Elif Dastarlı bana geçtiğimiz yılın sonunda F. Melis Cin’le uzun zamandır akıllarında olan bir yazı dizisi fikrinden söz ettiğinde çok heyecanlandım. Biraz klişe bir ifade belki bu, “çok heyecanlanmak”; ama yaşadığım şey gerçekten heyecandı. Elif ve Melis fikirlerini bizimle paylaşmak istediği için elbette ama aynı zamanda akıllarındaki konudan da dolayı: Kültürel mirasın postkolonyalizm ve toplumsal cinsiyet gibi çeşitli açılardan nasıl şekillendiğini ele alan, müze kavramını sorgulayan ve inceleyen bir yazı dizisi olacaktı bu.
Neticede dizi, beşyazıdan oluştu:
1. Müzeleri Dekolonize Etmek Mümkün mü?
2. Sanat Ekonomisinde Kadın Emeği ya da Feminist Bir Müzecilik Mümkün mü?
3. Müzeler Üzerine Bir Eleştiri: Tarih Nasıl Sergilenir?
4. Toplumsal Katılım ve Müze Eğitimi
5. Müzeler ve Aktivizm: Müzenin Kutsallığına Domates Çorbası Sıçrarsa
Başlıkların çoğundan da anlaşılabileceği üzere, Elif ve Melis soru sormaya önem veriyorlar. Elbette akademik çalışmaları, araştırmaları ve genel birikimleriyle bize konuların tarihçesini ve kendi yorumlarını da aktarıyorlar ama –bence– en önemlisi düşündürücü, yer yer kışkırtıcı ve merak uyandırıcı sorular soruyorlar. Bu sayede bilinçli bir müze ziyaretçisi olsa da belki işleyişlerinin temellerini çok sorgulamayan okurların ezberlerinin bozulmasını, bildiklerini sorgulamasını sağlıyorlar.
Dizinin son yazısının da yayımlanmasıyla Elif ve Melis’e, diziyi kuşbakışı değerlendirmek adına bazı sorular yönelttim. Diziyi merak edenlerin fikir edinmek için önden ya da diziyi okuyanların tamamlayıcı bir metin olarak en son okuyabileceği bir söyleşi çıktı ortaya. Siz de “Mirasın Yankıları”nı bizim kadar büyük bir heyecanla takip ettiyseniz Elif ve Melis’i yeni bir dizi için sıkıştırma konusunda desteğinizi bekliyorum!
BERRAK GÖÇER: Sevgili Elif ve Melis, öncelikle bu önemli ve etkileyici yazı dizisini The Art Newspaper Türkiye’yle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Müzeleri böyle kapsamlı bir şekilde ele alıp incelemenin neden önemli olduğunu düşünüyorsunuz?
MELİS CİN-ELİF DASTARLI: Biz de bu yazıları yayımlayabileceğimiz bir alan açtığınız için teşekkür ederiz. Müzeler, yalnızca eser sergileyen mekânlar olmaktan çok daha fazlasını temsil eder; aynı zamanda bir toplumun geçmişiyle, kültürel kimliğiyle ve dünyayla kurduğu ilişkileri şekillendiren önemli kültürel ve eğitsel merkezlerdir. Yazılarımızda da vurguladığımız gibi, müzelerin tanımı ve konumlandırılması zaman içinde önemli ölçüde değişim gösterdi. Günümüzde küresel ölçekte müzeler, sosyal hareketler ve politikalarla daha fazla iç içe geçerek daha politik mekânlar hâline dönüştüler. Özellikle son yıllarda müzeler egemen tarih anlatılarından sıyrılarak şimdiye dek görünmez kılınmış hikâyelere yer vermeye başladı. Sömürgecilik karşıtı fikirler, Black Lives Matter ve feminist hareketler bu dönüşümü belirgin kıldı. Biz de müzelerin tarafsızlık iddiasıyla sadece pasif şekilde tarihi anlatan kurumlar olmadığını, resmî tarih anlatısı tarafından sessiz bırakılmış hikâyeleri giderek daha fazla gün yüzüne çıkaran, çok sesli mekânlar hâline geldiğini vurgulamak istedik.
