Uzun zamandır bitmeyen bekleyişler içindeki bizler bu durumu neredeyse kanıksamışken, Yekta Kopan yeni öyküleriyle çıkageldi. Üstelik “beklemek” meselesini didikleyerek... İşin iyi yanı ya da okurun kazancı diyelim buna, gündelik yaşamda bize çaresizlik hissettiren bekleyişler bu öykülerle kıvamı koyu bir bunaltıya dönüşmüyor. Yazarın okuruna armağanı böyle bir şey işte. Kopan’ın hayata benzeyen öyküleri ümitvar yaşamı arzulayan bir istek bırakıyor ardında.
Belki Yaz Erken Gelir okurlarını beklerken Yekta Kopan’la direnci, umudu konuştuk.
BURCU AKTAŞ: Çok şeyi beklediğimiz bir dönemden geçiyoruz. En başta adaleti, umutlu bir geleceği sabırsızlıkla bekliyoruz örneğin... Belki Yaz Erken Gelir’in odağında da “beklemek” var. Benim en sevdiğim öykü olan “Belki”de öykü kişisi ile kedi Cambaz’ın bir anlamda hasbihal ediyor. İnsan dışında bir canlının, Cambaz’ın söyledikleri, özneliğimizle kafayı bozduğumuz bu zamanda tatlı bir umut veriyor. Tüm bekleyişlerin sonu güzelliğe, iyiliğe çıksın istiyorsak, insanın yanına onun yıkıcılığını kırabilecek başka canlıları, şeyleri iliştirmeyi hatırlattı bana “Belki”. Nasıl beklediğimiz de önemli bu anlamda. Sen ne dersin?
YEKTA KOPAN: Söze girdiğin yerden devam edeyim Burcu. “Beklemek” ezberlediğimiz bir durum oldu. Üstelik bir eylemlilik yok burada, tamamen atalet içinde bekliyoruz. Hak temelli bir yaşamı, özgürlükleri, adaleti, kadınların, çocukların, hayvanların, doğadaki tüm canlıların eşitçe ve güvenlik içinde yaşamasını, hayal kurabilmeyi, aç kalmamayı bekliyoruz. Belirsizlik ve bekleyiş uzadıkça gerilim de artıyor. Kutuplaşma giderek derinleşiyor. Herkes kendi mahallesinin yankı odasında yaşıyor. Üstelik ne dendiğini bile duymadan. İşitmeyi engelleyen bir gürültünün içinde bekliyoruz. Sözünü ettiğin öyküde kedim Cambaz’ın ağzından duyduğumuz gibi sürekli, “Belki,” diyoruz. Belki olur. Belki bu beklediklerimiz bir gün gerçekleşir. O sözcüğün verdiği umuda sıkı sıkıya sarılıyoruz; “Belki”.
Bende de o umut var. Ne yazık ki o umut, bazen belirsizlik içinde kayboluyor, soluklaşıyor. Ve her seferinde, bir daha, bir daha bekliyoruz. Bunu bir alışkanlık haline getiriyoruz. Hiçbir şey yapmayarak ya da sosyal medyada söylenmeyi bir şey yapmak sanarak devam ediyoruz. Günün sonunda, elimizde beklemekten başka bir şey kalmıyor. Derin bir uyku hali. Zamanın ve hayatın elimizden kayıp gittiğini fark edemediğimiz bir boşluk. Bu kitaptaki öyküler, o boşlukta dönüp durmaya karşı bir direniş benim için. Her zaman umutlu biri oldum. Kitabın adı da o umuttan geliyor. O sıcaklığı, özgürlüğü, birlikte olabilme halini anımsatan bir sembol yaz mevsimi.
Dışarıdaki çatışmalı dünya ile yazarın kurmak istediği dünya bir araya geldiğinde nasıl bir ilişki içinde olur? Bu birliktelikte sen metinlerini nasıl yoğuruyorsun?
