Nesnelerden cümleler oluşturulabilir mi? Hızla köksüzleşmeye doğru itildiğimiz bir çağda nasıl bir gelecek tahayyülü bizi bekliyor? Nesnelerin bu gelecekte bizim için önemi ne? Ulya Soley’in küratörlüğünü üstlendiği, 26 Ekim’de Pera Müzesi’ne açılan karma sergi Gelecek Hatıraları, bizi geçmişe gelecekten bakmaya yönlendiriyor, bir anlamda o ânın nostaljisini sunarken nostalji çağrışımının da gelecekle ilişkisini kuruyor.
Geçmişin parçalarıyla kurulan bir gelecek nostaljisinde, geçmişe dair bir restorasyon çalışmasına tanık oluyoruz. Geçmiş bizi geleceğe bağlayan bir aracıya dönüşüyor ve geçmişin unutulmaya yüz tutan kökleri, kaldırımlardan çıkan otlar gibi kendini sürekli hatırlatıyor. Müze mekânı bir “toplayıcılık” alanına, geleceğe dair bir retrospektife dönüşüyor; sanatçıysa bu kökleri yeryüzüne ulaştıran bir aracı konumunda. Eserlere eşlik edip ilham veren Kütahya Çini ve Seramikleri Koleksiyonu ise 18. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan muazzam bir zanaatkârlığın örneklerini sunuyor.
Sergi, “Motiflerin Hatırlattıkları”, “Nesnelerin Hafızası”, “Bölgenin Hafızası” ve “Geleceği Hatırlamak” başlıklı dört bölümden oluşuyor. “Motiflerin Hatırlattıkları”, tarihî yapılardan hareketle yola çıkan ve geçmişin malzemelerini bugünden kurgulayan bir kapı açıyor. Tarihsel olan biçim değiştirip yeni bir nesnede kendine yeni bir anlam bularak dönüşüyor; tekniğin olanaklarıyla malzeme yeniden yaratılarak geçmiş ile gelecek arasındaki ilişki kuruluyor. Böylece 17. yüzyıl karolarını, Mimar Sinan’ın 16. yüzyılda yaptığı Rüstem Paşa Camisi’nden bir detayı, Topkapı Sarayı’ndaki bir çini paneli, Japon dövme sanatından esinlenen desenleri, Portekiz seramik motiflerini güncel çağrışım ve anlamlarıyla, bambaşka biçimlerde görebilmek mümkün oluyor. Geçmişin eserleri baştan aşağı dönüşüp yeniden icat ediliyor; bir sanat yapıtındaki bir detayın başka bir sanat yapıtına dönüşürken geçirdiği yolculuğa tanık oluyoruz. Adriana Varejão’nun 45 adet tuvalin yere ve duvara yığılmasıyla oluşturulan, “Tuvaller Üzerine Karo Seramik Döşeme” adlı yerleştirmesinde, 17. yüzyılda inşa edilen Our Lady of Joy Kilisesi’ni süsleyen azulejo karoları resmediliyor. Sanatçının 1960’lı yıllarda Brezilya’da ortaya çıkan Anthropophagia sanat akımından etkilenen, Brezilya’nın tarihindeki kabile ayinlerini de anımsatan “Tanısal Laparotomi” adlı eserse tarihselliğin izlerini taşıyor. Burçak Bingöl’ün bir çini panelden yola çıkarak oluşturduğu “Saz Yolu Rotası”; Elif Uras’ın “Çifte Niş”i (2023) ve “Ay Parçası” (2023) heykeli; doğadaki imgeleri Kütahya Çini ve Seramikleri Koleksiyonu’ndan ilhamla uyarlayan Francesco Simeti’nin “Yabanı Sevmek” adlı yerleştirmeleri ve Taner Ceylan’ın yıkık bir duvarın detayını resmettiği “Duvar ve Arkeoloji” tablosu, bu bölümde yer alıyor.
“Nesnelerin Hafızası”, gündelik nesnelerle kurduğumuz ilişkileri merkezine alıyor. Buna, artık işlevini kaybeden nesnelerin nostaljisi de dahil oluyor. Burada nesnelerin hatırlatıcı özellikleri devreye giriyor. Bu bölümde gündelik hayatımızda biriktirdiğimiz nesneleri de anımsıyoruz. Bu nesneleri neden biriktirip kişiselleştiriyoruz? Onlara ne gibi anlamlar yüklüyoruz? Rönesans döneminde ortaya çıkan merak odaları (cabinet de curiosités) bugün eski kültürel ve sembolik anlamından sıyrılıp daha da kişiselleşerek evlerimizde merak köşelerine dönüşebiliyor. Büyükannelerimizin yalnızca “özel” misafir geldiğinde çıkardığı, yılın 364 günü büfelerde sakladığı “değerli” tabak çanaklar da bu nesnelerle birlikte düşünülebilir elbette. Nesnelerin geçmişinin izini sürmek her zaman mümkün olmasa da nesnelere bir geçmiş atfedip onlarla geleceği, kendi dünyamızda bir nefeslenme alanını kurabiliyoruz. Evlerimiz sığınaklarımız haline geliyor ve kişiselleştirdiğimiz nesnelerle kendi mekânlarımızı “güzelleştirme”ye, hiç olmazsa yaşanılır kılmaya çalışıyoruz. Merak köşelerimizdeki bu nesneler bazen bir tren bileti, bir çakıltaşı, kartpostal ya da bir aile yadigârı, hatıra-eşya olabiliyor. Bazen de başkasının atıp kurtulmak istediği şey bir başkasının kıymetlisi haline gelebiliyor. Kendimize ait kıldığımız, manevi değeri maddi değerini katbekat aşan nesnelerle etrafımızı çevirmeye meyledebiliyoruz. Liva Marin’in gündelik nesnelerle ilişkimize odaklanan “Geriye Kalanlar” adlı çalışması da izleyici böyle bir nostaljiye sürükler nitelikte. Müzede sergilenen eserlerin fotoğraflarının seramiğe dönüştüğü Skuja Braden ikilisinin “Zamanın Akışı” eseri, zamanın ruhunu geçmişin teknikleriyle müze mekânına taşıyor. Hem gündelik hem de geçmişten gelen nesnelerle çevrildiğimiz bu bölümde kuşaktan kuşağa aktarılan bir hikâyeye, üç kadının toprakla kurduğu ilişkiye de Yasemin Özcan’ın “Tablet” adlı eseriyle tanık oluyoruz.
