Göz alabildiğine uzayıp giden uçsuz bucaksız bir manzara. Ne bir ağaç gölgesi var görünürde ne de bir su kenarı. Bakanın gözlerini kamaştırırcasına parlayan, ufuk çizgisine dek kesintisiz uzanan milyonlarca metal panel var sadece, her yöne doğru. Burası Kalyon Enerji tarafından Konya, Karapınar’da işletilen ve Avrupa’nın alan olarak en büyük güneş enerjisi santrali. Bu devasa alanın tam orta yerinde, uzaklardaki bir gezegenin ortasına kondurulmuş gibi duran tuhaf ama baktıkça merakınızı uyandıran bir bina duruyor. Kısaca SACADA Binası olarak anılan Karapınar Güneş Enerjisi Santrali SCADA Merkezî Binası, sürdürülebilir mimari adına örnek gösterilen bir proje. Yaratıcılarının “vaha” adını verdiği bu ilginç yapının öyküsünü binayı tasarlayan Bilgin Mimarlık’ın kurucuları Caner Bilgin ve Begüm Yılmaz Bilgin’den dinledik.
EMRAH KOLUKISA: Nedir bu ilginç binanın yaratılış öyküsü, isterseniz oradan başlayalım.
CANER BİLGİN: Bu projenin en kıymetli kısmı aslında bir yarışma projesi olması. Biz yarışma geleneği olan bir ofisiz ve yarışmalara katılmanın kariyerimiz açısından önemli bir girdisi oldu. Bundan önce Çanakkale Çarşı Yaşam Merkezi projesinde birinciliğimiz var. Maliyetleri sebebiyle uygulama projesini dahi çizemeden rafa kaldırıldı. 2019’da İzmir, Torbalı kent merkezindeki belediye binası için açılan yarışmada birincilik kazandık ve kamuyla tekrar masaya oturduk. İlkinin yapılmaması sebebiyle daha temkinliydik bu sefer ama Torbalı da çok istekliydi. Çok hızlı bir şekilde projeyi teslim ettiğimiz halde ihale süreçleri uzadığı için Torbalı gibi bir ilçenin karşılamakta zorlanacağı bir maliyet düzeyine geldi inşaat. Belli ki uzun bir yolculuk var orada. Kalyon Karapınar’daysa durum şöyle: Ben ilk defa bir özel sektörün herkese açık bir yarışma düzenlediğine şahit oluyorum.
Ve bu iyi bir şey anladığım kadarıyla.
CB: Yarışma metodu en demokratik, en adil iş verme metodu: Hem yarışmaya katılanlar için hem de işveren için. İşveren olarak karşınıza 200 tane proje geliyor, müthiş bir seçkide proje seçebiliyorsunuz. Projeyi görevlendirdiğiniz bir mimar jüri seçiyor. İşveren-mimar ayrımında bu çok kritik. Tabii ki jürideki mimarlar ve onların tanıdıkları, akrabaları, çalışanları yarışmaya katılamıyor. Dolayısıyla işveren açısından müthiş bir fırsat sunuyor.
İş almaya çalışan bir mimar için de öyle aslında, normalde belki asla karşılaşmayacağın işverenlerle karşılaşmaya başlıyorsun. Özel sektörün yarışma açması çok enteresan çünkü normalde bildiği metot şu: Tanıdığı, bildiği, güvendiği üç tane mimarlık bürosunu çağırır –davetli yarışma der bunun adına da– ve, “Bana üç tane öneri verin,” der. Jüri de tutmaz genellikle çünkü işveren ya mimardır ya da müteahhittir, kendi değerlendirmesini yapar, bir tanesini seçer ve devam eder. Bu öyle bir proje değildi.
Sizin için nasıl bir süreç oldu peki?
