Feminist sanatın vaftiz annesi Judy Chicago, uçlarda yaşarken üretmek konusunda her şeyi biliyor. The Dinner Party (Akşam Yemeği Partisi) adlı enstalasyonu 1979’da ilk kez halka sunulduğunda, teatral bir şekilde sahnelenişi ve titizlikle araştırılmış ifade biçimi –sayıları bini geçen, önemli tarihî kadın figürler için masada sembolik “bir yer”– erkek eleştirmenlerin tepkisini çekmiş ve ilk turnesi iptal edilmişti. Ana akım sanat dünyası Chicago’nun çabasına burun kıvırırken, sanatçıya sadık bir izleyici kitlesi oluşuyordu. İnişli çıkışlı bir başlangıcın ardından The Dinner Party, 1980’lerin başında özel bağışların ve sarsılmaz bir coşkunun verdiği cesaretle16 salonluk uluslararası bir turneye çıktı. The Dinner Party 2007’de New York Brooklyn Müzesi’nde kalıcı olarak sergilenmeye başlandı ve kadınların sanatsal kanondan silinmesine karşı bir abide haline geldi.
Chicago, tüm kariyerini suyun başını tutanların, aradaki mesafeyi kapatmasını bekleyerek, sabırla çığır açan işler üreterek geçirdi. Şimdilerdeyse, 84 yaşında, New York’taki New Museum’da büyük bir retrospektifin konusu. Judy Chicago: Herstory sergisi, sanatçının ilk minimalizm deneylerinden 1990’lardaki ekolojik felaket keşiflerine ve ötesine uzanan 60 yıllık kariyerinin izini sürüyor. Bu çalışma, feminist arşivi yeniden hayal ederek bir müze araştırmasının tipik sınırlarını aşıyor; dördüncü kat, aralarında Simone de Beauvoir, Artemisia Gentileschi, Zora Neale Hurston ve Frida Kahlo’nun da bulunduğu 80’den fazla sanatçı, yazar ve düşünürün eserlerini içeren sergi içinde sergi “City of Ladies”e (Kadınlar Şehri) ev sahipliği yapıyor. Bu, Chicago’nun sanatsal çoklu evreni; uçlardakilerin ana hikâye haline geldiği zamanın feminist bir özeti.
THE ART NEWSPAPER: Bize dördüncü katta yer alan “City of Ladies” bölümünden bahseder misiniz? Bu fikir nereden çıktı?
JUDY CHICAGO: Öncelikle, [serginin] küratörü Massimiliano Gioni’nin çok uzun zamandır, Milano’da yaptığı The Great Mother (Şahane Anne) adlı sergiden beri hayranıyım. Bu, çağdaş sanatta doğum ve annelik konularını ele alan ilk büyük sergiydi. 1980’lerin başında, Birth Project (Doğum Projesi) üzerinde çalışırken, doğum gibi evrensel görünen bir konuya dair çağdaş sanatta hiçbir imge bulamıyordum. Gioni’nin sergisini gördüğümde, sürrealistlere ve dadaistlere kadar giden [kadınlara ait] pek çok imge olduğu ortaya çıktı. Bu sergide Massimiliano’yla çalışmanın bana öğrettiği şeylerden biri de kadınların katkısının sanat dünyasında tamamen bastırıldığı. Sadece sanatta da değil, kadın yazıları, kadın müziği gibi beceri isteyen başka dallarda da. Geçmişi 15. yüzyıla kadar uzanan, tamamen alternatif bir kültürel paradigma öğrendim: “Kadınlar Şehri” konsepti, Avrupa’da yazarak geçimini sağlayan ilk kadın olan Christine de Pizan’ın Le Livre de la Citédes Dames’ından (Kadınlar Şehri Kitabı) geliyor.
