Londra’nın simgesel yapıları: Pablo Valbuena’nın St Paul Katedrali’nin transeptinin altında asılı duran interaktif ışık sütunu Aura’sı (2023) ve Moritz Waldemeyer’in St Stephen Walbrook’ta yavaşça dönen bir sarkaca dayanan Halo’su (2023).
Bu sonbaharda ikisi Londra’daki tarihî kiliselerde, ikisi de izleyenleri immersive deneyimler ve 21. yüzyıl teknolojisi için özel inşa edilmiş mekânlarda olmak üzere, dört yeni ışık sanatı sergisi, sanatçıların her zamankinden daha güçlü ve verimli bir şekilde montajlanmış ışık yayan diyot (LED) dizilerini yönetmek için yazılmış algoritmalar da dahil en son teknolojiyi kullanarak ışıkla çalışmalarının ne gibi nimetleri ve zorlukları olduğunu gösteriyor. Bu kombinasyon, son 20yılda yaratıcıların ışıkla oynamasına –kodla düzenlemesine– izin verirken, beraberinde bir zorluğu da getiriyor: (Çok fazla) seçenek nedeniyle yaratıcıların paralize olmasını.
Londra Tasarım Festivali ve Bloomberg Philanthropies, İngiliz mimarisinin devi, ışık ve matematik ustası,St Paul Katedrali ve Chelsea Kraliyet Hastanesi gibi Londra’nın simgesel yapılarının yaratıcısı Christopher Wren’in ölümünün 300. yıldönümü nedeniyle iki sanatçıya, Moritz Waldemeyer ve Pablo Valbuena’ya kilise eserleri sipariş etti.
Geçtiğimiz ayın sonunda, 2005 yılında HannesKoch ve Florian Ortkrass tarafından kurulan Avrupa ortaklı stüdyo Random International, Amsterdam’daki Nxt Müzesi’nde, interaktif immersive çalışması için dokuz aylık bir sergi açtı.
2003 yılında İngiliz sanatçı Matt Clark tarafından kurulan Londra merkezli kolektif United Visual Artists (UVA), bu ay Londra’nın merkezindeki 180 Studios’ta mekâna özgü sekiz immersive ses ve ışık çalışmasıylabugüne kadarki en büyük sergisini açıyor.
Londra’da yaşayan Alman sanatçı ve tasarımcı Waldemeyer, Wren’in 1672-1679 yılları arasında inşa ettiği St Stephen Walbrook Kilisesi için Halo’yu(Hale) tasarladı. Burası Wren’in bir İngiliz binasındaki ilk kubbeyi inşa ettiği kilise. Waldemeyer’in eseri, 20 metre uzunluğunda bir sarkaçtan oluşuyor ve sarkacın asılı olduğu kordonda, pirinç ağırlığının dönüşüyle aynı frekansta, aşağı yukarı hareket eden bir LED ışık kaynağı, Henry Moore’un 1972 tarihli masif mermer altarının kenarı üzerinde alçak ve meditatif bir şekilde süzülüyor.
Fransa’da yaşayan İspanyol enstalasyon ve ışık sanatçısı Valbuena, 1710 yılında tamamlanan St Paul Katedrali için Aura’yı yarattı. Aura, binanın iç kubbesinin ortasındaki oculus’tan bir kordonla sarkıyor. Yüzlerce özel yapım LED’den oluşan ışık kaynağı, 20 metre yüksekliğindeki, kalem inceliğinde alüminyum bir çerçeveye asılı duruyor. “Aura”’daki ışık parçası, Valbuena’nın ekibi tarafından tasarlanan bir algoritma kullanılarak sesle etkinleştiriliyor. Katedralin mikrofonları konuşulan kelimeleri yakalarken, ek cihazlarsa koronun şarkılarını yakalamak için kullanılıyor veya orgun borularına yerleştiriliyor.