BEGÜM YILMAZ BİLGİN: Bunun yarışmayla olması bizim için heyecan vericiydi. Öncelikle bulunduğu yer bize çok ilginç geldi. Bir kere Karapınar aslında Konya’ya bile bir buçuk saatlik uzaklıkta bir yer. Tam olarak çöl iklimi diyemeyiz ama çölleşme belirtileri gösteren bir coğrafyaya dönmüş. Aslında eski bir göl yatağının çevresi bu alan; dolayısıyla verimsizleşmeye ve tarıma elverişsiz olmaya başladığı için devlet burayı enerji ihtisas alanı olarak belirlemiş. Bu alanı sürdürülebilir enerji için tayin ettikten sonra da ihale olmuş, süreç o şekilde ilerlemiş. Yani burada 20 kilometrekarelik bir güneş enerjisi santrali kurulumu başlamış.
Bu çok büyük bir alan değil mi?
BYB: Evet çok büyük. 13 kilometre uzunluğunda, eni de 2-2,5 kilometreyi buluyor. İnanılmaz büyük bir alan, ölçeğinizi kaybediyorsunuz adeta.
CB: Oraya gittiğimizde şu hisse kapıldım: Hiçbir tanıdık obje yok yakınımızda. Yani bir bina, telefon direği, elektrik direği... Hiçbir tanıdık obje görmeyince hakikaten insan ölçeğini kaybetmeye başlıyor. Bu mimarlar için çok şey ifade eder ama mimar olmayan biri için de; kendinizi, boyutunuzu, çevrenizdeki boyutu anlayamadığınız, çok küçük hissetmeye başladığınız, ufuk çizgisine kadar sadece birtakım size yabancı cam paneller gördüğünüz bir parsel hayal edin. Bu parselin ortasında getirip bizi bırakmışlardı... 360 derece sadece 1,5 metre ayaklar üzerinde duran cam yüzeyler görüyorsunuz, başka hiçbir şey yok. Bilimkurgu filmi gibi ama gerçek. Korkunç büyük bir yatırım aslında.
BYB: Bütün bu bağlam, içinde bulunduğumuz alan bir mimar için çok ilginç. Bir kere yapılı çevre yok etrafımızda. Bildiğimiz yaklaşımlar yok, yolla çevrelenmeler hali farklı. Çevresi tamamen farklı. Aslında kendinizi biraz da özgür hissedebildiğiniz bir alan.
Bu anlamda yarışma sonrasında oluşan seçki de çok ilginçti. Anladığımız kadarıyla jüri için de seçmesi zor olmuş çünkü bu kadar bağlamından kopuk, yapılı çevrenin olmadığı bir yerde çok farklı fikirler ortaya çıktı. Sonrasında diğer projeleri görmek bizim için de enteresandı çünkü normalde bulunduğunuz parselde yapı yüksekliği bellidir, çekme mesafeleri bellidir, yaklaşımlar, aşağı yukarı nereden girilip çıkılacağı bellidir. Aslında çok daha kısıtlı koşullar altında tasarım yaparsınız. Tabii ki her mimarın tasarımı farklılaşır ama biraz daha sınırlıdır. Burada bambaşka projeler görme şansımız oldu.
CB: Biz finale kalan 10-15 proje arasından, adını “Vaha” koyduğumuz önerimizle birinci seçildik. “Vaha” adı tabii metaforik bir anlam içeriyor. Parseldeki bu yalnızlık, insana ait olma/olmama... Yani burada aslında bizim yaşamamız için hiçbir şey yok. Öte yandan üzerine kurulan teknoloji bizim için. İnsani koşulların ve yaşam olasılıklarının çok zor olduğu bir yerde aslında günümüz teknolojisiyle kendini besleyen, sürdürülebilir, doğaya da minimum zarar veren bir sistemle tekrar enerji kazanımı sağlıyorsunuz.