Bu iki dünya arasında derin bir etkileşim ve gerilim var. Gündelik hayatın kaotik ve belirsiz ortamı, yazarı bir yandan gerçeklikten uzaklaşmaya, diğer yandan da ona derinlemesine yaklaşmaya itiyor. Yani bir yandan bu gerilimden uzaklaşmak için yazıya doğru kaçıyor, öte yandan da yazıyı bir meydan okuma alanı olarak görüyor insan. Bir dengeleme çabası ya da anlam arayışı diyebilirsin. Ben bunu hep bir “hesaplaşma” olarak tanımladım kendimce. Öykülerimde bu iki dünyanın bir araya geldiği alan, çatışmaların ve karşıtlıkların birleşim noktasıdır. Yani, yazdığım metinlerde çoğunlukla bu iki dünyanın, fiziksel ve duygusal, bilinçli ve bilinçdışı düzeylerde birbirini nasıl şekillendirdiğini anlamaya çalıştım.
Umutsuzlukla yüzleşirken bile o karanlığın içinde bir ışık bulma çabası, belki de hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucu.
Öykülerin umutsuzluğu anlatırken bile kimi zaman bir detayla, kimi zaman bir öykü kişisiyle, kimi zaman bir eşyayla ama en çok duygusuyla okurun/insanlığın payına düşebilecek ferahlama ihtimalini es geçmiyor. Yazı mesainde bunun ne kadar bilinçli bir yeri var, merak ediyorum?
Aslında çoğu zaman daha neşeli, hatta komik öyküler yazmak için oturuyorum masaya. Dünyanın bu sancılı haliyle dalga geçmek istiyorum. Ama az önce konuştuğumuz karanlık duygular bir türlü peşimi bırakmıyor. Öykülerimde o karanlığın içinde bile bir parça ışığı, bir umut kırıntısını görme çabası hep var.
Aslında, bu yazdığım metinlerdeki duygusal derinliğin ve içsel çatışmaların bir yansıması gibi. İnsanlar, çoğu zaman karanlık ve zorluklarla mücadele ederken, bir parça ferahlama, bir anlık bir rahatlama arayışı içinde olurlar. Bu, yaşamın kaçınılmaz bir parçası bence. O yüzden karakterlerim ne kadar zor durumda olurlarsa olsunlar, bir anlık bile olsa bir umut, bir çıkar yol, bir çözüm arayışı taşıyorlar. Bu genellikle küçük bir detayda, bir bakışta ya da bir eşyada belirebilir. Bunu bilinçli olarak öykülerime dahil ediyorum. Bu, karakterlerin derinliğine, yaşama bakış açılarına ve metnin bütününe dair bir seçim.
Okur yalnızca bir alıcı değil, yazının anlamını çoğaltan, ona derinlik kazandıran bir aktördür.
Umutsuzlukla yüzleşirken bile o karanlığın içinde bir ışık bulma çabası, belki de hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucu. Benim için bu, yazının bir anlam taşımasının, okuru duygusal bir bağ kurmaya teşvik etmesinin anahtarı. Yani, evet, bazen umutsuzluk ve kaosla başa çıkmanın yolu, sadece küçük bir detayda, bir duygu kırıntısında ya da bir karakterin tavrında gizlidir. O yüzden ferahlamayı ya da bir çıkış yolunu gösterme isteği, bilinçli olarak yazılarımda yer buluyor. Hem karakterlere hem de okura bir “belki” sunuyor.
Özellikle Kediler Güzel Uyanır’da yer alan öykülerinde okuru ve onun algısını serbest bırakan bir yan vardı. Okurun senin metnini kendince çoğaltmasını seven, bundan haz duyan birisin. Bu kitabın “Farklı” adlı öyküsü de okurun metni algılayışı üzerine. Yazarın cümlelerinin okurun zihninde anlamını çoğaltarak yaşaması üzerine… Demek bu inancın sarsılmadan devam ediyor.
İlk öykülerimden bu yana okurun yolculuğuna güvendim. Bu durum, benim de bir okur olarak yazıyla kurduğum ilişkiden kaynaklanıyor Burcu. Yazılan her metnin bir zihin tarafından oluşturulmuş bir şifre, okurun da güçlü bir şifre kırıcı olduğuna inanıyorum. Bu inanç sarsılmadan devam ediyor.
