Dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden Venedik Bienali 60. Uluslararası Sanat Sergisi’nde Türkiye Pavyonu, sanatçı Gülsün Karamustafa’nın mekâna özel yeni yerleştirmesi “Oyuk ve Kırık Dökük: Bir Dünya Hâli”ne ev sahipliği yapıyor. 50 yılı aşkın süredir güncel sosyopolitik ve kültürel meseleleri odağına alan Gülsün Karamustafa, dünyanın farklı coğrafyalarındaki yıkıcı savaşlar, depremler ve çevre felaketleri karşısında, içinde bulunduğumuz suskunluk ve çözümsüzlük halinin insanlarda yarattığı boşluk, oyukluk ve kırıklık hissini bir enstalasyonla mekâna taşıyor. Yurtdışında bulunan Karamustafa’yla Zoom üzerinden bir araya geldik ve bienaldeki işinin yaratım sürecini konuştuk.
EMRAH KOLUKISA: Venedik Bienali için size teklif ilk geldiğinde aklınızdan neler geçti? Heyecan? Tereddüt? Ya da herhangi başka bir soru işareti?
GÜLSÜN KARAMUSTAFA: Bana teklif edildiğinde daha en başından zor bir işin altına gireceğim besbelliydi. En önemlisi tabii mekân ve o mekânın içinde ne yapabileceğimle ilgili düşünmeye başlama ânıydı. Aslında mekânı biliyordum. Hatta 1970 senesinde Venedik’ten geçerken Giardini’ye girip bienalin halini, bütün pavyonlarını görmüş biriyim. Daha o zamanlar öğrenciydim ama çok eskiden beri bienali biliyorum, mekânı da biliyorum, ayrıca ne kadar etkileyici bir şey olduğunu da biliyorum. Fakat kendim becelleşmeye karar verdiğim an ilk iş gidip yeniden görmek istedim. Gittik ve o sırada içeride yine bize ait Mimarlık Bienali sergisi vardı. Fakat Mimarlık Bienali’nin mekânı doldurduğu bir anda benim mekânı algılayabilmem ve onunla ilgili düşünmeye başlayabilmem mümkün değildi. O yüzden her şey bitip mekân tamamen boşaldığı bir zamanda tekrar gitmeyi rica ettim.
İşte o anda bir proje gelişmişti kafamda, aşağı yukarı. Ama onu o mekânda düşünebilmek için mekânın boyutlarını algılamam gerekiyordu. O boyutları algılamak üzere de, aslında belki benden önce orada iş üretmiş bütün arkadaşlarımın durup bir an düşünmeye başladığı bir nokta var, ki bu da mekânı ikiye bölen –dikdörtgen bir mekân burası– bir geçit alanı. Bizim pavyonumuz aslında etrafında dört değişik ülkenin (Lüksemburg, Peru, Güney Afrika ve Singapur) pavyonunun bulunduğu bir alanda; dört yanımız bu ülkelerle çevrili. Bizimki buna karşılık onlarınkinden daha geniş, büyük bir alan ve dikdörtgen formda, dar bir dikdörtgen. 45 metre uzunluğunda, 11 metre genişliğinde ve tam ortasından da iki taraflı bir kapısı var, bu da mekânı ikiye bölüyor. Bir İstanbullu olarak simetri benim çok tanışık olduğum, bildiğim bir şey ve o simetriyi orada, iki kapının ortasında, tam merkezde durduğum anda hissettim. Ve kendimi orada tuhaf biçimde bir yerle buluşturdum, çok iyi tanıdığım Sultanahmet Meydanı ve eski Hipodrom… Bu bana çok müthiş bir ipucu verdi. Bu ipucu da benim oraya kendi düşüncemi yerleştirirken eleman olarak neler kullanabileceğim ve bu elemanlarla ne söyleyebileceğim fikrini geliştirmeme çok yardımcı oldu.
Çünkü mesele şuydu: Ben kendimi eski Bizans’ın Hipodrom Meydanı, yeni Sultanahmet Meydanı’nda hissederken tabii üç tane sütunu buldum çevrede, biri merkezde duran ikisi de iki yanımda duran simetrik konumlarını… Sütun kavramı bana anlatmak istediğimle ilgili önemli bir ipucu verdi. Sütun nedir? Geçmişlerin yüceltilmesi, güç, coşku, ihtişam… Yani her anlamda gücü temsil eden bir şey. Ben de aslında artık bu gücün, savaşların, yıkımların son raddeyi bulduğu dünya hakkında konuşmak istiyordum; dolayısıyla burada “sütun” kelimesiyle işe başlamak güzeldi ama o sütunları ne şekilde kullanacaktım?