Bu ikili duruma bir şekilde göz kırpacak, tam da çölün ortasındaki bir vaha gibi bu proje. Vaha sizin için zor bir coğrafyada minik bir gölge alan yaratır, dinlenmenizi, nefes almanızı sağlar. Suyu vardır, orada serinlersiniz. Binanın bizden talep edilen iki ana fonksiyonu var: Birincisi personel; sürekli burada, vardiyalı çalışacaklar ve bütün enerji santralini yönetmekle yükümlüler. Burası onlar için bir vaha. İkincisi şöyle bir brief vardı yarışmada: “Biz burada Avrupa’nın en büyük santralini yapıyoruz ve buranın da bir prestij yapısı olmasını istiyoruz ama sadece içe kapalı kullanmak da istemiyoruz.” Neredeyse yarı kamusal diyebileceğimiz, uluslararası mühendislerin ağırlanacağı, eğitimlerin yapılacağı, sürdürülebilir güneş enerjisi teknolojilerinin anlatılacağı bir yapı olsun istendi. Dolayısıyla hem teknik, mühendisleri ilgilendiren hem de yeri geldiğinde ilkokul öğrencileri gelsin, onlara seminerler düzenleyelim, bu meseleyi anlatalım gibi bir tavırları vardı, bu bizim çok hoşumuza gitti.
Tabii öncesinde kurulan tüm bu hayaller sonrasında gerçekleşecek mi şüphesi de hep olur. Çünkü Türkiye’de yapı üretmekle ilgili bir problem yok, çok iyi mimarlar var, çok iyi inşaat firmaları var, yapı elde edebiliyoruz ama asıl problem o yapıları işletemiyoruz. O yüzden 30 yıllık bir yapıya eski diyebiliyoruz, misal AKM’yi yıkabiliyoruz, oysa ona iyi baksaydık, iyi işletseydik buna gerek kalmayacaktı.
Anladığım kadarıyla siz bu santral için iki bina tasarladınız.
CB: Burada bir yönetim binasına, bir de teknik bir binaya ihtiyaç vardı. Teknik binadan kasıt bir depo alanı aslında, yeni gelen veya arızalı panellerin depolanacağı, hızlıca tamiratlarının yapılacağı, bir yandan da personelin yemek alanını da içerecek bir yapı. Biz bütün teknik meseleyi, hatta ana binanın kazan binasını dahi bu teknik binaya aktardık. Neden? Ana binanın donanımlarını hafifletirsek çok daha ilginç bir deneyim yaşatabileceğimizi gördük. Yani insanların görmeye alışık olmadığı deneyimler, örneğin alışık olmadıkları bir şeffaflık yaratabileceğimizi düşündük. Dolayısıyla o donanımları teknik binaya alarak kendi koşullarında iyi bir mekân yaratmış olduk. Bir atölyesi, açık depolama alanları olan, forkliftlerin içeri girdiği, TIR’ların yanaştığı, yani bambaşka bir operasyonu var oranın. Keza yemek alanı, mutfağı, onun tüm donanımı da orada ve yarışmaya konu olan bu binayı da yönetim ve etkinlik alanı olarak tasarladık.
Yönetim binası da kendine gereken tüm enerjiyi yine güneşten mi alıyor?
CB: Güneşten alamıyor. Aslında biz de böyle düşünmüştük ilk başta, bu binanın elektriğini şehir şebekesinden almayız diye. Orada anladığım kadarıyla teknik bir durum var, devletin enerji ihtisas alanı olarak tanımladığı bu alanda aslında verilen iş modeli yap-işlet-devret gibi ama burada üreteceğin bütün enerjiyi de devlete vermekle yükümlüsünüz. Burada üretilen her şey devlete gider, sonra devletten size gelir gibi. Biz de, “Eğer enerji verimliliği yüksek bir bina yapabilirsek, enerjisini titizlikle kullanan, bu alanda örnek bir bina yapabilirsek buraya daha çok yakışır,” dedik. Bu anlamda da çok ilginç şeyler yaptığımızı düşünüyorum. Burada gördükleriniz sadece görsellikle ilgili değil, hepsinin ya bir fonksiyonu ya enerji verimliliğini artıran bir katkısı var, yani aslında neredeyse bir makine gibi çalışan bir bina.
