Geçtiğimiz Ekim ayında, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını, çeşitli sorular eşliğinde idrak ettik: 1923’teki cumhuriyet fikri ne anlama geliyordu? Bir asır öncesinin bu fikri ilerleyen zamanlarda neye evrildi? Peki ya bizler, bugün biz onun neresindeyiz?
Soru sormak önemli. Ancak eskiden beri bazı ülkelerde bazı sorular, çoğu temel iddiası birbiriyle pek uzlaşmayan cephelerin hararetli politik tartışmalarının aracı haline gelmeye yatkındır. Bu üzücü durum, sorunun ve sorgulamanın esas amacı olan eleştiriye ulaşma çabasını ortadan kaldırır. Bundan daha kötüsünü de yapar: sözün ve sesin kıymetini ortadan kaldırır. Oysa bir toplum, sözü ve sesi olmadan, onların vuruculuğu olmadan yaşayamaz. Türkiye, bir zamandır yukarıda bahsettiğim cinsten politik tartışmaların büyük ölçüde karşı tarafı sesinden ve sözünden yoksun bırakmak üzere yürütüldüğü bir ülkeye dönüşme emarelerini gösteriyor. Bu, kamusallığın da yok olması demek. Oysa kimi eksiklerine rağmen, Cumhuriyet’in kendisi bir kamusallaşma denemesiydi – oldukça da başarılıydı. Galiba bu denemenin kıymetini şu zamanlarda daha fazla anlıyoruz. Bizlerin şu anki bu bilinci önemli ancak sanmam ki bu denemenin yaşamsallığını ve ona eşlik eden acele hissini Atatürk ve arkadaşları kadar iyi anlayan başka birileri daha olsun. Gazi, 1935’te, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 4. Büyük Kurultayı’nda, önceki on yılın muhasebesini çıplak bir gerçekçilikle yapıyor ve “uçurumun kenarında, yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler”den bahsediyordu. Onu dinleyenlerin duyduğu, başarılı olmuş bir kişinin sesiydi: geride kalan on küsur senelik dönemi muzaffer bir edayla anlatan Gazi’nin güven dolu sesi. Ancak biz, bugünden bakınca Cumhuriyet’in ilk yıllarını hiç de öylesine sakin ve sorunsuz biçimde yaşanan bir dönem olarak görmeyiz. Aksine iktisadi açıdan kırılgan bir ekonomisi olan, hayli yoksul bir ülke halen savaşların yarasını sarmaya çalışmaktadır. Üstelik toplumun belirli kesimlerinde, bu yaraları sarmak için önerilen çözümlerin yol açacağı değişime karşı olan direnç büyüktür. Bu yüzden Gazi’nin bahsettiği “yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet”i inşa etmek için “aralıksız devrimler”in, hem de aceleyle gerçekleştirilmesi son derece olağan bir durumdur. Bu devrimler, modern Türkiye’yi doğuran kültür devrimleridir ve bugünkü yaşantımızın temelinde bir yerde onların belirgin izi vardır.
Borusan Kocabıyık Vakfı tarafından hazırlanan, küratörlüğünü İzzeddin Çalışlar’ın, danışmanlığını ise Haluk Oral’ın yaptığı Cumhuriyetin Yüzü, 1920’lerden başlayarak 1930’lara yayılan ve 1940’lara dek devam eden, Türkiye’nin modernleşme tecrübesinde çok önemli bir yeri olan bu geniş kapsamlı kültür devrimlerinin ikonografisini teşhir ediyor. Şunu hemen belirtmek gerekiyor: Batı’nın görsel kültürüne dair çeşitli unsurlar, Osmanlı toplumunun bazı cemaatlerine yabancı sayılmazdı – en azından İstanbul, İzmir, Selanik gibi büyük liman kentlerinin veya Girit gibi adaların kozmopolitizmi içinde, hayatında alafrangalığa yer ayırmış insanlar daima görülür bir topluluk oluşturmuştur. Bu durumun yirminci yüzyılda da devam ettiğini söyleyebiliriz: tam da 1923’te, Cumhuriyet’in doğumundan kısa bir süre önce yayın hayatına başlayan, Mehmed Rauf’un Süs dergisi, Fransa’daki kadın giyim modasının örneklerinin, Fransız dergilerinden kopyalanmış çizimleri gibi doğrudan örneklerle kendine yer bulabildiği bir kentin sakinlerine sesleniyordu. Bu kentin kendi kamusu, o kamunun da kendi gündemleri vardı. O gündemler, etrafındaki dünyada olup bitenlere karşı duyarlı insanlarca kurgulanıyordu. Cumhuriyet, bu birikimin üzerine inşa edildi ve modernliğini, güçlü bir kamusallığı da beraberinde getiren bir görsel kültürün üzerinden kurguladı. Bu görsel kültür, o modernliğin dekorunu meydana getiriyordu – serginin odaklandığı dekor tam da bu.
