Eserlerle, asla unutamayacağımız karşılaşma anlarımız vardır. Mark Rothko’nun (1903-1970) eserleriyle belki, pek azının korunduğu Fransa’da ya da başka ülkelerdeki koleksiyon sergileri ya da müze sergilemeleri sayesinde izole resimler halinde karşılaşırız. Hatta belki Londra’da, Tate Modern’in onun Seagram duvar resimlerine ayırdığı salonunda; 1960 yılında, Washington’da, Phillips Koleksiyonu bünyesinde düzenlenmiş ilk “Rothko Room”da (Rothko Odası) ya da yine, Houston’da, “Haç Yolunda On Dört İstasyon” misali duvar resimlerinin bulunduğu şapelde. İnsanlar, 1999 kışında –bundan yaklaşık 25 yıl öncesi, daha insani bir nesil zamanında; dolayısıyla, o gün Modern Sanatlar Müzesi’nin ve bugün Louis Vuitton Vakfı’nın komisyon üyesi Suzanne Pagé’nin gözünde ihtiyaç olarak, hatta vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak–, Paris Modern Sanat Müzesi’nin salonlarında, Mark Rothko’nun eserini yeniden uzun uzun seyredebildi.
Büyük formatlarda çalışması ve içine yerleştirdiği titrek renklerdeki kır manzaraları, karşı konulmaz biçimde içinde erimeye davet ediyordu herkesi: “Bir resim,” diye yazıyordu 1947 yılında Tiger’s Eye dergisi, “duyarlı gözlemcinin gözlerinde genişleyerek ve canlanarak, dostlukla yaşar. Ve yine aynı şekilde ölür. Dolayısıyla zor bir eylemdir ve dünyadan silinmek gibi bir risk barındırır.” Bu beklenti ya da gerilime, bir temaşaya davet gibi, yüz yüze oluşun karşısındakini içine aldığı eserlerinin de gösterdiği gibi, sanatçının çok sayıdaki fotografik portresi de tanıklık eder. Thomas Struth, Rothko Şapeli’nde (2007) oturan iki ziyaretçiyi resmeder, bu monokromların önüne ne zaman oturmuşlardır, ne kadar zamandır oradadırlar bilinmez. Mavileri o kadar derindir ki, göz bir an renge uyum sağlar ve algılamaya başlar, bu da sanatçının istediği “mekân” deneyimi için, mimariyle resmin rezonansa girmesi için gereklidir.
Katmanlardan oluşan bir kompozisyon
Bu anılardan söz etmemizin nedeni, sanatçının çocukları Christopher Rothko ve Kate Rothko Prizel’in temsilci kuruluşlardan Washington’daki Ulusal Sanat Galerisi’yle kurduğu geniş işbirliği sayesinde yaklaşık 115 eserin bir araya getirildiği bu buluşmaya hazırlanmamızdır. Serginin kronomojik parkuru, Mark Rothko’yu soyut ekspresyonizmin en önemli temsilcilerinden biri haline getiren abstraksiyona doğru progresif bir hareketle örtüşmektedir. Bununla birlikte, başlangıç (1930 ve 1940 yılları arası) dönemine ait 50 kadar resim, geçmişten kesin bir kopuş öncesi basit evreler olarak değil, daha çok “klasik” olarak anılan döneme (1950’li yılların başından itibaren) doğru tortular bırakan bir devamlılığın unsurları olarak ortaya çıkar. 1937 ve 1939 yılları arasına ait üç eser figürleri oturmuş ya da ayakta, profilden ya da karşıdan, önden ya da soyut eserlerin karakteristik yapılarını hatırlattığı göz ardı edilemeyecek ama aynı zamanda da ressamın boyutları vurgulamak için kullandığı pencere çerçevelerinde gösterir.