“Mirasın Yankıları”na yaklaşımınızı biraz anlatır mısınız, dizideki bölüm başlıklarını neye göre belirlediniz?
ED: Bölüm başlıklarını, son yıllarda eleştirel müzecilik literatüründe ortaya çıkan önemli çalışmalardan ve alandaki en güncel tartışmaları içeren kitaplardan, ayrıca, yakından takip ettiğimiz kültür sanat yayınlarında yer alan tartışmalardan hareketle belirledik. Elbette kişisel entelektüel ve akademik ilgi alanlarımız da belirleyici oldu. Örneğin feminizm ve toplumsal cinsiyet meseleleri üzerine hem ayrı ayrı hem birlikte çokça yazıyoruz, dolayısıyla kadını merkeze almadan müzelerden bahsetmemiz mümkün değildi.
FMC: Ben aynı zamanda yıllardır Afrika’da topluluk müzeleri (community museum) ile yaratıcı ekonomiler çerçevesinde Birleşik Krallık tarafından desteklenen kalkınma projelerinin yürütücülüğünü yapıyorum ve oradaki müzelerle birebir çalışıyorum. Yazıda ele aldığımız konular, sadece Türkiye veya Avrupa ya da ABD’deki tartışmalarla sınırlı değil. Eleştirel müzecilik ve kültürel mirasla ilgili bu tartışmalar, Afrika'daki miras ve müzecilik alanında da geniş bir yankı buluyor. Bu nedenle, yazılarımızda hem küresel hem de yerel dinamikleri içeren, derinlemesine bir perspektif sunmaya çalıştık.
Bölüm başlığı ne olursa olsun her yazıda tekrar eden bazı temalar var, müzelerin kapsayıcılığı ve dekolonize edilmesi gibi. Bazı konular diğerlerinden daha mı önemli, daha mı acil? Günümüzde müzelerin karşı karşıya olduğu sorunlar arasında bir hiyerarşiden söz edebilir miyiz?
FMC: Müzelerin kapsayıcılığı ve dekolonizasyon gibi konular, birçok müze için temel sorunlar şeklinde öne çıkıyor. Bu meselelerin aciliyetine dair evrensel bir görüş birliği oluşmuş durumda. Ancak bu soruya verilecek cevap, müzelerin bulundukları bağlamlara göre değişebilir. Çünkü bazı konuların diğerlerinden daha önemli olup olmadığı, müzenin bulunduğu coğrafi, kültürel ve tarihsel bağlama göre değişecektir. Örneğin, Batı Avrupa’daki bir müze için sömürgeci mirasla yüzleşme ve Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerin ulus devletleşme sürecinde ana topraklarından kaçırılarak Batı müzelerine götürülmüş koleksiyonların iadesi konuları büyük bir öncelik olabilir. Bu tür müzelerde, geçmişin baskıcı ve sömürgeci politikalarına karşı eleştirel bir yaklaşım geliştirmek, özellikle Afrika ve Asya ülkelerinden çalınmış eserlerin iadesi taleplerini karşılamak acil bir sorun haline geldi. Ancak başka bir müze, toplumsal cinsiyet eşitliği ya da yerli toplulukların temsili gibi farklı bir sorunu öncelikli olarak ele almak zorunda olabilir.
ED: Şunu da eklemeliyim ki temalar arasında bir hiyerarşi kurmak veya tüm müzeler için geçerli evrensel bir sıralama oluşturmak tabii ki söz konusu olamaz; ama biz de eleştirel müzecilik tartışmalarıyla çok iç içe olduğumuzdan değindiğimiz konular bunlar üzerinden şekillendi.
