Nusaybin’de başlayan, Adana’nın çeperlerinde ve bugünlerde İstanbul’da devam eden bir hikâye sanatçı Ateş Alpar’ınki. İlkgençlik yıllarında kayıt tutmanın, çeşitli iktidarlara karşı bir bellek oluşturmanın peşine düşüp belgesel fotoğraflar çekiyor; sonrasında Mimar Sinan Üniversitesi’nde aldığı teori dersleri, İstanbul queer gece yaşamı fotoğrafları; Hasankeyf, Hrant Dink, “taş” kavramı ve Osman Kavala için yaptığı kamusal performanslarla devam ediyor.
Ateş’le bir öğleden sonrası kahvesine buluştuğumuzda sanırım ağzından en çok çıkan kelime “çoraklaşma”. Kültürel çoraklaşmadan bahsediyor, toprağın çoraklaşmasından, ahlaki çoraklaştırmadan. Düşününce, bugüne kadarki tüm karşı-arşiv oluşturma çabalarının, konu ettiği meselelerin zamkı belki de bu: Çoraklaşan şeylere dair notlar düşmek. Yüzleşme niyetiyle mi? Bir değişim arzusuyla ya da bir aciliyetten ötürü, sadece tanıklık niyetiyle mi? Alpar’ın işleriyle ilgili yazılanlarda, onunla yapılan söyleşilerde karşımıza çıkan o soru: “İşlerini aktivizm olarak görebilir miyiz?” Nüanslı konuşuyor Alpar, hep aynı heyecanlı tonla, “sanatın nelere kadir olabileceğini bilemeyeceğimizi” de söylüyor, “Büyük umutlar beklememek de lazım,” diyor. Sanki bu konuda bir bildiği var da bizden saklıyor.
ELİF BEREKETLİ: Sanatın siyasi ve toplumsal değişime neden olabilecek bir gücü olduğuna inanıyor musun yoksa bu biraz romantik bir düşünce mi?
ATEŞ ALPAR: Hiçbir pratiğin tek başına siyasi ve/veya toplumsal değişime neden olabileceğini düşünmüyorum;fakat küçük olarak görülen adımlar çatlaklar oluşturabilir ve bu çatlaklarda akıp giden farklı damarlarla zaman zaman kesişimler yaşanabilir. Tarihe baktığımızda sanatsal ve yaratıcı ifade biçimlerinin toplumun dönüşüme en açık olduğu zamanlarda pıtrak gibi ortaya çıktığı görülür. Bu patlama aslında bir anda ortaya çıkmaz, dip akıntılarının birikimidir;dolayısıyla sanatın gücünü ne abartarak kutsamak ne de hafife alarak küçümsemek gerekir.
Yaşadığımız coğrafyadaki çeşitli iktidar alanlarını sorunsallaştırıyorsun. Sanki bir sorumluluk bilinciyle üretiyorsun performanslarını. Fikir ortaya çıkarken ilk ışık nasıl yanıyor?
İlk bakışta odaklandığım konular bu coğrafyaya aitmiş gibi görünse de aslında sadece yaşadığım coğrafyadaki meseleleri ve iktidar alanlarını sorunsallaştırmıyorum. Elbette bu toprakların özgün yanları çalışmalarıma ve seçtiğim temalara yansıyor. Bununla beraber güncel toplumsal gelişmeleri takip ediyorum ve güncel sanatın uluslararası etkileşime açık yönünden faydalanıyorum. Benim ele aldığım meseleler günümüzün yakıcı meseleleri oluyor doğal olarak, ben de bu çağın insanıyım ve bu çağı deneyimliyorum. Örneğin iklim krizi, sömürgeleştirme, kimlik ve beden politikalarına ilişkin sorunlar her yerde var olan sorunlar. Ben “sorumluluk bilinci” ifadesini tercih etmezdim çünkü bu yaklaşımın performanslarımı didaktik kılacağını düşünüyorum. Performanslarımda ya da diğer çalışmalarımda, “Bir sorun var ve hadi buna ilişkin bir performans üreteyim,” gibi dolayımsız bir işleyiş yok. Yıllarca beni ben yapan değerler, hayata bakış açımı etkileyen olaylar, kişisel deneyimlerim beni zaten bir yöne itiyor. Uzun süreli araştırma ve düşünme pratiği sonucunda buradan süzülen temalar oluyor, sonuçta koşullara uygun olanı hayata geçiriyorum.