Cumhuriyetin Yüzü, gördüğüm tüm yüzüncü yıl sergileri arasında en kapsayıcı ve en güçlü temele sahip olanlardan biri. Bu başarının sırrı, sağlam kurgusundan ileri geldiği kadar sergiyi oluşturan görsel malzemenin bolluğunda ve çeşitliliğinde de yatıyor. Bununla birlikte şu şerhi düşmek isterim: bu sergi, öncelikle bir tarih sergisi – bir sanat sergisi değil. Serginin küratörü İzzeddin Çalışlar da bu noktanın altını önemle çiziyor ve “konusu sanat olan bir yakın tarihe bakış sergisi”nden bahsediyor.[1] Burada bahsedilen sanatı, konvansiyonel anlamda plastik sanatlar/güzel sanatlar olarak algılamak mümkün, ancak Cumhuriyet’in görsel kültürünü oluşturanlar arasında en az onlar kadar önemli başka unsurların da varlığının altı çizilmeli: genelde ‘küçük sanat’ addedilerek görmezden gelinen, oysa resim ve heykelin aksine çok daha geniş kitlelere ulaşan ve böylelikle kamusallık fikrinin inşasına büyük katkıda bulunan grafik, tipografi, sinema dekoru, karikatür, moda ve kıyafet, dekorasyon gibi sanatla zanaat arakesitinde duran teknikler ve ifade biçimleri… İşte Cumhuriyetin Yüzü ismini taşıyan bu serginin temel söylemini inşa eden en güçlü göstergeler onlar.
Tam da bu yüzden bir sanat sergisi olmamasına rağmen, sergiyi gezenler bir dönemin tarihini ‘sanatlı’ veya ‘sanatkârane’ imgeler üzerinden okuyacaklar: dergi, kitap, afiş, fotoğraf, resim, kılık-kıyafet, pelikül… Bazen arkeoloji ve müzecilik alanına dair imgeler de serginin ilgi alanına giriyor – zira Cumhuriyet’in asrileşme iddiası, kendini kimi zaman geçmişe dair temsiller üzerinden ortaya koyuyor ve bu temsiller, imgelerle şimdiki zamana sabitleniyor – bu imgeler Cumhuriyetin Yüzü sergisinin anlatısında kendine yer buluyor. Bahsedilen tüm bu ‘sanatlı’ veya ‘sanatkârane’ görsel kurgunun, tam da bu sebeplerden ötürü oldukça güçlü bir propagandist niteliği var. Kuşkusuz, görsel propaganda, erken Cumhuriyet döneminin iktidarı için en etkili ve güçlü propaganda yöntemlerinden biriydi. Fakat aradan yüz yıl geçtikten sonra bile, bu propagandanın dili, aynı dönemin Avrupalı örneklerinden farklı olacak şekilde epey zariftir ve ona dair imgelerin estetik niteliğini propagandist bildirisinin gerisinden geliyormuş gibi algılamayız. Bunun nedeni de basit: tüm politik anlamlarına rağmen bu nesneler, sadece birer propaganda nesnesi olarak üretilmemişlerdi. Bunlar, üzerlerinde onları imal edenin, etrafındaki dünyaya ve onun canlı yahut cansız nesnelerine bakışının izini taşıyordu. Onları üretenler modern olanın içindeki estetik kıymeti görüyor ve onu çoğaltıyorlardı. Bu kişiler Cumhuriyet’in kuruluş sürecine de katkı koyan kişilerdi: sadece politik bir kurguyu inşa etmiyor, bir hayalin harcını elleriyle karmıyor, bir yandan da tüm ustalıklarını ortaya koyarak ‘bedîi’ nesneler, ‘nefis’ eserler yaratıyorlardı. İsmini bilmediğimiz dekoratörün, grafikerin ve ressamın ürettiklerinden tutun da İbrahim Çallı’ya, Vedat Ar’a ve Sedad Hakkı Eldem’e varıncaya kadar bu hissiyat ortaktı: eserleriyle genç Cumhuriyet’e katkıda bulunmak, onu kutlamak, kuruluş ve inşa heyecanını dillendirmek, onu güzelleştirmek ve ‘süslemek’. En büyük eser bizzat Cumhuriyet’in kendisi, onu oluşturanlar da Gazi’den başlayarak Türk halkının tamamıydı. Herkes, elindeki imkân ölçüsünde bu sürece katkıda bulundu. Bugün bile, erken Cumhuriyet döneminde genç olmuş kişilerin, o dönemleri anlatışındaki ateşli coşku ve yoklukların içinde heyecan duyarak neredeyse yeni olanı yaratma, onu inşa etme hevesi bizler için etkileyici birer örnektir.