Bunları örnekleyebiliriz belki.
CB: Cepheden başlayalım mesela. Bu bina tam 50x50 metre ölçülerinde basit bir kare formunda.
BYB: Gördüğünüz dış cephe aslında binanın ikinci cephesi. İçeride tamamen şeffaf cam bir cephe var ve bu, güneşin radyasyonunu içeriye tam olarak almadığımız koruyucu bir çift cidar görevini üstleniyor. Bunu yaparken de kuzey, doğu ve batıya göre farklı tasarladık. Burada o bölümün işlevi de önemli; bazen ofis olabiliyor, bazen fuayeye, bazen çok amaçlı salon dediğimiz yere denk geliyor. Yani hem yönelimine hem de işlevine göre farklı açıklıklarda hesaplayarak tasarladığımız bir örüntünün arkasında kalıyorsunuz. Aynı zamanda içerideki avlu ve birinci cephe olan cam cephedeki açılabilir bölümlerle karşılıklı bir doğal havalandırma da yapabiliyorsunuz.
Bu bölgede hava koşulları nasıl genelde?
CB: Çöl iklimi benzetmesi de bu yüzden aslında. Bu mevsimde gitseniz sabah 8.00’de 1 derece olduğunu görürsünüz, öğle saatlerinde 18 dereceye kadar çıkıyor. 18 derecede İstanbul’da mont giyersiniz ama orada giyemezsiniz. Bayağı yakmaya başlıyor güneş sizi. Yazın tabii daha da yüksek, 45 dereceye kadar çıkabiliyor.
BYB: Ama nem yok, dolayısıyla gölge bir alan sağlarsanız kendinize dışarıda çok rahat durabilirsiniz. Bizim avlu da aynen bu işlevi görecek şekilde tasarlandı, gölgede çok rahatlıkla dinlenebileceğiniz bir yer. Avludaki ağaçların seçimi de tesadüfi değil tabii ki, kışın yapraklarını döken, yani güneşi avlu tarafından içeriye davet eden, yazları ise bol yapraklı, gölgelenme imkânı veren, avlu cephesinden girecek güneş radyasyonunu engelleyen ağaçlar seçildi.
CB: Kışın ağaçlar yapraklarını döktüğünde içeriye güneş ışığının ve radyasyonun girmesi binanın ısıtmasına katkı sağlayacak. Dolayısıyla çok pasif bir şekilde buradaki doğayı yapının enerji sarfiyatını azaltacak şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Yani doğa hem fiziksel olarak hem de fonksiyon olarak yapının tam kalbinde yer alıyor.
Binanın çatısında da bir bitki örüntüsü var sanırım.
CB: Çatı aynı zamanda iyi bir yalıtım katmanı gibi. Biz bu yapının çatısına çıkmak istiyoruz çünkü burası bütün parseli, tüm santrali bir bütün halinde en net, kesintisiz olarak göreceğiniz bir seyir terası aynı zamanda. Normalde yapıların çatısıyla binanın içi arasında bir yalıtım katmanı bulunur ama bu tek katlı yapıda durum biraz farklı. O yüzden burada üst katmanı bir yeşil çatı olarak yapalım istedik; toprak, su ve bunun kalınlığı sebebiyle yalıtım performansı çok yüksek oluyor bu tip çatıların. Böylece binanın enerji verimliliğine bir katkı daha sağlamış oluyoruz. Bir yandan da bu yeşil yüzeyden yağmur suyunu topluyoruz. Toplanan yağmur suyunu depoluyoruz, filtreleyip tekrar bahçe sulamada kullanarak avluya iade ediyoruz. Böyle bir döngüsü var.
