İlk kez 2010 yılında, “Mardin’i çağdaş sanatın merkezlerinden birine dönüştürmek, bölgeye sanatın dili üzerinden yeni yaklaşımlar, kazanımlar sağlamak amacıyla” düzenlenen bienal, bu yıl 40’ın üzerinde sanatçıyı ağırlayacak. Bu, daha özgür, tüm canlıların farklılıklarıyla birlikte var olabildiği, günümüz getirdikleri ve götürdükleriyle, çetrefil problemleriyle yılmadan nasıl baş edebileceğimizi, sanat aracılığıyla gözlemlemeye ve daha uzaklara doğru “aşmaya” bir davet.
Bu davete mutlulukla icabet eden Ayşe Erkmen ve Ahmet Öğüt’le yaptığımız söyleşiler, bize iki sanatçının (ve tabii küratör Ali Akay’ın) aynı dağlara bakarken benzer sorumluluklarla farklı “uzaklar”ı nasıl ele aldıklarını düşündürdü. Yazıyı hazırlarken Caspar David Friedrich’in meşhur “Der Wandererüber dem Nebelmeer” (Sis Denizi Üzerinde Gezgin)resmi gözümüzün önünden gitmedi.Zihnimizde ise sanat alanında kimlik meselesinin yansımaları, sanatın hayata müdahale ihtimalleri ve bienalin yerellik ile evrensellik tartışmalarına dair sorular dönüyordu.
“O şehirde kendinizi uzaklara bakmaktan alamıyorsunuz”
Kamusal alanlardaki projeleriyle akıllarda yer eden, farklı mecralar kullanarak ürettiği heykel pratiğiyle Türkiye’nin önde gelen görsel sanatçılarından Ayşe Erkmen’in Mardin Bienali’nde iki mekâna özgü müdahalesi izlenebilecek. İkisi de mekânların göstermek istedikleri incelikleri, her zamanki gibi sanatçı sorumluluğuyla ve hemen kendini ele vermeyen bir tarzda izleyiciye sunacak. Bunların ilki olan“Kırpma”nın ilhamı, Alman Karargâhı’nda birtakım bayrakların iç içe geçmesiyle oluşmuş, silinmek üzere olan bir arma. Mardin’in önde gelen Ermeni ailelerinden Atamyan’lara ait olan bu yapı, adını 1917’de Almanların askerî amaçlarla kullanımından alıyor. Erkmen sözkonusu armadan başlayarak mekândan crop’lar alan bir film oluşturuyor ve bu filmi yine mekânın kendi önemli bulduğu alanlarına yansıtıyor.
Alman Karargâhı, Mardin’i boydan boya kesen anacaddeye açılıyor. Erkmen, Mardin ziyareti boyunca o cadde üzerindeki bir kır bahçesine oturup şehre ve geceleri deniz gibi görünen ovaya baktığını aktarıyor. Ona göre,“O şehirdeyken kendinizi uzaklara bakmaktan alamıyorsunuz. Hep uzaklara bakıyorsunuz ve o uzaklar hep problem içinde.”Erkmen şehrin her yerinden görünebilen alçak dağlara bakarken şöyle düşünüyor: “Günümüzdeki savaşların çoğu bu dağların arkasında yaşanıyor. Yani bu huzurlu görünen ovanın ardında. Orası barışın durdurulduğu bir yer, biz buranın sınırındayız. Suriye, Gazze... Bu nedenle oraya bir barış işareti koymak istedim.”
Bu barış işareti ismini 1907 tarihli Lahey Sözleşmesi’nde beyaz bayrağın anlamının açıklandığı 32. maddeden alıyor. “1907/32” için o yöreden yaklaşık 1,5 metre büyüklüğünde bir kaya bulunacak ve altına en az 1,5 metre genişliğinde ve 100metre uzunluğunda beyaz bir kumaş sıkıştırılacak. “Böylece beyaz bir bayrağa benzeyen o kumaş rüzgârda dalgalanacak. Ama tabii üzerindeki o taş, kıpırdanan beyazlığı ve huzuru sıkıştırarak engelleyecek ve bakıldığında orada bir beyazlık çırpınıyor olacak.”
“Bienal sonrasındaysa taş yerine gidecek, belki kumaş saklanacak,” diyor Erkmen. “Çünkü taş ait olduğu doğaya geri dönmeli.” Dolayısıyla bu işleri deneyimleyebilmek için bienal sırasında Mardin’de bulunmaktan başka bir yol yok.
