20. yüzyıla gelindiğinde toplumun bazı kesimlerinde kahvehaneye yönelik yaklaşım köklü bir değişime uğradı. Kahvehane artık dinî sebeplerle tenkit edilmese de toplumsal değerlere zarar verdiği gerekçesiyle eleştiriliyordu. Kimine göre kahvehaneler, afyon içilen, kavga edilen, boşa zaman geçirilen, hatta yeri geldiğinde meyhaneye dönüşerek alternatif bir kamusal mekân halini alan köhne batakhanelerdi. Birçok erkeğin bu batakhanelere sürüklenerek ailesini ihmal ettiği ve bunun toplumsal çürümeyi hızlandırdığı iddia ediliyordu. Şair, yazar Ahmed Cevad, kahvehane ve kıraathanelerin aylak erkeklerce istila edildiğini, bu adamların iğrenç kokulu bir sürü meymenetsiz herifle yan yana oturarak her türlü estetik zevkten uzak çirkinliklere alışıp kahvehane hayatına tutkuyla bağlandıklarını yazmıştı. Şair, erkeklerin kahvehaneye bağlılıklarını eleştirirken bir adım daha ileri gidiyordu: “Erkekler, her gün, her gece bir bahane uydurarak, kahvehanelere kıraathanelere ve meyhanelere, deliklerine sığınan fareler gibi üşüşüyorlardı.” Kahvehaneleri tembellikle özdeşleştiren bir diğer tanınan şahsiyet Mehmet Âkif’ti. Yazar 1912’de yazdığı Safahat adlı manzum eserinde, mahalle kahvesini Şark’ın katillerinin kutsal toplanma yerine benzetiyordu. Şaire göre merhamete muhtaç zavallı millet, ölmeden bu çukurlara gömülüyor; burada idrakini yitiriyor ve sonra yok oluyordu.
Mehmet Âkif ve Ahmed Cevad’ın ifadelerinden yola çıkarak yalnızca mahalle kahveleri ya da tiryaki kahvehanelerinin eleştirildiği düşünülmemeli. 20. yüzyılda ister geleneksel ister Avrupai olsun, kahvehane, zamanı boşa harcamakla ve aylaklıkla sıkı sıkıya ilişkilendiriliyordu. Beyoğlu’ndaki lüks kahvehanelerin müdavimi olan Macar şarkiyatçı Arminius Vambery, Cafe Flamme’den “hayal gücünden yoksun maceracıların, ordudan atılmış askerlerin, müflis tüccarların, ümitsiz öğretmenlerin, siyasette idealleri olanların ve her milletten kahramanın bulunduğu bir yuvaydı” diye söz ediyor. Oradakilerin hevesli siyasi tartışmalarına ise alaycı bir atıfla: “Onlara kalırsa Türkiye’nin ve Avrupa’nın geleceğine bu karanlık ve dumanlı salonda karar verilecekti,” diye ekliyordu. Beyoğlu’nun meşhur kahvehaneleri mütareke yıllarında da işgal kuvvetlerinin görünür olduğu yerlerdi. Bu eğlence mekânlarının emperyalist güçlerin İstanbul’daki varlığıyla ilişkilendirilmesi birkaç yıl sonra gerçekleşecek dönüşümün habercisiydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından, kahve Türklerle ilişkilendirilmeye devam etti. Kahve, toplumların tarihsel tecrübeleri ve politik dönüşümlerini yansıtarak ulusal kimlik inşa süreçlerinde gastro-politik bir araç oldu.