Kediler Güzel Uyanır’daki öykülerimde, okurun metni sadece bir anlatı olarak değil, aynı zamanda bir etkileşim alanı olarak görmesini istedim. Metni bir başlangıç noktası, bir kapı olarak sunmak ve okurun o kapıdan geçip kendi anlam dünyasını yaratmasını sağlamak bana çok değerli geliyor. Cümlelerin sadece yazarın bakış açısını yansıtan, sonlanmış düşünceler değil, okurun zihninde ve ruhunda yeni anlamlar üreten birer uyarıcı olması gerektiğine inanıyorum. “Farklı” adlı öyküde de tam olarak bu noktaya odaklanmıştım. Okurun metni nasıl algıladığı, ne şekilde içselleştirdiği ve kendi dünyasında nasıl bir yansıma bulduğu, metnin anlamını dönüştürür. Bir cümle, bir kelime, bir imge, okurun kişisel deneyimleriyle birleşerek bambaşka bir anlam kazanabilir. Yani metni çoğaltan, onu kendi hayatıyla iç içe geçiren okur, metni gerçekten sahiplenmiş olur. Bu tür bir okuma süreci, yazının çok katmanlı ve çok sesli olmasını sağlar. Bu inanç, yazmaya olan yaklaşımımda bir merkez oluşturuyor. Yazdığım her cümlede, okurun zihin dünyasında yankı uyandıran bir anlam genişliği yaratmayı hedefliyorum. Yazının, sadece bir iletişim aracı olmanın ötesine geçip okurun kişisel algı sürecine dahil olduğu bir deneyim alanı haline gelmesi çok değerli. Bu yüzden metnin açık uçlu kalması, bir anlamda okurun katkısını beklemesi, yazı için en doğal yollardan biri.
Lafı, Belki Yaz Erken Gelir’de öykü kişisi “okur” olan öykülere getirmek farz oldu Yekta. “Okumayanların Şarkısı”, “Yırtık”, “Bu Bir Pipo Değildir” ve “Haziran, Vian!”… Okurluk hallerini konuşalım isterim.
Okurluk halleri, sadece bu kitapta değil, önceki kitaplarımda da önemli bir yere sahip. Bu kavramı, sadece okuma eylemi olarak değil, bir tür varoluş hali olarak ele aldım hep. Okumak, kişisel bir keşif yolculuğu, az önce dediğim gibi bir şifre kırma hali. Hem okurun hem de yazının birbirini şekillendirdiği bir alan.
Yazının, okurun algısıyla şekillenen bir süreç olduğunu düşünüyorum.
Sözünü ettiğin öykülerde, okurluk bir kimlik meselesine dönüşüyor. Okuma, sadece bir dış gözleme değil, bir içsel keşfe, bir anlam arayışına dönüşüyor. Okur, metinle bir etkileşim içine girerken aynı zamanda kendi düşünsel ve duygusal dünyasında da bir evrim yaşıyor. Yani okurluk halleri dediğimiz olguyu, bir bilinç halinin ifadesi olarak görüyorum. Okurun, yalnızca pasif bir alıcı olarak değil, aktif bir yaratıcı olduğuna inanıyorum. Bir öyküdeki anlam, okurun kişisel deneyimlerine, dünyaya bakış açısına ve algısına göre şekillenebilir. Okurluk, öykülerin hem zenginleştiği hem de çeşitlendiği bir süreç.
Yekta Kopan gündelik yaşantısında yazı erken getirmek için neler yapar?
Fazıl Say’ın sevdiğim bir sözü var: “Bahçemizi yetiştirmek gerek.” Umudu, direnci, mücadeleyi, çalışmayı diri tutan bir söz bu. Ben de her gün bahçemi yeniden yetiştirmeye, yeşertmeye çalışıyorum. Bu sadece fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda içsel bir direncin, mücadelenin ve umudun sürekli yeniden filizlenmesi anlamına geliyor. Her gün bu bahçeyi yeniden yetiştirme çabası, hayatın zorlukları karşısında umutlu kalabilmenin, küçük şeylere tutunarak büyüyebilmenin bir yolu. Bu bakış açısı, bana da yazının gücünü hatırlatıyor; her gün, yeni bir şeyler ekleyerek, sözcüklerle, düşüncelerle bahçemizi inşa etmek gibi bir yolculuk. Dedim ya, hal ne olursa olsun umudunu diri tutmaya çalışan biriyim.