Uzakları Diyarbakır’dan hayal etmek
Uluslararası alanda fotoğraf, video, yerleştirme gibi mecralarla ürettiği, sosyal ve politik meseleleri yorumladığı kavramsal işleriyle tanınan Öğüt için Mardin Bienali’ne katılımı, birkaç açıdan bir döngüyü tamamlıyor. Öncelikle güzel sanatlar eğitimi aldığı dönemlerden beri yüzüne pek bakmadığı resme dönmüş.“O zamanlar gizliden gizliye, bayağı gizliden gizliye güncel sanat yapıyorduk çünkü güncel sanatın kurumsal bir alanı henüz yoktu. İlk defa bunun tersini yapıyorum, hem de kimsenin benden resim yapmamı beklemediği, hatta benim resim yapabileceğime inanmadığı bir anda. Teknolojinin öyle bir aşamaya geldiği bir anda yapıyorum ki,‘Kesin bunu birine ya da yapay zekâya yaptırmıştır,’ diye yanılanlara şaşırmıyorum.” Öğüt’ün ilk kez Mardin Bienali’nde sergilenecek “yarı kurgusal portreler” serisinin ismi de buradan geliyor: Ne Zeki Ne de Yapay.
İkinci olarak Öğüt için her şeyin başladığı Diyarbakır’ın Mardin’e uzaklığı bir saat. Yani neredeyse ilk başladığı yerden, ilk başladığı araçla ifade ediyor kendini. Üstelik geleceğe yönelik bir sorumlulukla“geldiği yere yaklaştıkça” daha kişisel ve dikkatli üretimlerde bulunduğunu belirtiyor.Öğüt’ün serisi bienalin temasına tesadüfen özel bir şekilde bağlanıyor: “Ben oradan, daha İstanbul’a hatta Ankara’ya bile gidebileceğimi bilmediğim zamanlarda uzakları hayal etmiştim. O zaman benim için en uzak [yer] Mersin ve Adana’ydı.”
Daha sonra Ankara, İstanbul, Amsterdam, Berlin’e uzanan ve İstanbul-Berlin hattında devam eden bu hikâye, Mardin’in genç sanatçılarına da ilham verirse ne âlâ: “Bienal oradaki sanatçıların dışarıya açılabilmeleri için bence çok önemli. Hatta bienale sadece asistan, yardımcı olarak değil katılımcı olarak da daha çok da dahil edilmeleri gerektiğine inanıyorum.”
Bizim Ne Zeki Ne de Yapay serisinin bir kısmını Öğüt’ün Tarabya Kültür Akademisi’ndeki atölyesinde görme şansımız olmuştu. Bu çalışmaları görmenin tek yolu onları fiziken deneyimlemek. Bu da Öğüt’ün kariyerinin başındaki stratejiyle tam bir zıtlık içeriyor. Başlangıçta çevrimiçi görünümün önemini aktarıyor:“Biz birçok yere vize alamadan gidemediğimiz için önce işlerimizi ve fikirlerimizi ulaştırmıştık. Hani vücutlarımız gidemiyorsa işlerimiz gitsin, fikirlerimiz gitsin. Önce hayal gücümüz gitsin sonra biz de gideriz bir şekilde, onun da vakti gelir, diye başladım.” Şimdi Öğüt için tam tersi bir zamandayız, ona göre hepimizin “dengeye ihtiyacı var” ve çevrimiçi ile çevrimdışı ancak bir aradayken, yerinde kullanıldığında anlamlı. “Eskiden işlerim dolaşıma internette girdiğinde söylenti olarak dağılıyordu. Biri gidip birine anlatıyor, sonra o da başkasına anlatıyordu.Şu an bizim yaptığımız şey gibi. Ben sana anlatıyorum sonra sen başkalarına anlatacaksın.” Bu işleri merak edenlerin kendilerinin araştırması, yol kat etmesi, daha önce gören birine ya da Öğüt’e ulaşması veya Mardin’e gidip Tasarım Vakfı Galeri’de o işleri görmesi gerek.