Çok zengin bir efemera ve nesne birikiminden devşirilen bu seçki, yukarıda bahsedilen unsurların bir araya gelmesiyle, erken Cumhuriyet döneminin görselliğini anlamaya yardımcı olacak detaylı bir harita meydana getiriyor. Bu noktada, serginin kıymetini arttıracak ufak bir şerh daha düşmenin önemine inanıyorum: serginin plastik sanatları kapsayan seksiyonu, arzu edildiği kadar kuvvetli değil. Böylesine zengin bir görsel malzeme seçkisine eşlik edecek plastik sanatlar birikiminin de onun muadili olabilecek cesamette olması gerekirdi. Ancak her kurumun kendi yüzüncü yıl sergisi düzenlemek istediği olağanüstü bir dönemde, böyle bir sergi için kurumlardan ödünç resim ve heykel almanın hiç de kolay olmadığını tahmin edebiliyorum – hele de dönemin sanatındaki belirgin ideolojik bildirileri içeren resimlerin önemli bir kısmının kişi koleksiyonlarından ziyade, müzeler başta olmak üzere kurumlarda bulunduğu düşünülürse. Yine de, genel olarak doğru yerlere eklenmiş bazı eserler bize plastik sanatların, erken Cumhuriyet döneminin görsel kültüründeki yerini sezdiriyor – Atatürk’ün atlı heykelini konu alan Halil Paşa’nın yağlıboya resmi bunların ilk akla gelenlerinden biri. Az sayıdaki kimi eserin ise serginin tarihsel kurgusuna pek de uymadığı söylenebilir.
Bu sergiyle ilgili olarak, onun önemini daha da arttıran son bir şerh daha düşeceğim: erken Cumhuriyet döneminde yaratılmak istenen görsellik, bazen oldukça genel bir ‘modernizm’, bazen de kimi zaman müphem bir ‘neo-klasisizm’le ilintili olarak düşünülegelmiştir Her iki saptama da haklılık payı taşıyor kuşkusuz. Ancak özellikle yukarıda bahsettiğim ‘küçük sanat’ veya zanaat dallarının iki savaş arası dönemde Batı dünyasında çok yaygın bir görsel kültürün temelini oluşturan Art Déco’yla yakından ilişkili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu, bizim sanat historiografyamızda hakkında görece az yazılmış bir alan.[2] Oysa erken Cumhuriyet döneminin görsel kültürünü oluşturan görsel dillerin arasında Art Déco’nun belirgin bir yeri vardı, ancak Batı’da bile problematik bir bilgi alanı oluşturan bu terimin Türkiye’de kabullenilmesi oldukça geç, biraz da zor oldu, hatta şimdi bile Art Déco’nun sanat kanonuna tam olarak yerleşmediğini de rahatlıkla düşünebiliriz.[3] Cumhuriyetin Yüzü, bu bağlamda Art Déco estetiğinin tartışılmasına yönelik çok önemli bir katkı sunuyor – zira ismi doğrudan bunu yansıtmasa da, sergide hakim olan estetik dil, hem modernizmin biçimsel dağarcığını önemseyen, hem de asrileşme gayreti içinde Avrupa’yla senkronize olmaya çalışan bir görsel ideolojiyi yansıtıyor. Bu bağlamda, serginin duvar yazılarında terim sadece bir (gözden kaçırmış olma ihtimalimi de katarak, iki) defa zikredilmesine karşın, Cumhuriyetin Yüzü aslında basbayağı adı konmamış bir Art Déco sergisi. Bu özelliğiyle de Türk sanat tarihinin bu az bilinen veçhesine dair oldukça zengin bir malzemeyi de görünür kılarak temel parametreler içinde tasnif ediyor. Bir yandan bu dönem estetiğinin formel kaidelerini belirlerken, bir yandan da arkasındaki politik niyetleri ve modernliğin güncel temsilleriyle olan ilişkisini teşhir ediyor. Cumhuriyetin Yüzü sergisinin gücü, barındırdığı imgelerin tarihsel söyleminin sürekliliğinden ileri geliyor: Cumhuriyet fikriyle özdeş olan bu süreklilik, şu anda bir asrı geride bırakmış durumda.Cumhuriyet yaşadıkça bu imgeler de toplumun ortak belleğindeki yerlerini korumaya devam edeceklerdir.