ICOM gibi “otoriteler” gündemi belirliyor mu yoksa geriden mi takip ediyor? Gerçeklikte anlamı olan dönüşümler gerçekleştirebiliyorlar mı yoksa kâğıt üstünde kalan bir resmiyet mi söz konusu?
FMC: ICOM (Uluslararası Müzeler Konseyi) gibi kurumlar, müze alanındaki profesyonel standartların ve etik kodların oluşturulmasında kilit rol oynayan otoritelerden biri. Aynı zamanda, dünya genelinde kültürel ve doğal mirasın araştırılması, korunması, sürdürülmesi ve bu mirasla ilgili kamusal iletişimin sağlanmasını yönelik çalışan bir organizasyon. Ancak bu tür otoritelerin pozisyonları ve etkileri üzerine yapılan değerlendirmeler, onların rolünü nasıl yorumladığımıza ve hangi bağlamda ele aldığımıza göre farklılık gösterebilir. Örneğin, ICOM’un 24 Ağustos 2022 tarihinde Prag’da gerçekleştirilen Olağanüstü Genel Kurulu’nda, %92,41 oy çoğunluğuyla kabul edilen yeni müze tanımı, kurumun çağdaş müzecilik yaklaşımlarına nasıl yön verdiğini gözler önüne seriyor. Bu tanımdan yazılarımızda da bahsetmiştik. Hatırlarsak; "Müze, kâr amacı gütmeyen, topluma hizmet eden, kalıcı bir kurumdur; somut ve soyut mirası araştırır, toplar, korur, yorumlar ve sergiler. Kamuya açık, erişilebilir ve kapsayıcı olan müzeler, çeşitliliği ve sürdürülebilirliği teşvik eder. Etik ve profesyonel bir şekilde, toplulukların katılımıyla faaliyet gösterir ve iletişim kurarlar; eğitim, keyif, düşünme ve bilgi paylaşımı için çeşitli deneyimler sunarlar."
Bu tanımın gösterdiği üzere, ICOM gibi otoriteler sadece müzelerin mevcut standartlarını korumakla kalmıyor, aynı zamanda müzelerin daha kapsayıcı, sürdürülebilir ve etik bir yaklaşımla ilerlemesi yönünde uluslararası işbirliğini teşvik eden gündemler oluşturuyor. Bu açıdan, ICOM’un süreci geriden takip eden bir kurum olmadığı, aktif bir şekilde yol gösterici olma iddiasını taşıdığı ortada. Öte yandan, uluslararası düzeyde oluşturulan bu tür standartların ve reformist önerilerin sahada tam anlamıyla uygulanabilmesi her zaman mümkün olmayabilir. Yerel politikalar, ekonomik kısıtlamalar ve toplumsal beklentiler, müzelerin bu önerilere uyum sağlama kapasitesini zorlayabiliyor. Özellikle güney yarımküredeki müzeler, kaynak yetersizliği, siyasi baskılar ve yerel ihtiyaçlar nedeniyle bu tür uluslararası standartlara her zaman ulaşamayabilir.
ED: ICOM gibi kurumların müzeler için küresel bir yönlendiricilik kapasitesine sahip olduğu yadsınamaz. Ancak, bu dönüşümlerin gerçek dünyada ne ölçüde hayata geçeceği, yerel dinamikler, müzelerin karşılaştığı zorluklar ve kurumların bu standartları benimseme sürecine bağlı. Dolayısıyla, bu soruya verilecek yanıt hem ICOM’un küresel düzeydeki yol gösterici rolünü kabul etmeyi hem de bu önerilerin sahadaki gerçeklikle ne kadar örtüştüğünü eleştirel bir şekilde sorgulamayı gerektiriyor. Biz de biraz bunu yapmaya çalıştık.
Evrensel çerçevede bakıldığında Türkiye’nin müzecilik politikaları sizce nerede duruyor? Burada sadece Batı’yı kastetmiyorum, Afrika kıtası, Ortadoğu, Asya, vs. dahil ederek soruyorum.
