Güneş Terkol çok yönlü bir sanatçı. Müziğinde bir figür betimlemesi, pankartlarında da müzikal bir ahenk görmek mümkün. Sanatını sadece kendisi için icra etmiyor, düzenlediği atölyelerle kadınların belki hiç dile getiremedikleri hikâyelerini sanat aracılığıyla konuşmalarına vesile oluyor. Pankartlarıyla hem öfkeyi hem gerçeği, hem hayali hem de düşleri betimliyor. Kolektif bilincin dayanışmayı büyüttüğüne inanan sanatçı, solo ve kolektif işlerini birbirinden ayrılmaz bir parça olarak görüyor. “Kumaşın feminist bir dili” olduğunu söyleyen Terkol, işlerinde kadınları özne olarak seçiyor. Kaçınılmaz olarak üretiminde de öznelerin güçlü bir ifadesini nakşediyor.
60. Venedik Bienali’nin açılışında kolektiflerle hazırladığı “A Song to the World/Dünyaya Bir Şarkı” başlığı altında yaptığı pankartlarla Arsenele’e yürüyen Terkol’la Venedik Bienali sürecini, orada ve geçmişte düzenlediği atölyeleri, GuGuOu’yu ve işlerini konuştuk.
EBRU AYDIN: HaZaVuZu kolektifinin kurucu üyesisiniz,Alaca Heyheyler’in içinde de yer alıyorsunuz, ayrıca bir de GuGuOu adlı müzik grubunuz var. Çok yönlü bir üretkenlik olduğu aşikâr. Hangi durumlarda solo çalışmayı ya da kolektif çalışmayı tercih ediyorsunuz?
GÜNEŞ TERKOL: 2005’ten beri dediğiniz gibi farklı kolektif oluşumlar içinde bulundum. Kolektif ve bireysel çalışmalar birbirlerini destekleyen bir yapıda ilerliyor. Kendi atölyemde üretimlerim her zaman devam ediyor; birini arka bahçem diğerini ise kamusal alan gibi düşünebiliriz. İki yöntem de birbiriyle bağlantılı, birbirini besleyen alanlar.
YTÜ’de tezimi İnci Eviner ve Zeynep Günsür danışmanlığında yazdım; konusu günümüz sanatında kolektif üretim biçimleri üzerineydi. Her zaman kolektif üretimlere büyük ilgi duydum, beraber düşünmeye, üretmeye kendi sanatsal pratiğimde geniş bir alan açıyorum.
Daha önce 10. Lyon, 10. Gwangju, 32. São Paulo ve Jogja 17 bienallerine katılmıştınız. Şimdi de 60. Uluslararası Venedik Bienali’ne davet edildiniz. Heyecanlı bir süreç olmalı; sizin için nasıl ilerledi?
Evet, çok heyecanlı bir süreç. Andrino Pedrosa’nın İstanbul’da atölyemi ziyareti sonrası davet aldım. O dönem atölyemde Endonezya’da yapılan Jogja Bienali için üzerine çalıştığım bir pankart bulunuyordu. 2010’dan beri devam ettirdiğim bu seri projemle çok ilgilendi ve Venedik Bienali için iki tane yeni pankart üretmemi teklif etti. Yedi ay İstanbul’da ön çalışması oldu. Çokça eskiz çizdim, nasıl bir süreç olacağını tasarladım ve sonunda üçer metrelik iki büyük pankart diktim. Bu ön çalışma Venedik’te buluşacağım Coges Don Milani ve Casa Punto kolektifleri için hazırladığım tasarımlardı.Birinci pankartta gondollarda ilerleyen anonim kadın figürlerinin su üstünde güneşli bir Venedik fonunda ilerleyen görüntüsü, diğeri ise kayan yıldızlarla dolu bir gecede San Marco Meydanı’nda görünen anonim figürler oldu.
