, obsesif bir temizlik hastasının diş fırçası telleri, akan su, diyalog. Fayansların arasına sıkışmış derzlere ne sığmaz ki? Sergiye adını veren “Islak Zemin” (2024) işinin dar ve aydınlık kıvrımları; yarım kalmış hissi veren diyalogları, denk gelemeyişleri, her şeye rağmen bağ kurma çabasını içine sığdırmayı başarıyor.
İşe eşlik eden, cinsiyetler ve yaşlar ötesi metinlerle birlikte işin sergileniş biçimi, ıslaklığın uyandırdığı çağrışımları kafada tamamlamamıza yardımcı oluyor: kaygan, tehlikeli, erotik, tanımlanamaz, müphem, açık, parlak.
“Elmaslı Apartmanı”(2003) işinde evin içinden dünyaya bakan, evin kolonlarını, derzlerini, köşelerini ve çatlaklarını ezbere bilen, sokağın güvensizliğinden “sığındığı” evin her köşesinde bir fotoğrafı olan kadın, bu işte ıslak zemini bir arzu ifadesi olarak konuşturur gibi duruyor.
Metinlerde şehir isimleriyle nitelenen, herkes olabileceği halde bir tür tanımlanamazlık içinde akan bireylerin aksine, “V Yaka”(2024) işinde herkesin nasıl da bir ismi olduğunu fark ediyorum. Queer bir selamla, “yumurtlamasa horoz olduğundan şüphe edilecek tavuğun” da bu haktan mahrum kalmaması güzel. Oysa mumu üflerken tutulan dilekleri düşünüyorum. Yüksek sesle söylendiği takdirde gerçekleşmeyeceği düşüncesiyle sessiz sedasız sevinci kursakta bırakılan buruk temennilerin izi yok bu sergide. Özcan’ın işlerinde sıklıkla olduğu gibi sözcükler yerinde durmuyor, oradan oraya koşuyor, mütemadiyen etraftaki cisimlere yapışıyor ve yaşıyor.
Özge Ersoy’la söyleşisinde Özcan, “Kim, kimim ben?” sorusuna “-lik” takısı geldiğinde “kimlik” ifadesiyle nasıl yumuşama sağlandığından bahsediyor. “Kimliğin” tanımlamaya daha elverişli oluşu, toprağa dönüşün hikmetinin neden yalnızca ellerde olmadığına dair bir ipucu.
Kim-liği konuşmak
Serginin yanma ve sönme arasında sunduğu daimi diyalog içerisinde akarken çok sesli bir hikâyede olduğumuzu hatırlatacak başka işlerle de karşı karşıya geliyoruz. “V Yaka”nın yanı sıra “Köşeler” (2022), “Kaygulu Abdal Çıkmazı” (2016), “Kıymetini Bilene”(2003) işleri Alevi kültürüne doğrudan göndermeler içeriyor.
Sanatçının azınlık kimliklerde sıklıkla gözlemlediğini söylediği, “yanlış anlaşılmamak için kendini alt metinlerle uzun uzun açıklamak” dürtüsü üzerine düşünüyorum. Toprağa bağlı bir kültür olan Aleviliğin geçirdiği şehirleşme, sanatçının deyimiyle “saksıya yerleşme” evresinde, elbette söz ve yazıya dair de merak edilecek şeyler var.
Sözlü ve yazılı kültürün Alevi kültürel belleğinde nasıl bir yeri olduğuna dair tartışmalar uzun. İç içe geçmiş bir süreçten mi bahsediyoruz yoksa bu iki gelenek, içinde tehlikeler de barındıran bir karşıtlığı mı akla getiriyor? Görünürlük, azınlık deneyimi, kimlik ve inanç bu bağlamlarda nereye oturuyor?
Alevi kimliğinin günümüz dinamiklerini incelediği doktora tezinde Urum Ulaş Özdemir, Alevi kültürel belleğinde sözlü ve yazılı kültürün yerini de ele alıyor. (“İstanbul Cemevlerinde Yürütülen Zakirlik Hizmetinin Ritüel, Müzik İcrası ve Alevi Kimliği Bağlamında İncelenmesi”, 2015). Özellikle 1990’ların başında Alevi toplulukların kamusal alana açılmasıyla, sosyal, kültürel etkinlikler ve yayınlarla kendini gösteren dönem, “Alevi Uyanışı” olarak nitelendiriliyor. Bu dönemle birlikte kimliğe dair artan ifade çabalarının bir aracı olarak, yazılı kültür ürünleri de öne çıkıyor. Yazıyı sözlü kimlikle zıtlık içerisinde ele almayan Özdemir, onu toplumsal dönüşüm sürecinin bir çıktısı, toplumun geri kalanıyla etkileşimin bir ürünü olarak görüyor. Bahsedilen uyanışın yalnızca Alevi kimliğinin inşasına değil, onunla ilişkide olan toplulukları da içeren bir sürece işaret ettiğini hatırlatıyor.
Bağlayıcı bir yazılı metnin yokluğu, kültürel zeminde zaman zaman çokça yöresel ayrılık yaratan bir sorun olarak görülebilmekteyken, Özdemir onu tek tipleşmeye karşı durmamıza yardımcı, zenginleştirici bir özellik olarak ele alıyor. Aleviliğin kendi içindeki çok sesliliğine ve canlılığına vurgu yapan “yol bir, sürek bin bir” sözünü hatırlatarak bu bakış açısının altını çiziyor.