ED: Türkiye, üzerinde bulunduğu kadim toprakların binlerce yıllık zengin mirasının doğal taşıyıcısı, böyle de olmak zorunda. Binlerce yıldır medeniyetlerin birbirine eklemlenerek oluşturduğu katmanlı kültürel mirası koruma ve geleceğe aktarma sorumluluğunu üstleniyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin müzecilik politikaları, geçmişin sadece korunmasını ve sergilenmesini değil, aynı zamanda bu çok katmanlı mirası, çağın gereksinimleri ve toplumsal beklentileri doğrultusunda yeniden düşünmeyi de hedeflemeli. Son dönemde Türkiye’nin uluslararası arenada sesini daha yükselttiğini görebiliyoruz. Örneğin Anadolu’dan kaçırılan eserlerle ilgili somut ve gerektiğinde agresif adımlar atılması umut verici. Fakat öte yandan ülkenin iklimine hâkim politik sıkışmışlık evrensel bir müzecilik standardına ulaşmayı nasıl etkiliyor, bunu bilahare sorgulamak lazım. Ayrıca yazılarımızda arkeoloji ve kültür tarihi müzelerini merkeze aldığımızı, sanat ve sanat tarihi müzeleri ile müzecilik politikaları meselesinin ise apayrı bir yazı dizisini hak ettiğini belirtmek isterim.
FMC: Ben daha çok Afrika üzerine çalıştığım için, Türkiye’nin Afrika ile müzecilik bağlamındaki diyaloğuna bakınca, bunun oldukça katmanlı ve nüanslı bir mesele olarak karşımıza çıktığını görüyorum. Afrika kıtası, her ne kadar zaman zaman homojen bir yapı gibi ele alınsa da gerçekte son derece çeşitli ve bölgesel farklılıkları olan bir coğrafya. Bu nedenle, dekolonizasyon söylemleri bile kıtanın farklı bölgelerinde farklı yankılar uyandırıyor. Örneğin, Batı Afrika ve Güney Afrika gibi bölgelerde sömürgecilik sonrası miras ve kültürel yeniden yapılanma konularındaki tartışmalar daha güçlü bir karşılık bulurken, diğer bölgelerde süreç farklı dinamikler üzerinden ilerleyebilmekte. Özellikle etik dışı yollarla kaçırılan kültürel eserlerin iadesi meselesi, bu diyalogda önemli bir mücadele alanı olarak öne çıkmalı. Benin Bronzları’nın iade edilmesi örneğinde olduğu gibi, artık başarılı sonuçlara ulaşılabiliyor.
Peki evrensel müzecilik uygulaması diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Batı’nın belirlediği standartlar tek doğru olarak mı kabul görüyor?
ED: Kurumsallaşma Batı merkezli olarak geliştiği için müze politikaları meselesinin biraz böyle geliştiğini söyleyebiliriz. Yani modern müze bile ilk kez Avrupa’da ortaya çıkıyor, bu model tüm dünyaya yayılıyor. Yazılarımızda başka coğrafyalardan farklı müzecilik örneklerine değinmeye çalışsak da evrensel kriterler Batı-merkezli olmayı sürdürüyor, evet. Burada aynı zamanda ölçüt, kültürün küresel kapitalist piyasa tarafından manipüle ediliyor oluşu. Örneğin kitle turizmi diye bir gerçek var ve müzeler bu popülerizme göre hareket edebiliyor, aynılaşabiliyor. Öte yandan sömürgecilik sonrası eleştirel bakış, çoğunlukla farklı coğrafyalardan kuramcılar tarafından olsa da yine Batı’da geliştirildi ve çağdaş müzecilik bu perspektife çok şey borçlu.
Duyduğunuz ya da gördüğünüz en şaşırtıcı uygulamalar neler? Sözgelimi, dünyanın bir yerinde eserlere dokunmaya izin veren, hatta bunu teşvik eden bir müze var mıdır?