Böyle bir yerde altyapı var mı, nasıl hallediyorsunuz bu tip meseleleri?
CB: Altyapı yok burada. Kanalizasyon ve bütün atık sularla ilgili durumlar için parselin biraz daha uzağında servis alabileceğimiz bir noktada bunları topluyoruz. Suyu çok tedirgin bir şekilde optimize etmeye çalıştık, yani bütün bataryalar, bütün sistemler için hepsi su tüketimini minimumda tutacak cihazlar seçildi. Olabildiğince yağmur suyunun toplanması ve yeniden kullanılmasıyla ilgili sistemleri entegre etmeye çalıştık. Zaten suyun az ve çok değerli olduğu bir yerde –ki biliyorsunuz bölgede yanlış tarım sulamaları sebepleriyle fazlasıyla obruklar oluşuyor, yeraltı su kaynakları azalıyor– biz tam tersi bir hassasiyetle yaklaşalım, varsın su musluktan çok fazla gelmesin ama bunu dikkatli bir şekilde kullanalım dedik.
BYB: Aydınlatma da yine otomasyonla sağlanıyor, dolayısıyla gün ışığını takip ediyor.
Cephedeki malzeme çelik yanılmıyorsam.
CB: Evet, paslanmaz çelik. Bunlar 50x50 santimetre ölçülerindeki panellerden oluşuyor. Burada toplam 7.200 çelik panel var ve uzaktan baktığınızda rasgele yerleştirilmiş gibi dursa da aslında her panelin tam olarak nereye nasıl konacağını tasarladık ve şablonlar halinde sahaya ilettik. Bizi heyecanlandıran bir ton teknik mesele oldu binayı tasarlarken; üstümüze vazife olmayan şeylere de burnumuzu soktuk ve bu yapının aslında iç mimarisini de, bütün mobilya seçimlerini biz yaptık. Yapının kamusallığını artırabilecek ne yapabiliriz diye yarışmadan beri gelen bir hayalimiz vardı, keşke dijital yeni medya sanatını bu yapının içerisine entegre edebilsek diye…
Tam da aklımdaki soruydu.
CB: Aslında yeni medya sanatının yerinde kullanılması meselesi beni hep düşündürüyordu. Ben bir sanat galerisinde İstanbul’un rüzgârıyla ilgili bir iş gördüğümde, o yere aitliğiyle ilgili bir tedirginliğim oluyor. “Acaba burada bunu gerçekten yapabilir miyiz?” dedik; çünkü çok anlamlı. Bu sanatın ihtiyacı olan en önemli şey veri, data ve burada data yığını içerisindesiniz. Öyle bir hayalimiz vardı, keşke bu binada bunu yapabilsek diye. Bu alanın büyüklüğüyle ilgili bir his de verebilir içeride; çünkü 20 kilometrekare alan dediğinizde bir tarafta yağmur yağıyorsa bir tarafta güneş olabiliyor, bir tarafta hortum varsa bir tarafta yok. Aynı anda beş hortumu birden görebiliyorsunuz. Çok ilginç bir coğrafya ve bunu dijital sanat aracılığıyla buraya gelen ziyaretçilere hissettirebilsek… Çok şanslıyız ki Kalyon Kültür de bu konuda destek oldu ve aslında bir kürasyon yaptık. Yapı içerisinde sergilemek üzere dört farklı ve yeni nesil sanatçıdan beş sabit eser aldık. Özellikle burası için yapılmış eserler.
Bunları sıralayalım isterseniz.