İkincisi yine oradan mülhem, bir meydanın tam ortasında durduğum anda hissettiğim gibi, başımı kaldırdığımda aslında tavanı çok iyi kullanabileceğim duygusuna sahip oldum. Tavandan üç şey inebilirdi aşağıya, üç tane avize ve bunlar her zaman İstanbul’un her köşesinde hissettiğim duyguyu ifade edebilirdi, yani semavi üç din, birisi İslam, birisi Hıristiyanlık ve diğeri de Musevilik. Bunu İstanbullu olan çok iyi bilir ama bu üç semavi din bugün inanılmaz bir kavganın içinde ve bu yeni bir şey değil. Oradan da sütunlarımı sütun gibi değil, boş sütun kalıpları olarak kullanmak ve onları bir anlamda ayakta tutabilmek için desteklere ihtiyaç duyduğumu hissettirmek için destekler yapmak, birbiriyle kavgası hiç bitmeyen üç dinin sembolleri olarak üç tane avize koymak… Sonra da Venedik camıyla haşır neşir olmaktan kaynaklanan, içleri cam kırıklarıyla dolu vagonların mekânda yer alması birbirini izleyerek kolaylıkla ortaya çıktı. Kolaylıkla dediğime bakma, aslında çok zordu ama kolaylıkla ortaya çıktı.
İşinizin adı da tabii hem yaşadığımız dönemi anlatıyor –pandemi, savaşlar, deprem felaketi gibi– hem de geçmişe dek uzanan bir dünya halini. Nitekim serginiz için basılan kitabın bir yerinde şöyle diyorsunuz: “Dünya halinden söz ediyorsak bir kısırdöngüden söz ediyoruz demektir.” Biraz buradan konuşalım mı?
Elbette kısırdöngü. Yani biliyorsun, bu yaşta olmak ve dünyanın birçok dönemine şahitlik etmiş olmak… Çocukluğumdan beri sürekli bir savaşın içinde yaşıyoruz. O bitiyor öbürü başlıyor. Bunlar hiç şaşırtıcı gelmiyor artık hiç kimseye ve üstelik hayatın bir parçası olarak görmeye başlıyorsun. Orada biten bir savaş, diğer tarafta başlayan başka bir savaş, bir yandan kendi hayat mücadelen. Hayat mücadelenin içindeki kırgınlıklar, oyukluklar, bozukluklar, bunların hepsinin bir araya gelmesi…
Bu işe başlarken ben böyle bir duygu içindeydim. İnsan ilişkilerindeki kırgınlıkların da buna dahil olduğu bir noktadaydım ve bu beni böyle bir yoruma, böyle bir ifadeye doğru yönlendirdi. Aslında evet, dünya hali hiç bitmeyen bir savaş hali. Yaşadıklarımız ortada, geldiğimiz yer ortada. Garip bir şekilde ben de yaşadım bunu, 20. yüzyılı bitirip 21. yüzyıla girdiğimizde sanki bir şeylerin değişebileceğini düşünüyorduk belki; ama 25 senesini, bir çeyreğini neredeyse arka ettik artık bu yüzyılın da, ne halde olduğumuz ortada. Bu konuyu işte ele almak istedim.
Yine de merak ediyorum, yani kısırdöngü olarak tanımladığınızda zaten çok karamsar, çıkışsız bir durum oluveriyor ama bu kırık döküklükten, bu oyukluktan hiç mi umut çıkmaz?
Aslında daha önce yaptığım bir iş var, “Cefakâr Şehir” adında. Yani acı çeken, kendine eziyet eden ama en sonunda yine hayata dönük, yani onun da altından kalkabilenlerin meselesiydi o. Ben İstanbul’la ilgili de son zamanlarda böyle bir acı çekiyorum diyebilirim. Öyle bir şey ki, benim bildiğim şehir artık yok, tamamen kaybolmak üzere. Belki çok ciddi bir araştırmaya girip bildiğin semtleri tekrar köşe bucak görmeye kalkışabilirsin, bulabilirsin ama genelde kaybettiğim bir şehir var.