Atölyeler San Marco’da bulunan bienal binasına ait bir stüdyo alanında oldu. 40 gün süren sanatçı-misafir programı SAHA Derneği’nin katkılarıyla gerçekleşti. Çevirmen Grace Hanım, terzi Carmen Hanım ve bienalden bir asistan sürece eşlik ettiler. İlk buluştuğum derneklerden biri Coges Don Milani “Seni önemsiyorum” misyonuyla çalışan, 1995’ten beri aktif bir dernek. Göçmenlere, çocuklara, bağımlılık tedavisi görenlere, sorunlu ailelere ve yardıma ihtiyacı olanlara destek veriyor. Atölyeye o dernekten Ukraynalı, Afgan ve Afrikalı kadınlar katıldı. İlk buluşmada 2010 senesinden beri yaptığım atölyeleri ve kendi sanatsal pratiğimi anlattım. Daha sonra katılımcılar kendilerinden bahsetti. Atölyenin planından bahsedildi, nasıl bir yöntem izleyeceğimiz konuşuldu. Kâğıtlara yapılan eskizler, diğer günler kumaş kolajlara, renkli kompozisyonlara dönüştü, şiirler ve alıntılar eklenerek tamamlandı.
Diğer dernek ise queer kolektif Casa Punto. Gelenlerin hepsi kolektif üyesi, çoğu sanat okulunda okuyor.Atölye hikâye anlatımcılığı yöntemiyle ilerledi. Katılanlar farklı konumları görme, kabul etme ve öğrenme üzerine güven ortamı içinde taleplerini, hayallerini dile getirdiler.Açılışta iki pankartla atölyemizden sergi mekânı Arsenale’ye kadar yürüyeceğiz. Şehirde uçan ve ötüşen kuşlara selam veren kuş düdükleri eşliğinde gerçekleşecek yürüyüşümüz ve sergi mekânında kutlamayla sona erecek.
60. Venedik Bienali’nin teması adını ırkçılık karşıtı bir kolektif olan Claire Fontaine’nin 2004’teki bir serisinden alıyor. Sizin de 2010’da Antakya’da eşleri Ortadoğu ülkelerinde çalışan kadınlarla “Kadınların Şarkısı” ve 2017’de göçmenlere tahsis edilmiş Londra Middlesex Street Estate’de “Evim Kalbimdir” adlı pankart çalışmalarınız oldu. “Göçmen” ve “yabancı olma hali” üzerine düşünüp çalışmış bir sanatçı olarak bu seneki bienal temasının eserinize nasıl bir katkısı oldu?
2010’dan beri kolektif pankart atölyeleri düzenliyorum, hepsinde göçmenlerle çalıştım, bu anlamda bienalin konusu üretimimle çok ilgili. Dil bariyeri, bürokratik engeller, kendini yabancı hissetme, özgürlük alanları açmak için öneriler, şehirden talepler, katılımcıların geldikleri yerle veya bedenleriyle olan bağları gibi tüm fikirler kristal gibi yan yana geldi.Çok dilli kültürler arası bir buluşma oldu.
Örneğin Ukraynalı katılımcılardan Veronika, kendi alanına özlediği sesleri ülkesinin enstrümanlarını ve merkeze ise banyosunu nakşetti. Savaş haberini duyduğunda yeni aldığı banyonun içindeymiş ve düzenini terk etmek zorunda oluşu onu iki yıldır yaşadığı İtalya’da yeni bir düzene adapte olma sürecinin zorluklarını yansıttı. Victoria ise kendisi için çok kıymetli olan zaman sevgi ve hayat üçlemesini bir kum saatiyle betimledi. Kum taneleri eteklerine kadar akan bir kadın figürünü tasarladı. Taliban rejimi sonrası Afganistan’dan kaçan Shabnam ise kendi tasarımında kaçış ve ailesinin bir arada durması dileğini nakşetti. Hepsi göçmenliğin zorluklarından, dayanışmadan ve barış taleplerinden bahsettiler. Kolektif Casa grubu ise ortak olarak toplumsal cinsiyet üzerine kendi mücadelelerini dile getirdi. Tüm bu harika fikirler iki pankartta yerlerini aldı ve, “Dünyaya Bir Şarkı” başlığında yola çıktı.