Sesin perdesi, hacmi ve yoğunluğu değiştikçe, Aura tarafından üretilen ışık desenleri de değişiyor. Perde ne kadar yüksekse, sanat eserinin çerçevesindeki ışık da o kadar yükseliyor. Ses ne kadar yüksek ya da keskin olursa, Aura’nın yaydığı ışık da o kadar parlak ve yoğun hale geliyor.
Söz konusu sanatçıların hepsi ışık sanatı sahnesinde son 20 yılda, LED’lerin endüstri için kullanılan bir elektronik bileşen olmaktan çıkıp programlanabilir dijital sanatta başka bir piksel grubuna eşdeğer hale geldiği dönemde ortaya çıktılar ve yaşayan selefleri James Turrell ve Robert Irwin ile merhum Dan Flavin ve Ingo Maurer’e çeşitli şekillerde saygılarını sundular.
Waldemeyer, “2000’li yılların başında işe başladım,” diyor. “LED’lerin müzik setinizdeki bir gösterge ışığı olmanın ötesinde gerçek bir aydınlatma aracı haline gelmesi bu inanılmaz yolculuğu başlattı.” Bir LED’in programlanabilir bir kontrolörle iyi çalışan bir elektronik bileşen olduğunu açıklıyor: “[Bu] sonsuz bir yaratıcılığı beraberinde getiriyor.”
UVA için yaratıcı farkındalık, Clark’ın LED’lerle “küçük, yüksek verimli ampullerden bir heykel yaptığını” görmesiyle ortaya çıktı. UVA’nın sergisindeki en karmaşık parçalardan biri olan “Polyphony”yi(Çok Sesli) (ses manzarası ekolojisti BernieKrause tarafından yakalanan doğal bir habitatın sonik dünyasının ritimlerine tepki veren 150 LED ışık sütunundan oluşan ve Krause’la birlikte yaratılan bir çalışma) “neredeyse ışığın yüzeydeki holografik hacmi” olarak tanımlıyor. “Bir spektrogramın [sesi dalga biçimlerinde tasvir eden araç] içinde oturmak gibi”. Clark, her enstalasyonun bir fikre dayandığını söylüyor. “Teknoloji anlatıyı destekliyor, tersi değil.”
Valbuena, “Benim için teknolojinin kullanımı ilginç,” diyor. “İnsanlık tarihi boyunca sorulmuş sorulara daha çağdaş bir moddan seslenmeme izin var mı?.. Mevcut teknolojiyle bunu yapmanın en basit yolunu kullanmaya çalışıyorum,” diyor.
Koch, Nxt’de Random’un, Miami Beach 2022’deki Art Basel’de lansmanı yapılan, ışık ve sisin kullanıldığı, kullanıcıların uzamsal bir idrakle etkileşime girdiklerini hissettikleri “Living Room”u(Oturma Odası) yeniden yarattığını söylüyor. Bunun için Random’un Ar-Ge ekibi, dört metre yukarıdan yere ulaşabilecek kadar güçlü özel mercekler kullanan dar ışınlı ışık kaynakları geliştirdi ve bunları bazen bir kişinin varlığına yanıt veren bazen de vermeyen algoritmik bir ortamı beslemek için, sürücüsüz arabalarda kullanılan, güçlü Lidar sensörleriyle birleştirdi.
Koch, yeni teknolojinin “güçlü düşüncenin, güçlü ... niyetin yerini tutmadığını” söylüyor. “Yapmaya çalıştığımız şey işleri basitleştirmek.”Random’un dramaturgu Héloïse Reynolds’un, programlanabilir LED’lerde olduğu gibi, bir araç, yaratıcı bir kolaylık haline geldiğinde ortaya çıkan “feature creep” (ürüne sürekli yeni özellikler eklenerek daha karmaşık hale getirilmesi) korkusuna verecek bir karşılığı var. Bu, söz konusu tüm sanatçılar için geçerli olabilecek bir cevap. Reynolds, meslektaşlarının “[sanatçı olarak] doğru şeyi yaptıkları anlamına geliyorsa her zaman en zor yolu bulacakları”nı söylüyor.