Bu şehirle ilgili böyle bir iş yapmıştım ve neredeyse bu son işime de ışık tutan bir iş diyebilirim; çünkü onda da sütunlar kullanmıştım. Bu sütunlar su dolu leğenlerin içindeydi çünkü İstanbul’daki değişimi, buraya geldiğimiz noktaya doğru hareketi düşünürken, her şekilde bunun büyük bir hızla olmadığını ama bir süreç içinde olduğunu biliyorum. Köyden kente göçün yaşandığı 80’li yıllarda, fevkalade bir su şehri olan –kemerleriyle, sarnıçlarıyla– İstanbul’un büyük göçle birlikte susuz kaldığını gözlemlemiş ve küçük leğenlerin içinde çocuklarını, kocalarını yıkayan kadınların olduğu zamanları yaşamış biri olarak, çeşmelerin önünde bidonlarla su taşımaya çalışan insanların olduğu zamanı da bilen biri olarak bu sütunların altına su dolu leğenler koymuştum.
Bu leğenlerin içinde duran sütunlar da çok özeldi; çünkü onlar göçmüş bir köşkün içinden –satın aldığım kişi böyle hikâye etmişti– çıkarılan dört tane ahşap sütundu. Ben bu sütunları leğenlerin içine koyarak hikâyemi anlatmaya devam ettim ama sonunda orada bitirmedim. Yani bir ışık noktası var o işin de. Bütün bu cefakârlığa rağmen bir gün bir yerden fışkıracak bir şey var. Onun en üstünde plastik malzemeden oluşan garip bir orman, köprü, köprünün üzerinde dolaşan hayvanlar ve yeniden canlanmaya, yeniden yaşama dönmeye yönelik bir küçük umut noktası var.
Venedik Bienali’ndeki işe gelirsek, Çin’den ithal ettiğimiz sütun kalıplarıyla –ki bu sütunlar günümüz mimarisinde süs olarak çok kullanılıyor ve bu kalıplar hep Çin’den geliyor– bunların alanında da aslında galiba o dikenli tellerle sarılmış Venedik camından bir araya getirilerek üretilmiş avizelerin içindeki küçük renkler, kıpırtılar, yer yer ışıklar, belki ileriye doğru hâlâ bir umut taşıdığımızın örneğidir.
Malzemenin Çin’den gelmesinin özel bir sebebi var mı? Bu özellikle tercih ettiğiniz bir şey miydi yoksa mecburiyetten mi oldu?
Ben bir projeye başladığım zaman galiba gerçekten imkânsızı isteyerek başlıyorum. Pek çok işimde internetten satın alınmış, mekâna getirilmiş ve üzerinde uygulama yaptığım birçok malzeme oluyor. Bazen derlenip toparlanmış malzemeler bunlar; yani daha önceden bir araya getirdiğim malzemeleri birbirine çatarak kurduğum enstalasyonlar olabiliyorlar; bazen de tamamıyla kafaya koyup her neredeyse oradan mekâna getirip ısrarla o [malzemeyi] kullandığım zamanlar oluyor.
Aslında bu oyukluk kavramını sütunlarla anlatma fikri de yine internette rastladığım bir siteden doğdu. Sütun kalıplarının olduğu bir site bu, yani işimde kullandığım ve benim için bir ifade biçimi oluşturan kalıpların bulunduğu site. Sitede gördüğüm zaman kendimi tam anlamıyla bunlarla ifade edeceğimi düşündüm ve peşine düştüm; nasıl alınır, nasıl ithal edilir, nasıl Çin’in Wuyang kentinden yola çıkar ve direkt olarak Venedik’teki pavyonun içine getirilebilir? Bu bir kere projenin en cesaretli adımıydı, yani sonunda ne olacağını bilmediğimiz adımdı. Çünkü emindim ki oraya getirip kuracağım anda benim ne demek istediğimi karşımdakinin algılamasına en iyi izin verecek malzeme buydu.