Modern feminizm 19. yüzyılda ya da 18. yüzyılda Mary Wollstonecraft’ın kadın haklarını savunmasıyla başlamadı. Christine de Pizan’ın 500 önemli kadının yaşadığı mitolojik bir şehir inşa ettiği kitabıyla başladı; ki bu kadınların çoğunu The Dinner Party’yi yaparken yeniden araştırmak zorunda kaldık. Massimiliano, sanata tarihsel yaklaştığı için, işimi bu kültürel tarih ve bu kadın merkezli alternatif paradigma içinde bağlama yerleştirmek istedi. Hepimiz sanat tarihi [art history] olarak kabul edilen ataerkil paradigmanın sanat tarihi [art history] olduğunu düşünecek şekilde yetiştirildik. Modern kurumlar da kadınları, beyaz ırktan olmayan sanatçıları ve toplumsal cinsiyet yelpazesindeki sanatçıları, bu paradigmayı bozmadan nasıl onun içine yerleştireceklerini bulmaya çalışıyor. “City of Ladies ”tamamen alternatif bir paradigma olduğunu gösterecek. Çalışmalarım bu paradigmadan doğuyor ve bu yüzden de ataerkil paradigma içinde anlaşılamıyor ya da bu paradigmaya sığdırılamıyor.
Çağdaş sanat dünyası söz konusu olduğunda, kadın sanatçıların bu alternatif paradigma içinde çalıştığını düşünüyor musunuz? Mevcut kurumsal ortamda bu mümkün mü?
Çoğu insan bir alternatif olduğunu bilmiyor. Beni yanlış anlamayın, Haus Der Kunst’taki Inanderen Räumen. Environmentsvon Künstlerinnen 1956-1976 (Başka Mekânların İçinde: Kadın Sanatçıların Ortamları 1956-1976) [Münih, 10 Mart 2024’e kadar] ya da Nasher Heykel Merkezi’ndeki Groundswell: Women of Land Art (Dip Dalgası: Arazi Sanatında Kadınlar) [Dallas, 7 Ocak 2024’e kadar] gibi sergiler bence harika. Ancak çağdaş sanata bakabileceğimiz başka merceklerin de olduğunun anlaşıldığı bir yere gelmemiz gerekiyor.
Size bir örnek vereyim: Hilma af Klint. Guggenheim’daki [2018’deki sergi] büyük kışkırtıcı bir etki yaratması ve sanatçının nasıl algılandığı–“bu hoş İsveçli kadın tamamen spiritüellikle ilgileniyor, bu tuhaf değil mi?”– bu, alternatif kültürel paradigma hakkındaki toplam bilgi eksikliğini mükemmel bir şekilde özetliyor. Kadınlar ve spiritüellik yüzyıllar öncesine dayanıyor. Aslında “City of Ladies”de 12. yüzyıl mistiklerinden Hildegardvon Bingen’in de bir eseri yer alacak. Düşünecek olursanız, teosofi var, Shaker’lar var, spiritüel hareketlerin ön saflarında yer almış bunca kadın var ki bu sanatçılar, uzun zamandır süren bir geleneğin, bizim geleneğimizin içinde görülmelidir.
Sanat dünyası çok sayıdaki kadın üretimini nasıl ve nereye yerleştireceğini bilmiyor. Son birkaç ay içinde bu fikri birkaç genç kadına açtım ve ilk başta onlara çok garip geldi. [Ama] sonra bu konu üzerinde düşündüklerinde bir şeyler oluyor ve,“Evet bu çok mantıklı,” diyorlar. Sadece büyük bir kurum tarafından hiç sunulmamıştı.
Çalışmalarınızda her zaman öne çıkan bir şey de güzellik ve şiddet arasındaki ilişki. Alternatif tarih yazımına ilişkin bu büyük proje bağlamında bize biraz bundan bahsedebilir misiniz?