FMC: Evet, dokunsal müzeler, kapsayıcılık ve erişilebilirlik bağlamında önemli bir örnek teşkil ediyor. İtalya’daki Museo Omero, görme engelli ve az gören bireyler için tasarlanmış, sanatın çok duyusal bir deneyim olarak algılanmasını sağlayan nadir müzelerden biri örneğin. Bu müzede ziyaretçiler, sanat eserlerini dokunarak öğrenme ve deneyimleme fırsatına sahip, adeta "parmak uçlarıyla sanatı görme" şansı elde ediyorlar. Bu, bahsettiğimiz kapsayıcılık ilkesinin güçlü bir yansıması.
Fikri itibarıyla oldukça ilginç bir örnek olarak, geçtiğimiz yıllarda Sırbistanlı sanatçı Goran Denic ile gerçekleştirdiğimiz bir sohbeti gösterebilirim. Denic, fiziksel bir Yolsuzluk Müzesi açma fikrini dile getirmişti; bu düşünce, özellikle Balkan coğrafyasında büyük yankı uyandırabilecek bir proje olarak dikkatimi çekmişti. Zira bölgenin en çok tartışılan meselelerinden biri olan yolsuzluk, sosyal ve politik bağlamda derin izler bırakan bir mesele. Denic ve ekibi, bu vizyon doğrultusunda zaten yolsuzluk mekanizmalarını sergileyen bir sanal koleksiyon oluşturdular; bu web platformu, yolsuzluğun yapısal işleyişini gözler önüne seren bir arşiv niteliğinde. Denic’in fiziksel müzeyi hayata geçirmesi durumunda bu mekân kuşkusuz ziyaret etmeyi en çok arzuladığım yerlerden biri olur. Çünkü, sanat ve müze pratikleri aracılığıyla böylesi önemli bir toplumsal sorunla yüzleşmek, hem yerel hem de küresel bir perspektif sunarak yolsuzluğun derin yapısal köklerine dikkat çekebilir.
ED: Artık her tür teknik ve teknolojik imkân müzeler tarafından kullanılıyor. Özgün eserlere olmasa da özellikle aslına uygun üretilmiş malzemeyi dokunarak deneyimlemeye imkân veren müzeler hatırlıyorum; örneğin Mainz’daki Gutenberg Museum. Hala en dikkat çeken sergileme tercihleriyse interaktif yöntemleri kullananlar oluyor. Gaziantep Zeugma Müzesi’nde yere yansıtılan canlandırılmış mozaik görüntüde, adeta suyun içinde yüzüyor gibi görünen balıkların üzerinde yürüyünce kaçışmaları, çocukların kahkahalarla mozaik balıkları kovalamaları gibi uygulamaları çok seviyorum ben. Müzenin hep aşırı bulduğum ciddiyetini kırıyor.
Bu eleştirel bir yazı dizisiydi, bu amaçla yola çıktınız. Ama iyi ve güzel hiçbir uygulama ya da müzecilik politikası yok mu? Neler sizi sevindiriyor, heyecanlandırıyor?
FMC: Elbette, Avrupa kanonuna dayanan bir örnekten ziyade, Güney Afrika’dan çarpıcı bir örnek verebilirim. Cape Town’daki District Six Müzesi, topluluk temelli hafıza mekânlarının gücünü ortaya koyan etkileyici bir model olarak düşünülebilir. Apartheid rejimi sırasında Cape Town’un District Six bölgesinden zorla yerlerinden edilen binlerce insanın yaşamlarını ve mücadelelerini anlatan bu müze, geleneksel devlet müzesi formatından bilinçli bir şekilde uzaklaşarak, topluluğun kolektif hafızasına ve deneyimlerine dayanarak inşa edilmiş bir yapı. Bu müze, müzeciliği sadece tarihsel nesnelerin sergilendiği bir yer olmanın ötesinde, yerel halkın aktif katılımıyla şekillenmiş ve geçmişin travmalarıyla yüzleşmeyi bir "toplumsal hafıza" pratiği olarak yeniden tanımlayan bir kurum.
