Gözleri ve elleri bağlı bir kadın kendini bir kaideden kurtarmak için mücadele ediyor. Morglar dolu. Bir iskelenin üzerine çömelmiş bir Ku Klux Klan üyesi, yukarıdan Kutsal Kitap ve haç fırlatırken, bir diğeri bir merdivene tırmanıp başının üzerinde dokuz kamçılı kırbacı sallıyor. Bu imgeler, Philip Guston’ın en yakın arkadaşları Reuben Kadish ve Jules Langsner’le birlikte yaptığı, Meksika’nın Morelia kentindeki toplumsal gerçekçi başyapıtı “Struggle Against Terrorism” (Terörizme Karşı Mücadele) (1934-1935) adlı duvar resminde yer bulmak için mücadele ediyor. Şimdi San Nicolás Üniversitesi olan binanın duvarından sökülüp Londra’ya gönderilemeyecek kadar anıtsal olan duvar resminin hareketli görüntüleri, galerinin tüm duvarına renkli olarak yansıtılıyor. Bu, insanlığın en cesur ve en ahlaksız halinin bir duvar halısı, savaş zamanlarında masumların ödediği ağır bedelleri hatırlatan kurşuni formlardan oluşan dolambaçlı bir kolaj. Guston’ın pek çok resmi gibi bu duvar resmi de kendi sözleriyle ifade edilecek olursa “o hayatta olduğundan bu yana dünyada yaşanan şiddet” hakkında ve bu şiddet evrensel, “herkesin deneyimlediği” bir şey.
Philip Guston, Tate Modern’deki, bu yılın aydınlatıcı kış sergisi. Sergi, sanatçının 50 yıllık büyüleyici eklektik kariyerinde ürettiği yüzden fazla eseri bir araya getiren devasa bir girişim. Soyut dışavurumcu akımın zengin, parlak renkçisi olarak sevilen Guston (1913-1980), her şeyden önce modern sanatın toplumsal amacının ilk ve en başta gelen savunucusuydu; ressamların ressamı bunu ara vermeksizin savunuyordu. 1905’te Polonya’daki pogromlardan kaçan Yahudi mültecilerin çocuğu olan Guston, Montreal’de doğdu ve Jackson Pollock’la birlikte liseye gittiği Los Angeles’ta büyüdü. Sanatçının sanatını şekillendiren yıllarına birbirini izleyen trajediler damgasını vurdu. Haziran 1930’da babası Leib, eskicilik yapmaya kadar düştüğü için utanç duyarak evlerinin arkasındaki verandada kendini astı. 1932’de çok sevdiği kardeşi Nat takla atan bir arabanın altında kalarak öldü ve aynı yıl Los Angeles polisi içinden çıkan faşist sempatizanlar kurşun borular ve tabancalarla Kuzey Hollywood’daki bir sergiyi basarak Guston’ın, Scottsboro Boys’un adı çıkmış davasını protesto eden duvar resimlerinden birini tahrip etti. Figürlerin gözleri ve cinsel organları hedef alınmıştı. Bu deneyimler Guston’ın tablolarına ıslak boya gibi dökülüyor: Urganlar, idam düğümleri ve serserilerin sopaları pek çok eserde yer alırken, hayalet figürler toplumsal dokuyu sessizce yırtıyor. “Martial Memory”de (Savaş Anısı) (1941), kayıp çocuklar ya da yetimler, gözlerden uzakta bir savaş tüm şiddetiyle sürerken sokaktan silah olarak enkaz topluyorlar; kırık sopalar, kartonlar ve çöp kutuları taşıyan Guston’ın çocukları kendilerini korumak için ellerine ne geçerse alıyorlar.
Rüya gibi eşleşme
Kendi kendini yetiştirmiş Guston’ın kariyerinin başındaki bu çalkantılı dönem, serginin açılışında sağ tarafta yer alan küçük bir odada özenle ele alınıyor. İki erken dönem eseri – “Female Nude with Easel” (Şövaleli Kadın Nü) (1935) ve “Nude Philosopher in Space-Time” (Uzay-Zamanda Filozof Nü) (1935)– Birleşik Krallık’ta ilk kez görülecek. Bu rüya gibi olağanüstü eşleşmede, iki yağlıboya figür, sağda duran çıplak figürler olarak birbirini yansıtıyor, ikisinin de yüzleri asık, sanat ve anatomiyi temsil eden nesnelere bakıyorlar. Guston’ın kahramanı Piero della Francesca’nın karakteristik kompozisyon yapısının ve bu dünyada yalnız olan bedenlerin Toscana’ya özgü dingin sembolizminin yanı sıra Giorgio de Chirico’nun, bir arada bulunmaması gereken şeyleri sürreal bir şekilde birleştirmesinin etkisini hemen fark ediyorsunuz. Arşiv ve buluntu malzemelerin sergilendiği bir vitrin, sanatçının erken dönemdeki, toplumsal adalet, antifaşizm, özellikle de Ku Klux Klan’a karşı örgütlenmedeki kararlılığını gösteriyor. Bütün bunlar da bizi Guston’ın Nazi Hava Kuvvetleri tarafından Guernica’ya yapılan hava saldırısının vasiyeti olarak duran güçlü savaş karşıtı resmi “Bombardment”a (Bombardıman) (1937) götürüyor. Pablo Picasso’nun aynı konuyu işleyen resmi, kadınların ve hayvanların travmasını resim düzleminin ötesine taşırken, Guston’ın versiyonu dosdoğru üzerimize geliyor: Rönesans tondo (daire) formatını kullanan ve merkezinde bir patlama olan bu resim, bombardıman sırasında sivillerin ayrım söz konusu olmaksızın yaşadığı acılara dair evrensel bir imge, geçmişin teknikleri kullanılarak yapılmış yeni bir savaş resmi.