Eserlerinizde boyaları organik biçimde kullanmayı tercih ediyorsunuz. Daha önce Alaca Heyheyler’inKadınlar Atlası sergisi için konuştuğumuzda, “Cadı gibi kaynatıyorum boyaları,” demiştiniz. Cadı gibi kaynattığınız boyaları kendi deyiminizle “feminist bir dili olan kumaşları”nızla harmanlıyorsunuz. Bu yönteminiz sanatınızın merkezindeki kadın ve doğayı nasıl yansıtıyor?
Genellikle kadınların, kalıplaşmış cinsiyet ve sınıf ayrımlarına direnmekve kendi kimliklerini savunmak için buldukları yolları inceliyorum. Doğaçlama yöntemlerle kendi renklerimi bulmayı seviyorum. Uzun zamandır sera bezlerini yeniden kullanıma sokarak üzerlerine karakterlerimi dikiyorum. Genelde seriler halinde tüm canlıların kombine olduğu fantastik bir dünya yaratmaya çalışıyorum. Dikiş makinesini adeta bir kalem gibi kullanıyorum ve üst üste koyduğum farklı renkte tülleri bir arkeolog gibi ince katları keserek ilerliyorum.
Kullandığım malzeme benim için ikinci bir ten gibi, dokunmaya, uçuşmaya yakın. Hem opak hem transparan olabiliyorlar. Yerleştirmelerim mekâna göre şekil alıyor veya mekânı dönüştürebiliyor. Aynı zamanda paletim olarak değerlendirdiğim topladığım kumaşlar var. Hazır malzemelerin kimi baskılı, desenli kimi düz renk parça parça ve farklı dokularda ve renkli tülbent bezleri sevdiğim malzemeler. Dokunarak, dokuyarak üretim yapmayı seviyorum. Dikiş makinesiyle çalışırken kendimi kadınlığın türlü hallerini anlatan bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum.
İşleriniz bana uyku ile uyanıklık arasındaki gündüz düşlerini anımsatıyor. Hem dış dünyanın gürültüsünü duyup hem de düşte olma halini. Siz eserlerinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Evet rüyalardan yola çıkarak çizimler yapıyorum, her çalışmamın başlangıcı desenlerim oluyor. Diktiğim figürlerde fon olmuyor, seriler yaptığım için bir araya geldiklerinde farklı okumalara açık oluyorlar. Genelde yerleştirmelerimde tavan veya pencereleri kullandığım için izleyici işlerin arasından geçerken kendi yorumunu katabiliyor.Hayal ve hakikat arasında dalgın dalgalanmaları yansıtmaya çalışıyorum.
Antakya Bieanali’nde başladığınız feminist atölyelere Türkiye’de ve yurtdışında devam ediyorsunuz. Atölye çalışmalarını nasıl belirliyorsunuz, bunların sanatınıza etkisi ne yönde oluyor?
İşlerim genelde toplumsal cinsiyet konuları ve farklı kesimlerden insanlarla tanışmak üzerine ilerliyor. 2010’da Londra’da Kadın Arşivi’nde 100 yıl önce el yapımı nakış tekniğiyle yapılmış anonim pankartları gördüğümde çok etkilenmiştim. Kadınların bir araya gelip hem elleriyle çok ince emek isteyen bir üretim yapması hem de haklarını talep eden direnişlerini dile getirmeleri bana çok kuvvetli gelmişti. Ben de hikâye anlatım yöntemi kullanarak dikiş atölyeleri yapmaya başladım.2010’dan beri farklı ülkelerde, farklı profildeki kadın katılımcılarla pankart atölyeleri gerçekleştirdim. Türkiye, Çin, Almanya, Avusturya, İtalya, Birleşik Krallık’ta, Fransa ve Endonezya’da farklı geçmişleri olan kadınların hikâyelerini, isyanlarını, hayallerini taşıyan büyük boyutlu pankartlar ürettim.