Serinin içeriğine gelirsek; “İstanbul’da Yaşayan Bir Fanzin Sanatçısı”, “Berlin’de Yaşayan Bir Ressam” gibi, her bir kurgusal sanatçı/zanaatkâr portresinin ismi bir şehir ve bir sanat alanı barındırıyor. “Şehir söylendiğinde o sanatçının nereden geldiğini de sanki biliyormuşuz gibi davranıyoruz, oysa yok öyle bir şey. İstanbul’da ya da Berlin’de yaşayan sanatçı dediğimiz zaman aslında o kişi her yerden olabilir. Ben de bu resimleri yaparken kendim önce kendi önyargılarımla yüzleşiyorum, izleyiciyi de bu sürece davet ediyorum. Uluslararası sanatçı diye bir kavram olabilir mi diye hayal etmeye çalışıyorum ama böyle bir şey gerçekte yok. Çünkü sınırlar, kısıtlamalar, ulusal sergiler, ulusal bakış her krizde tekrar gün yüzüne çıkıyor. Biz ulus devlet kavramı eskidi zannettiğimiz anda, her yeni krizle tekrar beliriyor ve insanlar arasındaki kutuplaşma tekrar gün yüzüne çıkıyor. Önce bunu bir makale olarak yazmayı düşünmüştüm, sonra görsel olarak hayal ettim.” Öğüt’ün bu yorumu da bienalin konsept yazısında söylenenlere denk geliyor: “Aşmış olduğunu düşündüğümüz bizi kıskıvrak yakalayan açık kafeslerin içindeki yeniden kimlikçi hale gelen bir dönemden geçmekteyiz.”
Sanat alanında kimlikler
Mardin’i düşününce ilk akla gelen şehrin çeşitli kimlikleri, kültürel zenginliği. Peki çalışmaları dünyanın dört bir yanındaki izleyicilerle buluşan ve dert edindikleri konuların evrenselliği açısından şüphesiz iki uluslararası sanatçı, Berlin’de sürdürdükleri yaşantı sırasında kendilerine yönelik nasıl bir bakış görüyor? Bienalin konsept metnindeki gibi yeniden kimlikçi hale gelen bir dönemden geçtiğimize katılıyorlar mı?
Öğüt’e göre 1990’ların sonu ve 2000’lerin başındaki güncel sanatın kimlik tartışmalarıyla şimdiki tartışmalar çok farklı yerlerde. Eskiden kadın, azınlık ya da siyah sanatçı olmak kesinlikle dezavantajken şimdi bazı kurumların bu tartışmalardan yüzeysel olarak muaf kalabilmek için kurumsal yapılara işlemiş ayrımcılıkları değiştirmeden, “-miş gibi bir kurumsal dönüşüm süreci içinde” olduğunu aktarıyor. Her davette her sanatçının kendine,“Kullanılıyor muyum yoksa bu benim kendi irademle yaptığım iş üzerinden aldığım bir davet mi diye sorması gerek,” diyor ve ekliyor: “Şimdi bu fırsatların hangisinin gerçek, hangisinin yalan olduğuna karar vermek sanatçıya düşüyor. Mesela ben Almanya’da Alman basınının söyleşi taleplerini pek kabul edemiyorum. Sürgünde bir sanatçı haberleri yapmak istediklerinde akıllarına ilk gelen isimlerden biri oluyorum ama ben Avrupa’ya sürgünde bir sanatçı olarak gitmedim, kendimi kurban gibi gösterip acındırarak medyada görünmeye ve burslar almaya hiçbir zaman razı olmadım.”
Erkmen de kendisini belki de belirli kalıplara yerleştiremedikleri için tam da anlayamadıklarını belirtiyor. “Beni kimlik üzerinden bir yerlere koymaya çalışmıyorlar. Aslında koymaya çalışmak istiyorlar ama yapamıyorlar. Ben bunu hem işlerimle hem seçimlerimle hem de her türlü duruşumla engellemeye çalışıyorum.” Aslında kimliğinden bağımsız bir iş yapmadığını ama farklı görünmeye de çalışamayacağını ekliyor. Frankfurter KunstVerein’ın başında bulunmuş olan Nicolaus Schafhausen’ın küratörlüğündeki bir serginin ismini anıyor: “Burada çalışabilmeniz için çok şey öğrenmeniz lazım.” Almanya’da barınabilmek için hâlâ “diğer sanatçılardan daha çok çalışmak, diğerlerinden çok daha ‘iyi’ ve ‘bilgili’, kullanılmamak için ‘dirençli’ ve ‘hazırcevap’ olmak gerekiyor.”
Öğüt ve Erkmen Avrupa’ya önce bursla gitmiş, ikisi de akademide de yer edinmiş sanatçılar. Hâlâ benzer önyargılarla uğraşmaları gerekmesi bize çok şey söylüyor. Bu yazının iki sanatçıyı istanbulberlin hattı aracılığıyla bir araya getirmesinin mutlu tesadüfündeyse ise şu dikkatimizi çekiyor: Erkmen dışarıdan gelip yereli (oradan bir kayayı) kullanıyor. Öğüt ise bir bakıma yerelden (oraya yakın bir yerden) gelip oraya dışarıyı (dünyanın dört bir yanından kurgusal sanatçı portrelerini) taşıyor. Mardin Bienali’nde evrensel ve yerel farklı biçimlerde kucaklaşıyor.