Reel politiğe dair performanslar üretmek ince bir ipin üstünde yürümek gibi. Didaktik olmak çok kolay; acıyı estetize etme riski ya da yaptığının bir karşılık bulmadan uçup gitmesi, havaya karışması da öyle. Dengesini tutturduğunu düşünüyor musun?
Dünya iki kutupluyken doğrudan reel politiğe dair didaktik sanatsal yaklaşımları çokça gördük. Fakat benim pratiğimde doğrudan anlatımla toplumu “bilinçlendirme”ye dair mesaj verme kaygısı bulunmuyor. Çalışmalarımda başkası adına konuşmuyorum. Benim reel politikayla kesişen performanslarım, çağının dönemin ürünü olmakla birlikte tarihle, geçmişle ve gelecekle bağ kuran çalışmalar. Geçen sene “Bakmanın Ağırlığı” başlıklı konuşma serisi organize etmiştim. O seride de,“Acıya nasıl bakılır?” sorusunu çokça tartıştık. Kamera nasıl dekolonize edilir? Bakış iktidardan nasıl azade olur? Acıyı bizzat deneyimleyen öznelerle kurulan ilişki nasıl olmalıdır? Bu soruları ve daha fazlasını aklımda tutarak özneleri kurbanlaştırmadan, görünür kılmaya odaklanıyorum;dolayısıyla temelsiz ve “havaya karışma” riskini minimuma indirmeye çalışıyorum.
Hazırlık sürecinde hayal ettiğin an ile kamusal alanda performans yapma deneyiminin kendisi ne kadar örtüşüyor? O anda gelen duygular, bedensel deneyimler ne kadar yönlendiriyor?
Performans ânı olumsal bir süreç. Elbette masa başı çalışmalarım performansın ana gövdesini oluşturuyor. Örneğin 24 saat boyunca elimde bir taşla İstanbul sokaklarında yürüyeceğimi ve bu eylemin referans noktalarını biliyorum. Fakat yürürken tüm ihtimallere açık bir faza geçmiş oluyorum. Tanımadığım birisi yanıma yaklaşıp soru sorabilir ya da tanıdığım birisi beni görüp bana sarılmak isteyebilir. Buradaki değişen duygu durumları performansa yansıyor ya da sohbet ettiğim için o sokakta daha uzun süre kalmış oluyorum. Duygular, düşünceler, ışık, ses hepsi birikiyor performansın sonunda ve sonuç olarak başladığım yerden başka bir yerde/birikimde oluyorum.
Sorunsallaştırdığın konulara tanık olmanın getirdiği bir ağırlık var gibi işlerinde. Performans sonunda kendini hafiflemiş mi, ağırlaşmış mı hissediyorsun?
Kendimi ifade ettiğim ve izleyicilerle paylaştığım için hafiflemiş hissediyorum. Yükün boşaltılması gibi düşünebiliriz; fakat bu hissiyat maalesef uzun sürmüyor. Bir sonraki işe kadar yeniden ağırlık hissediyorum. Bu ağırlığın oluşumu kişisel deneyimlerim ya da sadece seçtiğim temalardan kaynaklı değil. İfade etme ihtiyacı ve sanat üretimine devam etme motivasyonuyla da alakalı.
Sanat izleyicisinin olmadığı bir alanda, kamusal alanda sanat üretmek mümkün mü? Kamusal alan müdahaleleri anlamını nasıl bulur?
Aslında kamusal alanda izleyici mevcut ve bu alanda üretim yapmak mümkün. Rastlantısal olarak benimle karşılaşan herkes birer potansiyel izleyici. Kamusal alan etkileşime, müdahaleye ve olumsallığa açık. Bu durum hem sanatçı olarak beni hem de benim bulunduğum yerde tesadüfen bulunanları etkiliyor, değiştiriyor. Belirli bir mekân ve sınırlı bir izleyici grubuyla gerçekleşen performansla bunun arasında farklılıklar oluyor. Benim için iki tür deneyim de etkileşim açısından oldukça kıymetli.
Kamusal alanda performans üretmek, sanatın ulaşılabilirliğini artırabilmesi acısından bir araç olarak kullanılabilir mi/kullanılmalı mı? Sanatın ulaşılabilirliği artırılmalı mı?