Göçmenlik, sosyoekonomik durumlar, dil bariyeri gibi pek çok ortak sorunları konuştuğumuz ve üretim yaptığımız buluşmalar gerçekleştirdim. Kadınların deneyimleri ve isyanlarının kadın olarak hayatta ilerlemeye dair düşünce ve hayallerini simgeleştirip ortak bir sese dönüştürmeye çalıştık. Ortak atölye çalışmaları sonucu ortaya çıkan pankartlar, kristal gibi faklı bakış açılarının bir araya gelip pankart formunda birleşmesi anlamına geliyor.Atölyeler farklı konumları görme, kabul etme, öğrenme üzerine, yüz yüze bir çalışma ortamı yaratıyor Her bir pankart çalışması, kolektif düşünce süreci ile bireysel anlatımları koruyarak ortak bir çalışma üretebilmenin örneği oluyor.
Gittiğim ülkeye göre değişiyor tasarımlar ve malzemeler.Orada buluşacağım kişilere göre bir ön çalışma yapıyorum. İlk pankart atölyemi Arzu Yayıntaş ve Dessislava Dimova küratörlüğünde yapılan 2. Antakya Bienali kapsamında gerçekleştirdim. Katılımcıların eşleri Arap ülkelerinde çalışıyorlardı ekonomik nedenlerden dolayı. O yüzden tasarımda kuş adamlar, sınırda oturan bir aslan motifi ve bu aslanın içinde kendi bayraklarını taşıyan 10 tane kadın figürü tasarlamıştım. Kocalarını yılda sadece bir ay görebilen kadınlarla, bölgesel olarak normalleştirilmiş olan bu durum hakkındaki görüşleri, ne hissettikleri ve gelecek hayalleri üzerine tartışmıştık.
Geçen sene Endonezya da ürettiğim “Kadınların Umutları” pankart çalışması ise Panggungharjo, Bantul’dan Desa Prima (Bağımsız Şekilde İlerleyen Endonezyalı Kadınlar) üyeleriyle işbirliği içinde ürettik. DesaPrima programı, ev içi cinsiyet sorunlarının çoğunun ekonomik zorluklardan kaynaklandığı gerçeğinden yola çıkarak kadınların küçük işletmelerini geliştirmelerine yardımcı oluyor.Şimdiye kadar ortaya çıkan 14 pankart çalışması yan yana geldiğinde pankartlarda o şehirlerin nabzını ve ataerkil sistemin eleştirisini görebiliriz. Pankart çalışmaları beraber yaşamak ve üretmek için, geleceği daha güzel düşlemek için çok önemli.
“Müzikten ziyade sesten yola çıkarak” bir araya geldiğinizi söylediğiniz ve daha çok performatif işler yaptığınız HaZaVuZuKolektifi’nden doğan GuGuOu’nun müziği ritmik ve doğal, hatta bazıları sanki doğaçlama gibi. Müziğiniz kadar görseller de çok ön planda. Üretim süreciniz nasıl oluyor?
HaZaVuZu kolektifini 2005’te üniversite döneminde kurduk ama öncesinde beraber stüdyoya girip sesler çıkarıyor, kamerayla deneysel çekimler yapıyor ve arkadaşlığımızı üretken bir şekilde yaşıyorduk. Bizi bir araya getiren motivasyon ses oldu, hepimiz görsel sanat alanında üretimler yaparken müzik yapmaya başladık.
Müzik enstrümanlarını diyalog için bir araçtı. Davet ettiğimiz kişilerle yeni bir diyalog kurma yöntemi olarak beraber müzikler yaptık. Daha çok doğaçlama müzik yaptığımız bir dönemdi. Aynı zamanda kolektif olarak pek çok ülkede yerleştirmeler, performanslar ve sergiler gerçekleştirdik. GuGuOu ise daha hızlı bir su motoru gibi. Bu yaz ikinci plağımız çıkıyor, bağımsız plak şirketi Shalgam’la çalışıyoruz. Şarkı sözlerini, besteleri ve klipleri hazırlıyoruz; çevremizdeki arkadaşlardan da video klip anlamında çok destek alıyoruz. Kendi sınırlarımızı zorlayan işler üretmek için kolektif üretimi çok önemli buluyorum.
Son olarak, Venedik Bienali’nin yoğunluğunu atlattıktan sonra sizi neler bekliyor?
Sırada Mardin Bienali var, sonrası GuGuOu’yla konserlerimiz olacak.