"KAHVE TENEKESİ VE TÜRK KAHVESİ DEĞİRMENİ İLE YAŞLI KADIN”: © RUDOLPH KRAMER © DEUTSCHE FOTOTHEK
Milli kültür öğesi olarak kahve
İmparatorluğun son yıllarında sosyal ve kültürel açıdan önemli yerler olan kahvehaneler, insanların buluştuğu, sohbet ettiği ve vakit geçirdiği mekânlardı. Ancak, yeni kurulan Cumhuriyet’in ilerlemeci anlayışı, kahvehanelerin keyif ve durağanlık üzerine kurulu muhafazakâr yapısıyla çelişki içindeydi. Cumhuriyet’in amaçladığı toplumsal değişim, dinamizm ve verimlilik üzerine kuruluydu; ve bu kahvehanelerin geleneksel atmosferiyle bağdaşmıyordu. Türkiye’nin yeni eğitim ve kültür kurumları, üniversiteler, halkevleri, cemiyetler ve dernekler daha önce kahvehanelerin tekelinde olan yarı kamusal toplanma alanı niteliği üzerinde hak iddia ettiler. Kamusal alan giderek çeşitlendi; kadın-erkek ayrımı hızla ortadan kalkarak kadınların sosyal yaşamdaki varlığı her zamankinden daha fazla belirgin hale geldi.
Kahvehanelerle birlikte Cumhuriyet’in yarattığı köklü dönüşümden kahve de payını alıyordu. Kahve, kahvehanenin durağan tabiatından ayrıştırılarak dinamik toplum yaşamının bir parçası haline getirildi. Başka bir deyişle kahveye atfedilen anlam tamamen değişiyordu: Adının başına getirilen “Türk” ifadesiyle beraber Türk devriminin yarattığı yeni toplumsal düzenin kuvvetli bir göstergesi haline geliyordu. Kahve artık bir içecek olmanın ötesinde kimliğin taşıyıcısı ve siyasi süreçlere ilişkin bir araç olarak ele alınmaya başlıyordu.
Kahve artık, simgesel gücüyle meşhur bir tiryaki olan Atatürk’ün imajının bir parçası haline geliyor; böylece modern Türkiye’nin kurucusunun fotoğrafları yanında küçük bir kahve fincanıyla tamamlanıyordu. Kahveyi, edindiği gastro-politik karakter sayesinde birçok yeni rol bekliyordu. Bunlardan ilki Türk devrimini, toplumsal dönüşümü ve Türkiye’de üretilen ticari ürünleri Avrupa kamuoyuna tanıtmayı amaçlayan Seyyar Sergi’ydi. Bu amaçla hazırlanan Karadeniz Vapuru 1926 yılında içlerinde Hamburg, Londra, Marsilya ve Venedik gibi önemli limanların da bulunduğu 21 farklı şehri ziyaret etti. The Times ve Daily Mail gazetelerinin aktardığına göre, vapuru ziyaret edenlere Türk kahvesi, lokum ve sigara ikram ediliyordu. Türk kahvesi, Türk devrimini Batı’ya tanıtma misyonunda önemli bir milli kültür öğesi olarak bilinçli bir biçimde öne çıkarılıyordu. Kahve aynı görevi 1939 New York Sergisi’nde daha kapsamlı bir biçimde sürdürüyordu. Türk ulusal kimliğinin uluslararası alanda tanıtımında giderek önemi artan kahve için, New York’taki serginin Türk pavyonunda özel bir bölüm oluşturulmuştu. Bu bölümün duvarları, serginin sanat danışmanı Abidin Dino tarafından İstanbul’un semtlerini betimleyen 30 Fikret Muallâ tablosuyla süslenmişti. Böylece, sergiyi ziyaret eden yabancılara Türk kültürünü tanıtmak amaçlanıyordu. Sergiye ilgi gösterenler arasında, bir zamanlar Osmanlı tebaası olan Ermeni, Rum ve Yahudi ziyaretçiler de vardı; zira kahve onlara hiç yabancı değildi. Ancak ikram edilen kahve, Osmanlı emperyal kimliğinin ortak mirası olan kahve değil, ulus kimlik inşa sürecinde kültürel bir bileşen haline gelen kahveydi.

Kahve dahil olduğu her kültürde yeni izler bıraktı.