New York’taki çevresinin geri kalanı gibi Guston da 1940’ların sonlarında toplumsal gerçekçiliği bırakıp ışık olarak boyadan, kadmiyum kırmızılarından ve toprak boyaların sarısından aldığı hazzı yansıtan görkemli bir soyutlamaya yöneliyor. “The Return” (Dönüş) (1956-1958) ve “Native’s Return” (Yerlinin Dönüşü) (1957), eve dönüşü çağrıştıran başlıklarıyla soyut dışavurumculuğun en popüler eserlerinden bazıları. Ancak Guston her zaman dolambaçlı yolları izliyor ve resmin tarih boyunca tek bir yolda ilerleyen bir şey olduğu mantığını görmezden geliyor.
“Soyut sanattan miras aldığımız efsanede gülünç ve pinti bir şey var,” diyordu Guston, kendi aleyhinde konuşur gibi görünerek, “resim özerktir, saftır ve kendisi için vardır.” Vietnam Savaşı sırasında kendine bakıp şu soruyu sordu: “Ben nasıl bir adamım ki evde oturup dergi okuyorum, her şeye sinirleniyorum ... ve sonra atölyeme gidip kırmızıyı maviye çeviriyorum?”
Tate Modern’de, karanlık bir bekleme odasından geçip eski bir özneye, Klan’a dönerken, sanki Guston’la birlikte stüdyodaymışız ve bu inanç krizini yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz ama bu geri dönüş eskisine benzemiyor. 1930’ların Klan üyeleri açıkça savaşılması gereken bir düşman olsa da burada sigaralarını tüttürerek rahatlıyor, otoportrelerini çizip şehirde gezintiye çıkıyorlar. Neredeyse bizim gibiler. Guston, 1970 yılında New York’taki Marlborough Galeri’de açılan bir sergi için bu konuyu ele aldığında, kendini soyut resme adamış meslektaşları tarafından “ahitten aforoz edilmiş” bir peygamber gibi azarlandığını hissetmişti. Yakın arkadaşı besteci Morton Feldman onunla bir daha hiç konuşmadı.
Şimdi beyaz cüppeler içindeki fil ve George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından Eylül 2020’de bu serginin ikinci kez açılmasının iptal edilmesi meselelerine geliyoruz. O dönemde Tate Modern, Washington’daki Ulusal Sanat Galerisi tarafından, “Philip Guston’ın çalışmalarının merkezinde yer alan güçlü toplumsal ve ırksal adalet mesajı daha net bir şekilde yorumlanana kadar” işbirliği içinde hazırlanan retrospektifinden vazgeçmeye zorlandı. Tate’nin projedeki küratörü Mark Godfrey bunu protesto etmek amacıyla istifa etti. Öfkeli sanatçı ve eleştirmenlerden oluşan bir koro, Guston’ın “güçlü mesajı”na her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu ve halkın kendi kararını verebilmesi gerektiğini savundu. Sergiyi erteleme kararının altında, Guston’ın artık bu kadar keskin bir şekilde güncel konularla bağlantılı olmadığı ve eserlerinin odaklandığı siyasetin bu kadar rahatsız edici olmadığı bir zamanın geleceği gibi imkânsız bir düşünce yatıyor.
Müze yöneticileri sıraya girip toplumun hazır olmadığını söylediler; ne kadar da yanıldılar. Elbette şunu sorabiliriz: Bu eserler nefret suçu işleyenleri insanlaştırmıyor mu?
“Klan’la birlikte yaşadığımı hayal etmeye çalıştım neredeyse,” diyordu Guston. “Kötü olmak nasıl bir şey olurdu? Plan yapmak ve komplo kurmak.” Ancak bunlar, yaşamı boyunca ırkçılık karşıtı olmuş birinin açık yürekli resimleri; sanatsal açıdan filozof Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” argümanına denk olan, bu aşağılık eylemlerin herhangi bir şekilde sıradan olduğunu değil de bunların kayıtsızlıktan kaynaklandığını ve muhtemelen meslektaşlarımız, arkadaşlarımız veya komşularımız tarafından gerçekleştirildiğini söyleyen eserler. Bu eserde Guston, lümpen düşmanını, onların mankafa aptallıklarını dengeleyen bir dürüstlük ve ciddiyetle hayal ediyor. Sergiden, bizim zamanımızda bin tane Guston olmasını dileyerek ayrılıyoruz.
Philip Guston, 25 Şubat 2024’te kadar Tate Modern’de görülebilir.
Küratörler: Michael Wellen ve Michael Raymond
Diğer eleştirmenler neler söyledi?
Sergi, The Guardian’da Adrian Searle tarafından kaleme alınan ve Guston’ı Klan’ın hareketlerini “metot oyunculuğuyla canlandıran” biri olarak tanımlayan ve sanatçının “aptallığın, bağnazlığın ve şiddet eğiliminin her zaman bizimle olduğu ve beyaz ırkın üstünlüğünün yeniden yükselişe geçtiği” bir dönemdeki önemini vurgulayan beş yıldızlı bir eleştiriyle büyük övgü topladı. The Telegraph’tan Alastair Sooke da “kötülüğü eleştiren zamansız sanat”a tam not verdi. Financial Times’tan Jackie Wullschläger ise “resme özgü ifade etme biçimi ve enerjisiyle sürükleyici, renk ve dramayla dolu, her fırsatta aydınlatan” bir sergi olarak nitelendirdi.