Aynı şekilde avizelerle ilgili de ilginç bir iz sürme var. Belki bunu oradan geçen, avizeleri görüp, “Ah! Bu neymiş?” diye düşünenlerin eline verdiğim bir bilgi ve hikâye değil ama burada paylaşabilirim. Ben işle ilgili mutlaka bulunduğum şehrin malzemesini kullanmayı seviyorum. Dolayısıyla Venedik camı en cazip şey, çocukluktan beri bayıldığın, renklerini sevdiğin… Buradan hareketle ilk adımımız Venedikli cam üreticilerinin mekânına gitmek oldu. Orada cam ve avize üreticileriyle konuştuk ve onlardan müthiş besleyici bir bilgi edindik. Dediler ki: “İstediğiniz gibi bir şeye uygun elimizde size sunabileceğimiz bir şey var. En başından beri firma olarak bugüne dek ne kadar avize yaptıysak, her yaptığımız avize bir başka ülkeye, bir eve girdiği anda bizim ona yedek yapmamız lazım. Yani bir avizenin en azından üç seri parçasını bir kenarda saklamamız lazım. Çünkü avizeyi sattığımız kişi bir gün bize gelebilir ve kırılan bir parçanın yedeğini isteyebilir; onu mutlaka elimizde bulundurmamız lazım. Venedik cam üreticilerinin kanunu bu. Yalnız öyle bir yer var ki, biz bütün bu parçaları senelerdir biriktiriyoruz, yani 1900’lerin başından beri kalan malzememiz var, bunları depolarda saklıyoruz ve bu depoları her zaman sana açabiliriz. Gel, istediğin parçayı, istediğin şekilde seç ve onlarla avizeni üret.” Bu müthiş bir olaydı. Nasıl sütun fikriyle yola çıktığımda sütun kalıplarıyla karşılaştıysam, avize fikriyle yola çıktığımda da bana sunulan bu oldu Murano Adası’ndaki cam üreticileri tarafından. Gerçekten bir gittik ki bu depoda inanılmaz parçalar var. İstediğimizi seçtik ve avizemizi kurguladık, kurduk, bir araya getirdik. Bu avizeler onlardır, yani o eski, evlere dağılmış ve bir daha hiç parçası istenmemiş avizelerin, o istenmemiş parçalarından yapılmış avizelerdir. “Aralarına,” dediler, “senin konun kırık camlar, kırık camları da ekleyelim. Zaten kırık camı kullanırız avize yapımında.” Dolayısıyla onda da yardımcı oldular ve bu işbirliğiyle birbirine benzemeyen ve içinde de camları birbirine hiç benzemeyen o üç avize çıktı ortaya.
Çok ilginç gerçekten. Peki içinde cam olan vagonlar, onun da bir hikâyesi var mı?
Olmaz mı… Biz cam üreticilerinin orada çalışırken birden bir şey gördüm, cam üretilirken camın fazla parçaları kesiliyor ve yerde duran konteynerlerin içine atılıyor. Ben bunu görünce çok etkilendim çünkü cam parçaları o kadar cazip, o kadar pırıltılı ki, kendimi alamadım, elimi uzattım ve etraftan bağırdılar, “Sakın, elleme, sıcaktır, keser!” Derken tabii elimi de kestim ve camların üstüne kanlar akmaya başladı. Fakat işte bu da benim malzemem, beni hayatta yönlendirdiği yer burası. Dolayısıyla onlar da bu konteynerlere benzeyen, altında hiçbir yere gitmeyen kesik rayları bulunan vagonların –vagon, konteyner dediğimiz zaman aklımıza neler neler geldiğini de düşünün– içindeki cam parçalarını da getirip mekâna koydum. Gördüğün gibi hepsi birbirine bağlı ama planlı değil, statik bir şekilde değil, her şey beni başka bir yere götürdü ve öyle oluştu tüm iş. Bu süreci de herkesle birlikte yaşadık ve en sonunda böyle bir sonuca ulaştık.
Mekânda bir de siyah beyaz görüntülerden kurgulanmış, 14-15 dakikalık sessiz bir videonuz var. Tamamı siyah beyaz ve farklı dönemlere, farklı coğrafyalara ait insan manzaraları: Çöpten yemek yiyenlerden tutun da kaçak göçmenlere; sefalet, savaş, çatışma görüntülerine dek hep dünya halinin karanlık yüzüne ait imajlar var filmde. Türkiye’den bir görüntü yoktu ama. Bu bilinçli bir seçim mi?
İnternette CriticalPast (Eleştirel Geçmiş) adı altında bir kaynak var ve bu kaynakta dünyanın çok çeşitli dönemlerinden –sadece savaş vs. değil, aktüel hayata dair de– görüntüler var. Ama bunların çoğu eskiden sinemalarda filmlerden önce gösterilen haber, propaganda filmleri ve ben de onlardan aldım bu parçaları. Bunların çoğu üç-dört dakika, kimisi sadece bir saniye süren görüntüler ve nereden alındığı, kime ait olduğu pek bilinmeyen filmler. CriticalPast size bu görüntüleri lisanslıyor. Belli bir para karşılığı sonsuz kullanım hakkını size veriyor. Pek çok projemde daha önce de bu yöntemi kullandım. Sadece bu siteyi değil, her kullanımda para alan ya da hiç telif almayan başka kaynakları da sık sık kullandım, kullanıyorum.