Sanatta güzelliğin işlevi hakkında çok spesifik bir fikrim var. Bana kalırsa, sanatta güzelliğin işlevi, gerçekliğin –güzel bir şekilde sunulmadıkları takdirde– yüzleşmenin acı vereceği yönlerine bakmamıza yardımcı olmak. Bu konu üzerine ilk kez Donald’la [Woodman] Holocaust Project (Holokost Projesi) üzerinde çalışırken kafa yormuştum. Tarihin böylesine korkunç bir dönemine dair, herkesin bakabileceği imgeleri nasıl ortaya çıkarabilirdik? Bu, son büyük projem olan The End: A Meditation on Death and Extinction (Son: Ölüm ve Yok Oluş Üzerine Bir Meditasyon) için de geçerliydi. Kendi ölümlülüğümle yüzleşmek güç bir şeydi. Ama çok daha güç olan şey, iki yıl boyunca her gün stüdyomda, gezegendeki diğer canlılara yaptıklarımızla ve bu yaptıklarımızın boyutuyla boğuştuğum yok oluş bölümüydü. Kesinlikle keder veren bu gerçekliği imgelere dönüştürmek için sahip olduğum tüm becerileri kullanmak zorunda kaldım. Onları küçük ve samimi yapmamın nedenlerinden biri de bu, çünkü aksi takdirde bakması dayanılmaz olurdu.
De Young retrospektifindeki [2021’de San Francisco’da] oldukça ilginç şeylerden biri de buydu; küratör Claudia Schmuckli sergide kronolojiyi tersine çevirerek yeni işlerimi başa, daha iyi bilinen işlerimiyse sona koymuştu. İnsanların bu zorlu konuların yer aldığı odalardan geçip rahat bir nefes almak için erken dönem işlerime gideceği esprisini yapıyordum. Ama hayır, öyle olmadı. Aslında, ilk galerilerde sonrakilerden daha fazla insan vardı. Anladığım kadarıyla güzelliğin işlevi bu işe bu şekilde aktarıldı.
Bu kadar çarpıcı bir iş yaparken, izleyicinin bundan ne çıkarmasını umuyorsunuz? Bir değişim yaratmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa bu çok mu basit bir bakış açısı?
Babam bana hayatın amacının katkıda bulunmak olduğunu öğretti. Ben de bunu yapmaya çalıştım. İzleyicileri eğiten, ilham veren ve güçlendiren bir sanat yaratarak katkıda bulunmaya çalıştım. Kariyerime bakarsanız, hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığını görürsünüz.
Bugün hâlâ çalışmalarınızın kurumsal alanlarda marjinalleştirildiğini veya görmezden gelindiğini düşünüyor musunuz?
Bu, cevabı hem evet hem hayır olan bir soru. Çalışmalarımın yer almadığı pek çok büyük kurum var. Mesela [New York’taki] Modern Sanat Müzesi. Yakın zamana kadar Whitney’de de yer almıyordu; bu yeni değişti. Çalışmalarıma yer vermeyen düzinelerce büyük kurum sayabilirim. Kurumsal düzeyde bu durum değişmedi. Ancak, artık tamamen farklı bir bakış açısına sahip olan ve çalışmalarımı anlayan hem erkek hem de kadın birkaç nesil küratör var. Çalışmalarımın uygun bir düzlemde anlaşılma sürecinde olduğunu düşünüyorum.
[Yazar ve şair] Quinn Latimer, Herstory kataloğu için yazdığı bir makalede, annesinin onu The Dinner Party’yi izlemeye götürdüğü ergenlik döneminden bahsediyor; o zamanlar hâlâ bedeniyle ilgili muazzam bir utanç yaşıyormuş ve cinsiyetinin ona getireceği engelleri henüz anlamamış. Ve elbette ancak şimdi, deneyim ve bakış açısıyla geriye dönüp bakabildi ve bu utancın farkına vardı. Sanırım bir kadın yazarın The Dinner Party’yi gördüğünde hissettiği korku ve iğrenme duygularının bir kısmını kabul ettiğini ilk kez okuyordum. Bir kadın yazarın, zamanında kadınlar tarafından yazılmış, beni gerçekten inciten çok sayıda düşmanca yazıda payı olan bu bileşeni kabul etmesi 45 yıl sürdü. Bunun büyük bir kuşak değişimi olduğunu düşünmüştüm.
•Judy Chicago: Herstory, 14 Ocak 2024’e kadar New York, New Museum’da görülebilir.