AHVE YAPAN KADIN: © TAPIO ERKKİLÄ KOLEKSİYONU, LUSTO FİNLANDİYA ORMAN MÜZESİ
Yunan kahvesi ve Boşnak kahvesi
Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra çok geniş bir coğrafyada kahve Türklerle ilişkilendirilmeye devam etti. Kahvenin hazırlanışında bazı farklılıklar olsa da, Bulgarlar ona Tursko kafe, Sırplar Turska kafa, Polonyalılar Kawa po Turecku, Çekler ise Turecká kava dediler. Yunanistan’da Kıbrıs sorununa kadar kahveye Turkiko deniyordu. Ancak 1974’teki Kıbrıs Harekâtı’nın ardından Yunan kahve şirketi Bravo, kahve paketlerine “Emeis ton leme Elliniko” (Biz Ona Yunan Diyoruz) sloganını ekleyerek satışa sundu. Bu girişim, dönemin politik atmosferinde Turkiko adının hızla Elliniko’ya (Yunan kahvesi) dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Kahve, bir kez daha ulusal kimlik inşa sürecinde önemli bir sembol haline gelirken, giderek daha küçük bir gruba ait bir kimlik unsuru olarak varlık göstermeye başladı.
Benzer bir dönüşüm, Bosna-Hersek’te de yaşandı. 1990’larındaki savaş dönemiyle birlikte, Turska kafa ifadesi yerini Bosanska kafa’ya (Boşnak kahvesi) bıraktı. Boşnak kültürünün önemli bir simgesi olan kahve, hazırlama biçimindeki farklılıklarla Türk kahvesinden ayırt edilmeye başlandı. Savaşın yıkıcı etkilerinin ardından yaraların sarılması sürecinde kahve, Srebrenitsa Soykırımı’nın dokuzuncu yıldönümünde sanatçı Aida Šehović tarafından savaşta hayatını kaybeden 8.000 kişiyi anmak için “Neden Burada Değilsin?” adlı bir enstalasyonda kullanıldı. 939 fincan, Bosna-Hersek haritası şeklinde düzenlenip kahveyle dolduruldu. Kahve içmek için çok küçük yaşta olan soykırım kurbanları, fincanların içindeki birer küp şekerle sembolize edildi. Šehović, performansını şöyle özetliyordu: “Ölmüş birisiyle bir fincan kahveyi paylaşma arzusu, derin bir matem ifadesidir.”
Bu iki vaka da, kahvenin Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kazandığı sembolik öneme iyi birer örnek oluşturuyor. Kahve ve onun algılanış biçimi; toplumların tarihsel tecrübelerini ve politik yapılarındaki dönüşümleri yansıtan bir gösterge haline gelerek, ulusal kimlik inşa süreçlerinde gastro-politik bir araç olarak her zaman etkili bir rol oynamıştır.
500 yılın ardından
Kahvenin coğrafyamızdan başlayıp tüm dünyaya yayılma hikâyesi burada son buluyor. Geçen yüzyıllar boyunca onun etrafında edilen sohbetlerin yankıları kubbede hoş bir seda olarak baki kaldı. Dinî tartışmaların gölgesinde başlayıp ötekinin temsiline uzanan, bir vakitler aylakların içkisiyken yakın tarihte ulusal kimliklerin güçlü bir simgesine dönüşen kahve hâlâ tartışacak çok şey vaat ediyor.
Kahve her zaman toplumsal yapıyı, kimlikleri ve kültürel dönüşümleri yansıtan, dibi görülmeyecek ölçüde karanlık bir aynaydı. Fincanı elden ele, şehirden şehre, milletten millete gezdi. Dahil olduğu her bağlama yeni bir tat, koku ve iz bıraktı. Onu kıskanç bir biçimde sahiplenmek isteyenlere direndi ve yorulmaksızın yolculuğuna devam etti. Şimdi onu Tibet’in yüksek dağ köylerinde, İzlanda falezlerinde, Tuareg çadırlarında, Los Angeles kafelerinde bin bir farklı biçim ve şekilde görebiliyoruz.Bir vakitler Şeyh Şazeli’nin tahmin ettiği gibi, bu mucizevi içecek etrafına taşıp dökülerek dünyanın dört bir yanına yayıldı.