Sergileri kurulup kaldırılan kamp çadırlarına benzetirsek, arkalarında bıraktıkları duyguyu, akılda kalan sesleri, kokuları ve tatları da çadırın kurulduğu ormana benzetebiliriz. Tümü 2024 tarihli işlerden oluşan CLICKTRANCE’inakıldan silinmeyecek ormanını, izleyiciyi galeride karşılayan “Yazının Öyküsü ASMR” adlı yapıt oluşturuyor. Beş kanallı bu video ve ses işi, farklı ekranlardan yükselen yumuşak klavye seslerinin birbirine karıştığı hipnotize edici bir birliktelik. Farklı renklerde eski tip klavyeler üzerinde gezinen 50 parmak acele etmeksizin fakat duraksamadan işini yapıyor. Bu yumuşak merasimin sesini, onun omurilikte bıraktığı karıncalanmayı unutmak pek mümkün değil.
Modifiye edilerek çağın tasarım trendlerine göre renklendirilmiş ve belli müdahalelerle gürültüsü yumuşatılmış bu klavyeler, izleyiciyi internet öncesi geçmişe duyulan nostaljiyle fütüristik bir hız duygusu arasında bırakıyor. Baktığımız ekranlar, güncel görsel zevklere göre sterilize edilmiş clean girl renk paletini, internet çağının emekleme döneminden kalma klavye sesiyle buluşturunca ortaya tekinsiz bir gelecek tahayyülü çıkıyor.
Berkay Tuncay CLICKTRANCE’te bu yumuşak sesi, bir sekmeden diğerine atladığımız ve ne ara saatler geçtiğini anlamadığımız karman çorman internette gezinme hikâyelerimizle bir araya getiriyor. Sergideki işler bembeyaz bir rahatlama duygusuyla karanlık bir mide bulantısını sık sık karşı karşıya getiriyor. Nasıl olup da her iki duygunun, hem sıkışmanın hem de rahatlamanın, aynı ekranlar üzerinden yaşanabildiği sorusu, serginin iyi yakaladığı noktalardan biri.
Sergi kapsamında SANATORIUM’a girmeden dışarıdan gördüğümüz “Gelen Kutusu”isimli iş, yine bu bulantıyı güçlü şekilde hatırlatan yapıtlardan. Galerinin vitrinini kaplayacakbüyüklükte bir e-posta kutusu olarak karşımıza çıkan bu iş, algılarımızın iyice bozulmaya başladığı, zihnimizin kontrolsüzce genişleyip ufaldığı ekran sürelerinin duygusunu içinde taşıyor.
Çorbaya dönmüş bir e-posta kutusunun bir parçası olarak soyutlanan ve baktıkça leke şeklini almaya başlayan bu harfler; sınır aşımına meyyal yazışmaları, vaktinden evvel gönderilmiş uyarıları, yanıtsız bırakılmış iş listelerini satır arasında tamamlamamıza müsade ediyor.
“Pasif Agresif Şiirler (Yırtılmış)” da benzer bir izleği takip ediyor. Sanatçı bu işinde yazının anlamdan koparak görsel bir deneyim şeklinde ele alınmasına imkân veren asemik yazıdan faydalanıyor. El yapımı kâğıtlar üzerinde parça parça söz öbekleri bir görünüp bir kayboluyor. Ait oldukları bağlamdan koparak birbirleriyle farklı tür bir birliktelik kuruyor ve yırtıldıkları yerden yeni anlamlar türetiyorlar. Yapıtın ismi, noksan görünümlü bir metnin, olduğu haliyle neden yeterli geleceği konusunda az buçuk fikir veriyor. Dilin bir tür rastlantısallık ve kolaj tekniğiyle dönüşümünü görselleştiren yapıt, böylesi bir pratikten doğabilecek yeni olasılıklar üzerine düşünme imkânı veriyor.
Berkay Tuncay’ın fazlalıkları sildiğimizde geride kalanlara (daha ziyade bu sayede doğanlara) bakma fırsatı sunan bir diğer metni ise Poems from Descriptive Noise isimli yayın. Tuncay, sergiye eşlik eden kitap için Mr. Robot dizisinin altyazılarını kullanıyor. Altyazıdan tüm diyalogları çıkararak yalnızca sahneleri tanımlayan metinleri bir araya toplayınca, “İç geçirir”, “Silah sesi”, “Kapı açılır”, “Öksürür”, “Uğursuz bir müzik” şeklinde örneklendirilebilecek ifadeler ortaya çıkıyor. Poems from Descriptive Noise’da bu buluntu malzemeleri şiir formunda yeniden kurgulayan Tuncay, filmin sahnelerinden kalan tortulardan hareketle yeni bir anlatı yaratıyor.
Süreyyya Evren’in sergiye eşlik eden kitap üzerine kaleme aldığı “Ekphrasis for Silence Translator Videos” başlıklı yazıda belirttiği gibi, altyazıda köşeli parantezle ayrışan bu tanımlayıcı ifadeler aslen sahnelere açıklık kazandırmayı hedefliyor. İşitme engelli izleyiciler için bir tasvir sunmak üzere ortaya çıksa da işlevi genişleyebilen bu tarifler, zamanla sahnede vurgulanmak istenen öğelerin altını çizen birer anlatı unsuru olarak da işlemeye başlıyor. Berkay Tuncay, öznelliği mümkün olduğunca azaltarak sahneleri genel kabul görmüş belli ifadelerle nesnelleştiren bu sürece Evren’in deyişiyle kendi üretimi, kendi öznelliği aracılığıyla öznelliği yeniden dahil ediyor.
