Girişte göze çarpan, içlerinde kırmızı renkli organsı cam nesnelerin bulunduğu ızgara şeklindeki çelik kolonlardan oluşan eser, Beyrut doğumlu Filistinli sanatçı Mona Hatoum’un 2012 tarihli, “Kapan” isimli yerleştirmesi. Sanatçı, performans ve enstalasyonlarıyla ülkesindeki iç savaşın uzakta bıraktığı kişisel aitlik ilişkilerini ritüelleştirmesinin yanı sıra cinsiyet temelli sorunlara, bedenin kültürel olarak temasta bulunma zorunluluğu, içindeki mobilyalarla, yapılarla, eşyalarla ilişkilenme biçimlerine de çeşitli yaklaşımlar getirmektedir. “Kapan”da bina kolonlarının çelik konstrüksiyonu içine yerleşik olan cam organlar boşluklara sızmış, biçiminden ödün vermek, deforme olmak pahasına orada katılaşarak yeni bir form kazanmıştır. Camın akışkan olmayan doğası, oradaki varlıklarını başlangıçsız bir âna dayandırır: Var olmaya, şekil almaya başladıkları yer tam da o yapının içidir. Henüz bedenleşmemiş, insana ve mimari yapıya ait organlar birbirinin içinde ve birlikte bedenleşecek, biri insana diğeri belki bir eve, belki bir kamu binasına dönüşecektir. Her ihtimalde biçimlenme eş-anlı ve karşılıklıdır.
İnsanın kültürel yaratım serüvenini sürecin bir ânında iç ve dış dinamikleriyle fotoğraflamak mümkün olsaydı eğer, bu eşitlikçi etkileşimi gösteren böyle bir kare yakalamak da mümkün olabilirdi. İnsan da yarattıkları tarafından daimi bir dönüşüm ve biçimlenmeye uğrar. Yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkinin döngüselliği, insanın etkin olduğu konumdayken güven ve konfor vaat eden eserlerini onun hücresine dönüştürür. Nihayetinde doğanın sınırlarını aşmak için ortaya konan yaratıcılık, sosyopolitik sınırların da faili olmuştur. Hatoum’un yapısal kolonları, belki yukarı doğru yükselecek ancak etki alanını yatay düzlemde de genişletecektir. Böylece hemen yanı başında Inge Mahn’ın “Polis Kabini” (1973) alçıyla kaplı beyaz yüzeyinin de katkı verdiği mesafeli görünümüyle bu sınır koyucu müdahaleyi kamusal alana taşıyarak kesin ve sürekli kılmak üzere oradadır.
Ayrı bir odada sergilenen “Varoluş Hali” (2012) izleyicinin içinde dolaşmasına izin verdiği ölçüde bir sahne dekoru gibi mekânı dolduran yerleştirmeleriyle bilinen Japon sanatçı Chiharu Shiota’nın camekânla sınırlandırılmış, daha küçük ölçekli bir işi. Mekâna özgü yerleştirmelerindeki ağsı yapı ve ona takılı kalan nesnelerle oluşturulan kompozisyon burada da siyah ipliklerden örülü ağın içinde asılı kalan bir sandalyeyle tekrar etmiştir. Kozmik bir madde gibi cam kabini dolduran, bir madde olmasına karşın yine de boşluğu imleyen siyah ağ, sandalyeyi kuşatmakta ve onu sabit bir konumda tutmaktadır. Bu eserde de iki madde halinin birbiriyle ilişkisi ancak eşzamanlı bir varoluşla mümkündür. Tamamlanmış bir ağın içine girmenin olanaksızlığı montaja izin vermez; nesne orada varlığa bürünürken ağ tarafından kuşatılacak bu bağlaşıklık ancak ağın kopması durumunda bozulacaktır. Sonsuzca yayıldığı durumda ağ, Bergson’un “hayat hamlesi”ne atfettiği üzere tüm varlıkları sararak, atom altı parçacıkların dünyasında olduğu gibi fenomenler dünyasında da –bugün çevrimiçi olma durumuyla da karşılığını bulan biçimde– her şeyi birbirine bağlayacaktır. Bu bağlaşıklıkta hayat hamlesinin/ağın yayılmacı enerjisi varlığın maddi direnciyle karşılaştığında yalnızca nesneyi değil, yaratıcılığıyla kendini de aşmak zorundadır. Sanatçı nesneleri, hafızasını oluşturmak üzere kullanılmışlıklarıyla yapıta dahil eder. Ağ fetihçi olması dolayısıyla ezelî ve ebedî bir süreklilik içinde hareket ederken madde, hem kendini hem ondan nüfuz edenleri koruyan, aynı zamanda ağ aracılığıyla aktaran bilinci oluşturur.