“Büyük boyutlu tablolar boyuyorum [...] çünkü samimi ve insani olmak istiyorum,” diyordu 1951 yılında. “Küçük bir tablo yapmak, kendini kendi deneyiminin dışına yerleştirmek, bir deneyimi bir stereoptikonun ya da küçültücü bir camın ardından seyretmektir. Büyük bir tablo yaparken tarzınız ne olursa olsun, içindesinizdir. Bu insanın karar verdiği bir şey değildir.” 1940 tarihli ve 1 numaralı bu eser (özel koleksiyon) örneğindeki gibi, alanlar doğal olarak yüklenerek dolar. Üst üste dizilmiş siyah çerçeveli üç alan arasından, ortadaki üst üste boyanmış renk tabakalarını, çok sayıda hareketle yankılanan Multi formlara yakın çizgileri yüzeye çıkarır.
“İnsanın dramının boyutu”
Boş olmaktan oldukça uzak yüzeyler ve renkler, Mark Rothko, William Baziotes, David Hare ve Robert Motherwell’in konvansiyonel sanatsal formlarla kopuş iradelerini temsil etmesini istedikleri bu “süje” etrafında kendini gösterir. 1943 yılında New York Times’a gönderdikleri bir mektupta şu ifadeleri kullanmışlardır: “süje elzemdir ve tek doğru içerik, trajik ve zamansız olanınkidir”. Bunun sonucu olarak, sürrealizm ve New York’a sürgün edilmiş temsilcileri yakınında, yeni bir mit hazırlanması için çalışırlar. Özellikle de Mark Rothko için – Friedrich Nietzsche’nin Trajedinin doğuşu adlı eserinin büyük hayranı –, ifade edilmesi gereken “insani duygular ölçeği”, “insanın dramının boyutu”dur. “İnsanın temel duyguları -trajedi, esrime, yok oluş” ile ilgilenir.
Ressam, Anna C. Chave’ın Subjects in Abstraction (1989)adlı eseri ve Annie Cohen-Solal’ın çalışmaları sayesinde, son on yıllarda bu eksen üzerinden yeniden ele alınmıştır. Anna C. Chave, 2013 yılında yayınladığı (2023 yılında yeniden baskı yapmıştır) Rothko biyografisinde, Mark Rothko’nun aldığı eğitimin ve Birleşik Devletler’e göç etmeden önce büyüdüğü acımasız ortamın eserlerindeki etkisini ortaya koymuştur. Ressamın soyut eserleri, açıkça göstermemekle birlikte, bunlarla doludur. Şüphesiz gri ve siyah eserlerinin biyografik olarak trajik okuması, son resimlerinde canlı ve sıcak renklere geri dönüşün de tanıklık ettiği gibi, ancak redüktör olarak görülebilir.
Senografi sayesinde, Unesco’nun Paris’teki yeni merkezi için verilmiş bir sipariş vesilesiyle, 1969 yılındaki bir projede, Frank Gehry binası içinde Mark Rothko’ya saygı duruşu gerçekleşti ve tuvalleri, tekrarlanan çerçeveleriyle resmine ve silik kromatik renk gamlarına hayran olduğu Alberto Giacometti’nin bir heykeliyle birlikte sergileme hayali hayata geçirildi. Riccardo Venturi, “black paintings”in sanatçı için bir kapanış değil, yeni bir yola çıkışa işaret ettiğini gösterdi. Mark Rothko ve Alberto Giacometti arasında, yalnızca arayışlar ve ruhlardaki yakınlığın kabulü gibi değil, aynı zamanda alanın yeniden aktive edilmesi, hatta bir deneye tabi tutulması için sağlanan diyaloğa da böyle yaklaşıldı. Bu bakış aslında, beden ölçüsüne göre değerlendirilen ve derin düşüncede ötesine geçen, sembolik olduğu kadar da fiziksel bir mevki oluşturmaktaydı.Deney yapılmayı beklemektedir zira bunun için görme riskini almak bile gerekse, karşılaşmaktan kaçınmamamız gereken eserlerdendir.
• Mark Rothko, 2 Nisan 2024’e kadar Paris, Fondation Louis-Vuitton’da görülebilir.