Frekans fazlası bağırışlar
Gündelik yaşantımızı, belli bir frekansın üstüne çıkan sesleri duymama ayrıcalığıyla sürdürmemiz, iletişimin motivasyonuna ve işlevine dair ne söyler? Duyulması istenen fısıltılar en fazla ne kadar sessizleşebilir? CLICKTRANCE’teki ses-görsel-metin geçişliliği işte bu aktarma ve duyma pratiğiyle iletişimin dinamik doğası üzerine düşünme fırsatı sunuyor.
Serginin mesaj bombardımanlarını işlerken kullandığı mecraların çeşitliliği, belli bir frekansın üstüne çıkıldığında işitme yükümlülüğümüzden düşen seslere benzer bir yapıyı akla getiriyor. Kalabalıklaşan görsellik form değiştirerek seslere, fazlalaşan sesler birden şiirlere, metinsel bağırış çağırışlar ise bir anda lekelere dönüşüveriyor.
Sergide asıl mesajın artık silinip gittiği o kritik anlarda, anlamdan muaf yeni sezgi noktaları oluşmaya başlıyor – tıpkı görsel bir sahnenin izlerinden türetilmiş Poems from Descriptive Noise şiirlerinde gördüğümüz gibi. Tam da burada sanatın sürecinin, doğanın sürecinden çok da farklı olmadığını hatırlama imkanı buluyoruz. Bu ferah estetik bütünlükler aracılığıyla nefes alınacak yeni boşluklar açıldıkça, izleyici mantık silsilesini sürdürme mesuliyetinden gittikçe kurtuluyor. Tuncay’ın anlamı sonraya bırakarak ve süreci takip ederek yürüttüğü kesip biçme ve üst üste bindirme eylemi, izleyici için merakın kanalize edilebileceği alternatif rotalar meydana getiriyor.
Lekenin ardındaki e-postanın ne olduğunu hayal ediyoruz, altyazı şiirlerinin malzemesi olan seslerin hangi sahnelere tekabül ettiğini hatırlamaya çalışıyoruz, klavyenin yazdığı cümleleri okuma isteğiyle doluyoruz. Merakımızı tetikleyen şey her neyse, sanatçının eksilmelerden haz duyabilmesi sayesinde sergide yaşamını sürdürüyor. CLICKTRANCE’te sanatçının fazlalıklarla oynayabilmesi sayesinde eşlik ettiğimiz bu haz, iletişimin yolculuğuna dair kokusunu aldığımız yeni olasılıkları da konuşulabilir kılıyor.
Tuncay’ın bilgi bombardımanının karşısına usulca yerleştirdiği bu merak duygusu, dijital dünyadaki bitmeyen bunalma ve rahatlama döngümüzü ve iletişim araçlarındaki daimi gelişimi de canlı tutan çark olarak görülebilir. Sonuçta iletişim teknolojisinde yaşanan her yeni sıçramayla konuşma ve aktarma açlığımızın dinmesi şöyle dursun, onu canlı tutan merakımız daha da tetikleniyor ve dönüşüyor.
Sergide fazlalıklar ve soyutlamalar arasında dolaşan ve birbirine bolca pas veren malzeme geçişkenliği, iletişimin, bulduğu her aracı kullanarak hayatta kalma hikayesi olarak da okunabilir. Belki tam da bu yüzden ara ara hikayenin en başına dönüyoruz.
Sanatçının yazının başında bahsi geçen “Yazının Öyküsü ASMR”video işi için The Story of Writing kitabını seçmiş olması bunları düşündürüyor. Sergide okumadığımız, görmediğimiz, duymadığımız, sadece onu klavyede aktaran parmakların çıkardığı tuş seslerinden merak ediverdiğimiz bir kitaptan bahsediyoruz.
Beş farklı kanaldan yükselen tuş sesleri, Bertha M. Parker’ın 1932 tarihli The Story of Writing kitabından farklı bölümleri yazıya aktarırken Berkay Tuncay, iletişim kurmanın tarihini bir görsellik olarak da hayal etmeye devam ediyor. Kitapta yazının tarihindeki farklı dönemleri anlatan farklı bölümler, videoların görsel dilinde farklı atmosfer ve renk kompozisyonları olarak da karşılık buluyor.
Sesler, renkler ve kokular birbirine girip duyu hafızamda yeni bir hatıra oluşturuyor. Birbirine giren şeylerin taze bir imge oluşturacağına duyduğum güvenle bekliyorum. Bir doomscroll ardından akla kazınan görüntüler, lekelere dönüşen metinleri andırıyor. Harflerin birbirine girdiği e-posta içerikleri, sembollerle çizdiğimiz sms’leri anımsatıyor. Parmak izleri bizi ağaç gövdelerine, resmi imzalar çocuk karalamalarına, alfabeler hayvan resimlerine, hayvan resimleri mağara duvarına götürüyor. Baktıkça, gördükçe, duydukça, maruz kaldıkça hız alıyoruz, hız aldıkça frekans dışına savruluyoruz. Ve bu ulaşma arzusunu takip ederken dönüp dolaşıyor ve eninde sonunda yine aynı sadeliğe, ilk sese, ilk imgeye geri dönüyoruz. Dili artık biliyoruz ama hiç bilmeseydik ilk neyi çizeceğimizi hep merak ediyoruz.