Yaşam Şaşmazer, benliğin kuruluşunun bilinçdışı unsurlarına referans veren çocuk heykellerine yöneldiği ilk dönem işlerinden sonra yetişkin bedenlerini doğayla ilişkisi çerçevesinde heykelleştirmektedir. Jung’un gölge arketiplerinden hareketle meydana getirdiği çocuk figürleri, ardındaki gölgesinin karanlığından ürküp kaçmak ya da onunla yüzleşip bütünlenmek arasında kalan insanın psikolojik ikilemine atıfta bulunur. Figürler yetişkin formuna geldiğinde ise ikilem, doğa ile doğadan ayrı bir varlık olarak düşünülemeyecek insan arasındaki ilişkiye aktarılmıştır. “Yerinden Edilmiş Otoportre” (2017) sergideki bağlamı devam ettiren bir süreç ânının görüntüsünü verir. Ağaçtan yontulmuş insan büstünün yüzünden özgürce fışkıran köksü dallar, yarım kalmış bir eylemi değil, hammaddenin yaratıcı eyleme gösterdiği direnci izlenimleştirmiştir. Hem Hatoum’un hem Shiora’nın işlerinde olduğu gibi eylemin zamanında doğrusal akışı işaret eden hiçbir şey yoktur. Önce ağacın mı yoksa heykelin mi olduğu belirlenemez: İkisi de birbirine dönüşmeye çalışmakta ama aynı zamanda ötekine karşı direnmektedir. Deleuze ve Guattari’nin “köksap”ları gibi tekliği ve çokluğu bir arada işaret eden, hem kendisi hem öteki olan, tarafların birbirine olan akışını kolaylaştırmak üzere tüm kategorizasyon düzeylerinin tesviye edildiği, merkezin ortadan kalktığı, çift başlı hareketin karşılıklı bir istila mı yoksa birlik mi olacağı konusunu sorunsallaştıran bir yanyanalıktır bu.
Tellerle bağlanmış kâğıt şeritlerin oluşturduğu “Göğüs Kafesi” (1993), bedene ait koruyucu iskelet parçasının korunmasız halini vurgular. Terry Fox’un Hodgkin hastalığıyla kişisel deneyimlerinin de izi olan bu işinde dirençli olanın gücü, kırılgan olanın savunmasızlığıyla yitirilmiş, bedenin bütünlüğü basit bir dengesizlikle bozulmaya açık hale gelmiştir.
Yine bütünlük sorunsalından doğru Pinaree Santipak’ın alüminyum çanak içine yerleştirdiği “Ayna”nın (2009) formuna anlam tayin etmek mümkün olur. Ben’in Lacan’cı tanımındaki ona içkin ebedî eksikliğin, imgesel’in (imago) aynanın yüzeyinde ortaya çıkardığı bütünlüklü benlik yansımasıyla üst üste bindiği, özne öncesi bir zamanla karşılaşmadır bu. Aynanın stilize edilmiş meme formu bebek ile annesi arasındaki bedensel kopuşun şiddetini düşürür. Köklerini Narkissos’ta bulan bu imgeleştirme failin kendi görüntüsüne vereceği tepkinin yönünü değiştirme, belki de bütünlük halini yanılsamadan gerçeğe dönüştürme arzusunun bir sonucudur.
Savaş coğrafyasından bir sanatçı olan ve “Bosnian Girl” isimli afişiyle hatırladığımız Šejla Kamerić, “Kayıp” (2013)serisinde bir kişinin kaybıyla ortaya çıkan yası beyaz tülbent gerilmiş kasnaklardan sarkan iğnelerle görünür kılmıştır. İğnelere geçirilmiş altın iplikler, Bosnalı kadınların yas zamanı kullandığı beyaz tülbentin yüzeyinde bir desen oluşturmaksızın kendi ağırlığıyla kasnaktan aşağı sarkmaktadır. Acıyla olan çekişmesinde boşa düşen yapma iradesi, yasın ancak bir tezahürü olabilecek desenlerin yerine asıl duyguya olan teslimiyeti geçirir. Kendini gösteren yalnızca istenci başlatan duygudur. Yas kendinden başka bir şeye dönüşmeden boşlukla imlenmiştir.
“Mutlu Kasap” (2010), metal bir duvar askısında sergilenen, bir sığırın mide parçalarının iç yüzeyinin porselen dökümleridir. Porselenin pürüzsüz beyaz dokusuyla yapılmış olsa da parçalar canlı dokuya ait girintili çıkıntılı görüntüsünü korumaktadır. “Cezasız Kalanlar Londra Orijinalleri”nde (2012) ise aile şiddetinin yaraları adli tıp yöntemleriyle kaydedilmiş ve bir baskı serisine dönüşmüştür. Nadia Kaabi-Linke’nin sergideki bu iki işi, şiddetin gizli izlerini açığa çıkararak onlara yalnızca görünürlük değil, artık iptal edilmelerinin mümkün olmadığı bir varlık kazandırır. Üzeri örtülmüş gerçeklerin oluşturduğu boşluk doldurulmuştur.
“Ben bir ağaçken bir gölge bıraktım ardımda…”
Galerinin bir başka bölümünde Michał Budny’nin üzerlerinde kullanım izleri duran kâğıt ve kartondan yapılma “İsimsiz” işleri, Jae-Eun Choi’ninkilerle buluşmuştur. Choi’inin “Kâğıttan Şiir”i de Budny’nin kâğıt işleri gibi bir buluntunun geçmişini taşımaktadır. Sokakta bulduğu bir kitabın boş sayfalarından oluşan kolaj, hemen yanındaki duvara yazılı “When I was a tree I left a shadow behind…” sözüyle dönüşümün tarihsel dökümünü çıkarır.
7 Nisan’a kadar devam edecek olan sergi hafızanın ve boşluğun, kopuşun ve bir aradalığın, sınır koymanın ve sınırları aşmanın, süreğenliğin ve dönüşümün izlerini takip ederek varlıklar arası ortak bir bilincin açığa çıkarılması, aynadaki ile duvardaki yansımalarımızın bütünlenmesi ihtimallerini kendi gölgemizde araştırıyor.
• Kendi Gölgesinde, 7 Nisan 2024’e kadar Arter’de görülebilir.