Bu önemli ve değerli sergi, 2 Haziran tarihine kadar Galataport’ta, O2 Blok’ta ziyaret edilebilir.
[1] Esin HAMAMCI, “Cumhuriyet’in Yüzü sergisinin küreatörü İzzeddin Çalışlar: Böyle bir seçki hiçbir zaman bir araya gelmedi”, Oksijen, 10 Kasım 2023. https://gazeteoksijen.com/o2/cumhuriyetin-yuzu-sergisinin-kureatoru-izzeddin-calislar-boyle-bir-secki-hicbir-zaman-bir-araya-gelmedi-194092. Erişim tarihi: 16 Ocak 2024. Bu kaynaktaki bilgilere erişmemi sağlayan Esin Hamamcı’ya teşekkür etmeliyim.
[2] İzzeddin Çalışlar, sergiyle ilgili olarak verdiği bir mülakat sırasında neredeyse ismini vermeden Art Déco estetiğini ve onun sanat tarihçilerince ihmal edilmiş bir bilgi alanı olduğu gerçeğini, zanaatkarlık üzerinden çok doğru bir bağlantıyla şöyle aktarıyor: “Sanat tarihçilerinin erken Cumhuriyet olarak adlandırdığı bu dönemde aslında gözden kaçırdıklarını zannettiğim tasarım yoğunluklu bir iş alanı var; sergicilik. Yerli malları, sanayi sergileri, enternasyonal fuarlar o zamanın hem iletişim hem siyasi propaganda hem de uluslararası ilişkiler aracı olarak kullanılmış. Sonra demode olmuş o devrin sergileme anlayışını, niyetini, tasalarını, becerilerini alarak 1920’lerde yaşamış olan ustalarımızı taklit ettik aslında”. Bu alıntı için bkz. Günay DEMİRBAĞ, “Borusan Kocabıyık Vakfı'nın Cumhuriyetin Yüzü Sergisi kültür devrimini anlatıyor”, Dünya, 4 Kasım 2023. https://www.dunya.com/kultur-sanat/borusan-kocabiyik-vakfinin-cumhuriyetin-yuzu-sergisi-kultur-devrimini-anlatiyor-haberi-709876. Erişim Tarihi: 16 Ocak 2024.
[3] Bu konuyla ilgili olarak bkz. Ali KAYAALP, Asrileşen İstanbul: 1923-1940 Yılları Arasında İstanbul’da Güzel Sanatlar ve Mimarlık Alanında Art Déco, yayımlanmamış doktora tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2018.Prof. Dr. Zeynep İnankur’un danışmanlığında hazırladığım doktora çalışması, Art Déco’yu bir dekorasyon veya mimarlık üslubu olarak algılayan yaygın görüşe karşı çıkarak, onu resimden heykele, mimarlıktan dekoratif sanatlara varıncaya kadar etkileri görülen bir modernleştirici dil olarak sunuyor ve erken Cumhuriyet’in görsel kültürünün temel, hatta kurucu unsurlarından biri olarak tanımlıyor.