Müzenin temel politikası, yerel halkın doğrudan katkısını içeren katılımcı bir çerçevede gelişmiş. Sergilerde yer alan kişisel hikâyeler ve objeler, topluluğun bireysel ve kolektif yaşanmışlıklarının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Böylece müze sadece bir sergi alanı değil, geçmişin acılarını, kayıplarını ve direnişlerini sürekli canlı tutan bir hafıza mekânı haline gelmiş. Bu tür kolektif hafıza yaratma sürecinin, bir toplumun kendi travmalarıyla yüzleşme ve adalet arayışıyla bir bağ kurma konusunda büyük bir etki yarattığına inanıyorum.
Katılımcı sanat yöntemlerine olan kişisel ilgim ve bu yaklaşımları araştırmalarımda sıklıkla kullanmam, District Six gibi topluluk katılımına dayalı müze politikalarının neden beni bu kadar heyecanlandırdığını anlatıyor. Bu tür katılımcı politikalar ile aşağıdan yukarıya doğru inşa edilen yaklaşımların (bottom-up) gücüne ve kollektif akla inanıyorum.
Son olarak konuya bambaşka bir noktadan yaklaşalım: Müzede geçen, müzeleri ve müzeciliği konu alan en sevdiğiniz filmler (ya da diziler) hangileri?
FMC: Açıkçası, sinema konusunda çok iddialı değilim, izlemekten ziyade okumayı seviyorum, bu yüzden kitaplar konusunda bir iki örnek verebilirim. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi hepimizin malumu, ama bir de Jonathan Harr’ın The Lost Painting: The Quest for a Caravaggio Masterpiece kitabı var, onu da çok ilginç bulmuştum. 2005’te yayımlanan bu kitap, gerçek olaylara dayanıyor ve Caravaggio’nun kayıp bir tablosunun peşine düşen sanat tarihçilerinin hikâyesini anlatıyor. İki tablonun kopyası arasında hangisinin orijinal olduğunu bulmaya çalışıyorlar. Sanat eserlerinin bu süreçte nasıl yolculuk yaptığını öğrenmek gerçekten keyifli ve ilham verici.
ED: Şu aralar okuduğum, sanat tarihçisi Thomas Schlesser’in Mona’nın Gözleri romanını önerebilirim. Görme yetisini kaybetme riski taşıyan Mona’yı dedesinin Paris müzelerine, her seferinde bir esere bakmaya, eseri izlemeye götürdüğü, bizi de tanıdığımız eserleri yeniden keşfetmeye teşvik eden hoş bir öykü. Film olarak ise en son, Londra National Gallery’den Goya’nın “Wellington Dükü” portresini çalan Kempton Bunton’un gerçek hikayesine dayanan, Roger Michell’ın yönettiği 2020 tarihli The Duke filmini izledim. Bunton’un, günümüz aktivistlerinin müzelerdeki eylemlerini hatırlatır nitelikte politik bir amacı vardı. Tavsiye ederim… Bir de bu soru bana yıllar önce Aksanat’ta izlediğim “Şeylerin Şekli” oyununu hatırlattı. Mehmet Ergen’in yönettiği, müzede çalışan güvenlik görevlisini Bartu Küçükçağlayan’ın oynadığı bu müthiş oyunun The Shape of Things adıyla bir de filmi var. Oyunu çok başarılı bulduğum için filmi o kadar beğenmemiştim ama yine de izlenmeli. Özellikle müzede geçen sansür gibi, eser güvenliği gibi konular üzerine diyalogları, Oscar Wilde’dan alıntılarla sanat-hayat ikiliğini tartıştırması ve çağdaş sanata dair sürpriz bir açılım yapmasıyla Neil LaBute’un metni zaten çok başarılı.