CB: En büyük ekranda Süleyman Yılmaz’ın bir işi var. 20 kilometrekarelik alandan topladığı enerji bilgisi, anlık üretilen elektrik bilgisi, rüzgâr bilgisi, iklimsel verilerle çaprazlayıp ana ekranda soyut bir şekilde gösterebiliyoruz. Yapının kendisi gibi aslında, bizim cephede yaptığımız şey. Mesela hava bulutluysa bina daha karanlık oluyor, hava aydınlıksa bina da rengini açıyor, karlıysa beyaz olmaya başlıyor. O hissi yapının içerisinde dijital olarak da veriyoruz böylece. Ali Tan Uçer’in iki tane çalışması var, biri kinetik, önünden geçerken sizle beraber hareket ediyor. Hakan Yılmaz’ın Konya endemik bitkiler ve onun peyzajıyla ilgili, aslında bizim tam da avluda kullandığımız renklerle yaptığı bir iş var. Ali Tan Uçer’in diğer işi de bir güneş saati; çünkü bütün parsel aslında güneşin pozisyonuyla ilgili, dolayısıyla oraya dijital bir güneş saati koyup kendini tekrar etmeyen, güneşin pozisyonuyla şekil alan bir iş olsun istedi. Ecem Dilan Köse’nin 360 derecelik bir işi var.
BYB: Bir de bir danışma masamız var, çok havalı bir masa. Aslında şöyle şaşırtıcı bir yanı var, günümüzün konvansiyonel hiçbir imalat yöntemiyle bu masayı yapmanız mümkün değil, robotik imalat gerekiyor. Robotik imalattan kastım bildiğiniz robot kollar ve 3 boyutlu baskı teknikleriyle ama oda büyüklüğünde olanlarıyla. Bu konuda uzmanlaşmış bir stüdyo var, Rolab Studio, Yiğitalp Behram ve Hazal Yılmaz önderliğinde, onlar da robotik imalat ve teknolojileri üzerine yoğunlaşmış, çok değerli mimarlar; dedik ki, “Beraber burada bir şey yapabilir miyiz?” Bunu bir workshop’a çevirdik, İTÜ’de yüksek lisansını yapan 20 kadar öğrenciyle çalıştılar. Nihayetinde de bir obje çıktı ortaya. O açıdan da mutluyuz.
Binayla ilgili geri dönüşler aldınız mı, nasıl tepkiler var?
BYB: Çok iyi. Çok fazla okul ziyaret etmek istiyormuş ve herkesi davet ediyorlar. Mimarlık okulları ziyaret ediyor, çevredeki ilkokullar, üniversiteden gelenler… Kendi mühendislik gruplarıyla yaptıkları toplanmalar zaten ayrı. Bölgedeki ticaret odaları, mimarlık odaları...
CB: Çok fazla talep alıyorlar binayı görmek isteyenlerden ve perşembe-cuma hariç her gün ziyaretlerle geçiyormuş. Bizi çok mutlu eden bir haber aldık bu konuda, İcra Kurulu, “Hiçbir talebi geri çevirmeyin,” demiş.
İşin maliyet kısmına gelirsek: Türkiye’de çok ciddi dalgalanmalar olabiliyor, en başta fiyat artışları yüzünden. Bu aşamada çok zorlandığınız bir durum oldu mu?
CB: Göründüğünden daha ucuz bir bina. Çok pahalı bir his veriyor, tabii paslanmaz çelikle kaplamışsınız binayı… Ama asıl yapı maliyeti değil, işletme maliyetiyle beraber kümülatif düşünüldüğünde çok iyi, verimli ve anlamlı bir yerde duruyor. Sadece yapı maliyeti değil, gündelik hayatımızda da o fiyat dalgalanmalarını çok yaşıyoruz. Bazı şeyler pahalı geliyor ve hemen onun bir başka formülünü buluyoruz. Şantiye sırasında da bazı öngörülerimizi, bazı isteklerimizi değiştirmek zorunda kaldık ama problem değil, o şartların, o günün bir gerçeği. Siz de mimar olarak hem tasarımınızı koruyup hem de işverenin maliyeti açısından ona destek olmakla yükümlüsünüz. “Biz yaptık oldu, nasıl yaparsanız yapın” gibi bir tavırdan ziyade o şartları anlamak gerekiyor.