CriticalPast’ın ilginç tarafı, içindeki hemen her film bu bahsettiğim propagandist tavırla çekilmiş. O gördüğünüz video içinde 1911’den kalan Meksika sınırındaki savaş esirlerinin görüntülerinden tutun, Apartheid sırasındaki görüntülere, Berlin’den Macaristan’a her yerden görüntü var. Başından beri aklımda mekânda kurguladığım olayın sözünü taşıyacak bir film yapmak fikri vardı. Hatta bunun için ekranı çok önceden kurdum ama üstüne gelecek sözü en son noktaya kadar sakladım ve onu yapmak için de en doğru tavrın bu filmleri kullanmak olduğunu düşündüm. Burada yedi kıtadan –belki Antarktika hariç– savaş anları, diasporalar, göçler, gösteri yürüyüşleri vs. hepsinden birtakım parçalar var. Ben bunların nerelerden olduğunu biliyorum ama görenler o kadar kısa anlardan anlayamayacaktır hepsinin nerelerden olduğunu.
Doğru, içinde Türkiye’den görüntü yok çünkü arasında bulamadım. Bunun da çok önemli olmadığını düşünüyorum. Çünkü orada konuşulan her şeye tekabül eden bir durum üzerinden görselleştirme yapmak istedik. Bunun için de öncelikle tüm filmlerin seslerini ayırdım, o propagandist sözü, sesi dışarı çıkardım. İkincisi kameraman gözü denilen o bakışı da ayırdım çünkü o kameraman bakışı, savaş alanlarında gördükleri beni hiç ilgilendirmeyen bir şeydi; tüm o yakın planlar, acı çeken çocuklar, bir yaranın üzerine odaklanmak gibi. Yani o popülist bakış açısını da temizledik. Ve birden insanlarla, insani olanla baş başa kaldığımızı gördüm. İnce kurguda insan yüzleriyle baş başa kaldım ve ön tarafta sesi ve bakış açısını temizleyince kendimi o insanların arkasında hissettim, başka bir şey yaptığımı gördüm. Onları ekrana doğru itmek, onları göstermek artık benim görevim olmuştu. Orada gördüğünüz böyle bir film.
Kurgu ne kadar sürdü?
Üç tam gün çalıştık kurgu için. Yalnız burada çok önemli bir destekten söz etmek istiyorum, Civil Editors (Sivil Editörler), yıllardır bütün filmlerimde çalıştığım bir prodüksiyon ve kurgu şirketi, onlarla birlikte yaptım, özellikle de Sıla Sayın. Tabii beni çok iyi tanıyan, dilimi çok iyi bilen arkadaşlar oldukları için, kendilerinin de katkısıyla biz o işi üç günde bitirdik.
Filmde ses yoktu ama mekânda bir ses tasarımı var. Ondan bahsedelim isterseniz biraz.
Filmi aslında önce sesli düşünüyordum ama kafamda başka bir film vardı o sıralar, belki kendi çektiğim, başka türlü bir şey olacaktı. O filmin sesi mekânın içinde dolaşan ses olacaktı. Çünkü başından beri perdeyi, ekranı öyle bir yere koymak istedim ki ekran mekânda hâkimiyet kurmasın. Ama film gösterilsin ve filmin sesi dolaşsın, diye bir düşünce vardı.
Başından beri ekranın yeri belliydi, mekânda kılıcına doğru duran, pencereye bakan ve iki taraflı kullanılacak bir ekran. Fakat ekranı mekâna yerleştirdikten sonra o ekranın alanının sesten yoksun olması duygusu gelişti bende. Çok yetenekli bir ses tasarımcısı ve müzisyen bir arkadaşımız devreye girdi, Furkan Keçeli, hatta kitabımızdaki sesle ilgili yazıyı da o kaleme alan kişi olacaktı. Başta onun katkıda bulunacağını bilmiyorduk ama o devreye girdikten sonra sesi filmden tamamen ayırmaya karar verdik. Sesi ekranın bulunduğu alana dahi yaklaştırmadan bütün mekânın içinde dolaşan bir ses olarak kurguladı arkadaşımız ve çok başarılı bir iş yaptı. Sürekli mekânın içinde hissedilen, yayılan bir ses var ama zaman zaman, 11 dakikada bir, bir patlamayla kendini daha farklı belirtiyor. Aynı şekilde ışık konusunda da değerli bir arkadaşımız çalıştı, Erinç Tepetaş, o da yine müthiş bir iş çıkardı.