Yan apartmanın dış cephe kaplaması yapılırken balkondan içeri girmediğim için akciğer kanaması geçirdim. Bir yıl öncesinde de eve yeni kitaplıklar yaptırırken çıkan talaş tozu yüzünden aynı şey başıma gelmişti ama onu hafif atlatmıştım. İkincisi daha şiddetliydi. Özel sağlık sigortam olduğu için özel bir hastaneye gittim, doktorlar beni on günde toparlayıp eve yolladılar. Ancak durumumu adlandırmakta zorlanıyorlardı. Sıradışı bir “case” idim. İçinizi rahatlatan bir tanım değil doğrusu, insan sağlık konusunda sıradışı olmak istemiyor. Bu kez de uzun yıllar devlet hastanesinde görev yapmış bir başka doktora başvurdum, “case”imi anlayabilmek için. İyi haber, devlet hastaneleri için “vakayı adiye”dendim. Yoğun toza maruz kalarak çalışanlarda sık rastlanan bir durumdu ama onlar özel hastanelere gitmedikleri için, oralarda pek karşılaşılan bir şey değildi. “Yer değiştirince başka şey olmak ne tuhaf,” der Fazıl Hüsnü Dağlarca “Seksenaltı” adlı şiirinde. Onun yer değiştirmekten kastettiği ölüm-yaşam ikilemidir ama yol oraya varmadan da başka şey olunabiliyor yer değiştirince.
Bu kişisel anıyla girdim söze ama Ersan Mondtag’ın 60. Venedik Bienali’nde Almanya Pavyonu’nda yer alan “Monument of an Unknown Man” adlı işi de kişisel bir öyküden temelleniyor. Kendi kişisel deneyimim nedeniyle tozdan ölmenin sessiz şiddetini daha derinden yaşamışımdır mutlaka ama bir sanat yapıtıyla kurulacak bu tür samimi ilişkiler yanıltıcı olur genellikle. En azından “case” olmakla “vakayı adiye” olmak arasındaki farkı gözetmemek Mondtag’ın yapıtına saygısızlık olur kanısındayım.
Adsız sansız bir adam
60’lı yıllarda Ankara yakınlarındaki yoksul yaşamından Almanya’ya göç eden ve asbestli yapı malzemeleri üreten Eternit fabrikasında uzun yıllar çalışan dedesinin öyküsünü anlatıyor Mondtag. Giardini’deki Alman Pavyonu’ndaki kulenin içinde kat kat çıkarak izliyorsunuz öyküyü. Yoksul bir kırsal dünyadan gelen bir Türk’ün Almanya’daki işçi evi, çalışma ortamı ve yaşamının sonu… Kıraç toprağın tozundan kurtulmak isterken endüstriyel tozda kapana kısılan bir öykü bu. İlk bakışta edebiyatımızda özellikle 70’li yıllarda çok işlenmiş acı vatan Almanya temasının bir yeniden anlatımı. Ancak “Monument of an Unknown Man”, yeniden yazımın yaratıcılığını gösteriyor bize. Her şeyden önce insanın geleceğine ilişkin ütopya-distopya ikilemini metaforlar üstünden ele alan diğer işlerin ortasındaki o beton görünümlü kule, distopik çağrışımlarıyla bize yalıtılmış gerçeğin kendisinin artık neredeyse gerçek dışı kaldığını hatırlatıyor. Kulenin içinde Anadolu’dan kalan izler toza bulanmış bir bilinçaltını çağrıştırırken yeni bulunmuş vatanda başucuna asılmış Atatürk portresi anonimleşmeye direnen bir kimliğe tutunma çabasıdır. Yer değiştirince başka şey olmak tuhaftır ne de olsa…
Ama tozun öldürücü şiddeti çırılçıplaktır. Türkçeye “Adsız Sansız Bir Adamın Anıtı” diye çevirebiliriz bence bu işi. Çünkü Mondtag’ın dedesinin gayet yerel ve bizlerce aşina öyküsünün evrenselliğini yakaladığı nokta burası. Öykünün karakterinin yerelle çevrelendiği noktada folklorik tını ağır basar ve bu tını bizi ister istemez bir yabancılaştırır. Anlatılan yabancı olduğu için şaşırtıcı ve rahatlatıcıdır. Öte yandan biricik olan öykünün yerelliği de kaçınılmazdır. Ancak anıt bizi yerelin yabancılıkta sürdürdüğü varlığı, aynı zamanda da uğradığı değişim –sözgelimi ev, mobilyalar– ve öznenin sonundaki bireysel çıplaklığıyla bizi sanatçının dedesi üstünden gurbetin sadece kendisinin değil, gurbete gitmenin ve gurbet tarafından çağrılmanın da ardına bakan daha geniş bir anlatıya tanık olmaya çağırıyor. Anlatılan olayın, özelinde 60’lı yıllarda, savaş sonrası Almanya’nın yeniden yapılanma çabasında işçi emeğine duyduğu ihtiyaç, yoksul Türkiye’nin ise çarpık gelişimiyle istihdam edemediği kırsal kökenli yoksulları bir nevi ihraç etmesi… Ancak dedenin, adıyla sanıyla Hasan Aygün’ün, adı sanı olmayan bir adama dönüşmesi, anonimleşmesi folklorik ve dönemsel olanın sınırlarını kırarken, bizi de alıştırılageldiğimiz bakışın dışına çağırıyor. Acı vatan, gurbet anlatılarının acımacı bakışının yerine yalın ve yoğun endüstriyel “toz”un saf gerçekliğiyle başbaşa bırakıyor. Bugün de, yalnızca gurbet elde değil, kendi ülkesinde de milyonlarca insanın benzer bir yaşamı sürdürdüğü bu dünyada tüm yüksek perdeden süren tartışmalarımızın ardında, zemininde, gerisinde ve gölgesinde aslında vakayı adiyenin bu sürekliliği var. Ve bu o denli kanıksadığımız bir şey ki, bir kule kadar gerçekdışı kalıyor mesafeyi uzak tutunca.
İnsanlar bir gün uzay gemilerine binip giderler mi bilmiyorum, insanlığın ya da gezegenin kurtuluşuna ilişkin bu tuhaf “ne beraber ne de ayrı” ikileminin yanıtsız soruları bir gün karşılanır mı bilmiyorum. İnsanın yaşam süresi göz önüne alınınca hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim galiba ama tozun maskeyle dikkatle korunulacak bir şey olmadığını biliyorum. Toz bize dayatılan bu yaşamdır; öldürür ve bu vakayı adiyeden sayılır.
• Venedik Bienali 60. Uluslararası Sanat Sergisi kapsamındaki Alman Pavyonu, 24 Kasım’a kadar Venedik, Giardini’de görülebilir.