Kamusal alan izleyicisi oldukça geniş bir grup. Az önce de değindiğim gibi, performansın gerçekleştiği yerde bulunan herkes potansiyel izleyici;dolayısıyla sanatın erişilebilirliği açısından olumlu bir durum. Kültüre erişim herkesin doğal haklarından birisi. Bazen tesadüfler bireyleri sanatla tanıştırabilir. Sokakta bir performansla, heykelle, müzik dinletisiyle, sergiyle karşılaşmak gündelik yaşamın kalitesini olumlu etkilediği gibi, düşünsel gelişimi ve eleştirel bakışı da destekleyen bir durum. Tabii bu noktada, “Hangi kamu? Hangi heykel?” gibi sorular sorabiliriz. Örneğin kamusal alana yerleştirilen bir heykel sadece bürokrasinin bir tercihiyle mi yoksa öznelerin katılımı esas alınarak mı o bölgeye yerleştiriliyor? Sanat ürünüyle karşılaşmak son aşama aslında. Ulaşılabilirlik birbiriyle bağlantılı pek çok demokratik işleyişten geçiyor. Günümüz Türkiye’sinde kamusal alanlarda eleştirel sanat pratikleriyle karşılaşmak önemli diye düşünüyorum.
Bugün güncel sanat eseri görmek istediğinizde ekseriyetle havalı bir binanın kapısından giriyorsunuz, özenle yerleştirilmiş eserlere belli bir mesafeden bakıyorsunuz, hatta yer yer bunun için bir para da ödüyorsunuz. Oysa kamusal alanda gerçekleşen performansların izleyicisiyle kurduğu dinamik bundan çok farklı. Sence bu ikisi birbirinin antitezi mi? Sanat pazarıyla ve sermayesiyle nasıl bir ilişkin var ve nasıl olmasını hayal ediyorsun?
Güncel sanat içindeki her parametre gibi mekân da dönüşüyor. Artık fiziksel olarak izleyiciyi dışlamayan daha minimal mekânlar görüyoruz. Sanata erişimde mimari tasarım izleyicinin ilk izlenim edindiği basamak. Bu engel türü aşılmaya başlandı, diye düşünüyorum; ancak bir sanat kuruma girmek için her kesimden insan bütçe ayıramayabiliyor. Burada her kesimden izleyicinin kültüre erişimi için özel sektörün ve kamunun işbirliği yapması gerekiyor. Sadece öğrenciler ya da 65 yaş ve üstü izleyiciler için değil, her gruptan bireyin sergi gezme, performans, dans gösterisi, tiyatro oyunu ve film izleme hakkı olmalı ve bunu kamu kaynağından devletin ilgili kurumları karşılamalı. Elbette özel sektör de destek vermeli.
Sanat pazarının matematiği çok dinamik, değişken ve anlaşılmaz. Her sanatçı işlerini bir şekilde bu pazara sunuyor. Birçok etmen pazarın döngüsünde yer bulup bulamayacağınızı etkiliyor. Sanat piyasasından üretimden sergileme sürecine dek sanatçı hakların korunmasını, gözetilmesini beklediğim gibi sansür gibi müdahale ve sınırlamaların da olmamasını hayal ediyorum.
İşlerinin arşivlenmesi ve belgelenmesi senin için ne ifade ediyor? Kamusal alanda gerçekleşen performansın geçiciliğinde bir şiirsellik de var. Hatta belki anlam da orada saklı yer yer. Arşiv, kamusal performansın bağlamını koruyabilir mi? Arşivlememeyi seçmek bir olasılık mı senin için?
Performans arşivi nasıl olmalı sorusu güncel sanat alanında sıkça tartışılıyor. Performansın arşivsel dokümantasyonu önemli elbette; ama kamerayı ya da kameraları hangi açıya yerleştirirseniz yerleştirin canlı izleyicinin deneyimi kadar etkili olamıyor. Performanslar yaygın olarak fotoğraf ve video şeklinde arşivleniyor. Kamusal alanda yaptığım performanslarımın arşivlemesini yaptım. Tarihsel birikim için arşivlemeyi kıymetli buluyorum. Bu noktada da; yani kayıt altına alarak geçicilik hissiyatını minimize etmiş oluyorum.