“Bölgenin Hafızası”, ilhamını tarih öncesindeki üretim biçimlerinden ve müze mekânının bulunduğu yerden alıyor. Aslı Çavuşoğlu’nun, ilhamını Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin “rizom” modelinden alan “Hem Kök Hem Sap Hem Var Hem Yok” eserinde, geçmişle kurulan kültürel bağ, mangrov ağaçlarının yeryüzüne uzanan kökleriyle kuruluyor. Anadolu’daki eski üretim biçimlerinin unutulan kökleri hafıza aracılığıyla direnirken, şu an ve şimdi var olduğumuz yer, yani müzenin olduğu bölge geleceğe ve müze mekânına taşınıyor; müzenin etrafından alınan tozlar, sanatçı Jorge Otero-Pailos aracılığıyla ve mikroskop marifetiyle bir çini desenine dönüştürülüyor. Kentte dolanırken hissettiğimiz o buruk nostalji duygusuyla hızla kendi ruhsal coğrafyamıza bir göz atıyoruz: Artık var olmayan toplanma mekânlarımız, baktığımızda içimize ferahlık veren o güzelim eski yapılar, bir zamanlar bizim için bir tarihi olduğuna inandığımız yerler... Hafıza müzenin dışına taşıyor, gördüklerimiz bize kaybettiklerimizi anımsatıyor; kapanan sinemalarıyla, kesilen ağaçlarıyla, kentsel dönüşümle mutenalaştırılan mahalleleriyle, işgal edilen sahilleriyle bir kentin yasını tutuyoruz.
“Geleceği Hatırlamak” bölümünde gelecekteki kent imgelerine tanık oluyoruz. Bu imgeler aslında bizim gündelik hayatımızda karşılaştığımız ve insanlığın geleceğini çıkışsız bir yola sokan, ekolojik felaketlere yol açan insan yapımı oluşumlar. Glenn Albrecht’in 2003’te “solastalji” diye adlandırdığı, insanın gözünün önünde yaşanan ani yıkım ve felaketlerden duyduğu sıkıntı ve acı hissini duyuyoruz. Yıkım politikaları karşısında yapabildiğimizce direnmek, var olanı olduğu gibi kabullenmemek, onu olabildiğince dönüştürmek yaşamsal bir umut da yaratıyor. Kent suçları ve doğal alanların tahribi hepimizde “solastalji” yaratsa da hatırlamaya değer bir gelecek yaratmanın yollarının da düşünülmesi önem taşıyor. Deniz Eroğlu’nun “Gül Yolu I-II”de kartpostallara yansıttığı gelecek, ayrıca Neven Allgeier’in insansız ama insan üretimi nesnelerin manzaralarından kesitler sunan “Çevre” adlı yerleştirmesi, gelecekteki kent tahayyüllerini düşünmeye sevk ediyor izleyiciyi.
Gelecek Hatıraları bize dünyaya yeniden bağlandığımız, kök salamasak bile geçmişte kalmış bir gelecekte yaşamımızı sürdürürken tutunacağımız nesnelerle ilişkimizi yeniden sorgulatıyor. Seri üretimin yüceltildiği şimdiki zamanda endüstrinin yok saydığı geçmişten gelen nesneleri ailemizin evinden, bitpazarlarından ya da ıvır zıvır dolu antikacılardan evlerimize, tarihe ayak direyerek geleceğe taşıyoruz. Kendi anılarımız ya da geçmiş atfettiğimiz nesnelerin kullanım ya da keyfî değerleri bir parça hüzünle birlikte geleceğe dair umut da veriyor.
Çini ve seramik eserler bir yanıyla her şeyin geçici ve kırılgan olduğuna işaret ediyor. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı bir dünyada gelecek tahayyülü ancak dönüşümle mümkün kılınabiliyor. Yaşam gibi nesneler de değişip dönüşüyor ve bir noktada yok olup gidiyor. Geriye kalanlar hafıza alanları açıp geçmişi anıştırarak, tıpkı sanatçıların yaptığı gibi, geçmişin malzeme ve tekniklerini kullanarak yeni bir gelecek kurmanın, onu yeniden yaratmanın olasılıklarını hatırlatıyor.
Müzeler sabitleyip sınırlandırma işlevi görseler de Gelecek Hatıraları’nda bellek anımsanmaya değer olan şeyleri yüzeye çıkarıp temsilin dışına çıkarmaya olanak sağlıyor. Her ne kadar müze mekânında olsak da nesneler bizi yeniden kamusal hayatın deneyimine sürüklüyor; geçmişe bugünden bir anlam atfedip gelecek tahayyüllerimizin sınırlı ve karamsar bakışından bizi biraz olsun kurtarıyor. Her şey yok olup gitse de geleceğe dair hâlâ umut var.
• Gelecek Hatıraları, 24 Mart 2024’e kadar Pera Müzesi’nde görülebilir.