“Görünürlük, yas ve neşe”
Yasemin Özcan’ın metinle hemhal olan işleri, yalnızca sanatçının kendi ifade yeteneğinden değil, yeterince ve tam kıvamında faydalandığı bu “anlatma” geleneğinden de geliyor. “V Yaka”, tam da bu sayede aynı anda hem ağırbaşlılığını koruyan ve kadim hem de konuşkan bir iş olarak karşımıza çıkıyor. Sanatçının metnine “görünürlük, yas ve neşe”nin eşlik ettiğini söylediği iş, farklı jenerasyondan üç kadın karakter üzerinden 1950’lerde Malatya’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Sanatçı bu yapıtında hikâyeyi ilk yazıların işlendiği kil tabletleri andıran bir form üzerinde aktarıyor.
Kaynaklar, Sema Kaygusuz’un Aramızdaki Ağaç’ta, “Onlar en yakın yabancıdırlar,” diyerek ilişkimizi betimlediği Alevi nüfusunun bugün Türkiye’de 25 milyonun üzerinde olduğunu söylüyor. Resmî dilin sıkça çatallaşıp boğuklaşan, sözcükleri yutan sesine rağmen Alevi topluluğunun tarihimizde yaşadığı katliamların yasını, bugün bir nebze olsun el ele tutabildiğimize inanmak istiyorum.
Ne de olsa Özcan’ın “görünürlük, yas ve neşe” dediği duruş, hikâyelerde, seramikte, seste ve mizahta (kendini ifade aracı olarak güçlenen bir diğer kas olarak İstanbul’un stand-up sahnesini de analım) yankılanıyor. “Kendini uzun uzun açıklama” ihtiyacından öte, kulak veren için orada duran, zengin bir ifade çeşitliliğiyle yoğrulmuş bir kültürden bahsediyoruz. Özcan’ın işlerindeki bolluk, kıvraklık ve o kucaklayıcı sakin tavır tam böyle bir yerde duruyor. Sizi şehrine sokuyor, fakat en göz alıcı sokaklarını tek başınıza keşfetme neşesini deneyimlemenize müsaade ediyor (demek Galata Kulesi benzetmesiyle işimiz henüz bitmemiş).
Sergide yer alan “Kıymetini Bilene”(2003) işi de bu anlamda akılda kalacak olanlardan. Ses kaydındaki, aynı zamanda bir Alevi dedesi de olan dedenin kendiyle barışık, talepkâr olmayan ama insanı mutlaka cümlelerine kulak vermeye iten sedasıyla söylediklerini şöyle özetleyebiliriz: “Sesimiz de çok iyi değil ama belli mi olur, belki çocuklarımız bir gün açıp dinlerler, bakarsın bu sesi saklarlar.” Ümit, görülme, duyulma ve bekleme senaryosundaki duruşun çerçevesi, şu son cümleyle çiziliyor: “Kıymetini bilene, bilmeyene hiç o da yok.”
Sergide yer alan “Köşeler”(2022) serisi, insanın duvar gibi köşeli olmaması düşüncesini somutlaştırarak köşe kullanımından kaçınan Bektaşi mimarlık geleneğine gönderme yapıyor. Kadim bir bilgiyi görselleştiren bu iş, bir toplumun kaçak göçek yaşamayla, zorunlu bir ihtiyaca dönüşmüş görülmeme haliyle özdeşleşen tarihinin görsel bir simgesi olarak da okunabiliyor. Sanatçının yalnızca dikkatli gözler için serginin girişine usulca kondurduğu bu belli belirsiz kenarları alıp bağrıma basmak istiyorum. Tam burada, dış dünyanın bütün sivri cisimlerinden, köşelerinden korunaklı bir halde bir süre daha kalabilmemiz için her yerini bu köşesiz köşelerle sarıp sarmaladığım bir mekân inşa etmek geliyor içimden.
Tek bir yazıyla özetlenemez karmaşıklıkta olduğunu kabul ettiği meseleleri cesaretle ele aldığı “Tam Buğdayla Beyaz Unun Maceraları” başlıklı yazısında, “Oysa görmek en yakınındakinden başlıyor,” diyor Özcan (Mantı Postası, 2022). Sema Kaygusuz’un 10 yıl önce kurduğu cümleyi tamamlar gibi.
Berkmen’le yaptığı söyleşiyi ise şöyle bitiriyor: “Evet, dünyayı değiştiremeyiz ama her gün küçük delikler açabiliriz. Ertesi gün kapanır; yine açabiliriz. Dönüşüm, değişim ihtimalinin uzak bir yerde olduğunu düşünüyorum. O yüzden de en çok bu ihtimallerin korunması, muhafaza edilmesi gerekiyor. Umudun yeşertilmesine ya da sanatın bunu mümkün kılmasına dair umudum var ve bu az şey değil.”
Islak zeminde gerçekten de ancak iki kişi yürünüyor. Yalınayak ve el ele. “Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak,” der Gece’de Bilge Karasu: “Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak,” diye devam eder. “İki kişi arasında. İki duvar arasında.”
Derzlere istedikten sonra çok şey sığıyor.
• Yasemin Özcan, Islak Zemin, 6 Nisan 2025’e kadar Arter’de görülebilir.