İnsan bedeni ve çevresi arasındaki ilişkiyi sorgulayan Lennart Brede, Anna Laudel İstanbul’da açılan ANGELS FALL – Where From Where To başlıklı sergisiyle, bireysel ve toplumsal kimliğin çok katmanlı bir keşfini sunuyor.
Sanatçı, fotoğraf, film enstalasyonları, heykel ve halı dokuma gibi farklı disiplinleri bir araya getirerek izleyiciyi, içinde bulunduğumuz fiziksel ve metaforik ortamlar üzerine düşünmeye davet ediyor. Sergi, bireylerin yaşadıkları coğrafyanın ve koşulların kimliklerini nasıl şekillendirdiğini incelerken, aynı zamanda bu kalıplardan kurtulma çabalarını gözler önüne seriyor. Brede’nin kuzey Almanya’daki köklerinden ilham alarak ortaya koyduğu işler, izleyiciyi şu temel sorularla yüzleşmeye çağırıyor: Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz?
Sanatçının su altındaki sporcuları merkeze alan fotoğraf serileri, bireyin çevresiyle olan mücadelesini ve dönüşüm arzusunu estetik bir düzlemde yansıtırken, dokuma halılar gibi geleneksel formları çağdaş sanat bağlamında yeniden ele alışı, geçmiş ile gelecek arasındaki dengeyi vurguluyor.
Brede’nin sanatsal pratiğinde bedenin sınırlarını, kimliğin çevreyle etkileşimini ve geçmişten geleceğe taşınan kişisel mirasları nasıl sanatsal bir ifadeye dönüştürme sürecini keşfe çıktık ve sanatçıyla pratiği ve bireysel ve toplumsal varoluşumuz üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
ELİF ONAY: Çalışmalarınızda, havada süzülen meleklere benzer bir tasvirle suda asılı duran atletleri görüyoruz. “Su altı” bağlamında, mekân ve zamandan yabancılaşıyor, buna bağlı olarak kendimizi gündelik rollerden sıyrılan bir “insan olma” haline seyre dalarken buluyoruz. Sergi başlığında adı geçen “düşen melekler” ile “su altındaki sporcular” arasındaki bağlantıyı açıklayabilir misiniz?
LENNART BREDE: Nerede büyüdüğümüzün bizim için ne anlama geldiği sorusunu irdeleyerek başladım. Ve nasıl. Çevreniz sizi şekillendirir. Jestleriniz, yüz ifadeleriniz, düşünme ve konuşma şekliniz. Dağların arasında dar bir vadide mi büyürsünüz yoksa her zaman okyanusun ufkuna mı bakarsınız? Bence bu gelişiminizde bir fark yaratıyor.
İçinde bulunduğunuz çevrede ve gelişim sürecinde sabit de kalabilirsiniz. Ya da bundan kurtulup yolunuza devam edebilirsiniz. Peki nereye gidersiniz? “Nereden Nereye” alt başlığı buradan geliyordu. Çalışmaya başladığım temel sorular da bunlardı.
Su ortamı bana toprağa (üzerinde yürüdüğümüz bağlamda) iyi bir tamamlayıcı gibi göründü. Su altındaki “su topu oyuncuları”, bir ölçüde, önceki şeylerden kurtulmak için verilen mücadelenin ya da en azından bir güç eyleminin metaforu. Suyun altındaki savaş aynı zamanda içimizde verdiğimiz savaşın da bir temsili. Kendimizle. Acımasız ama hassas ve ilk bakışta gizli. Her şey yüzeyin altında ve biraz da mistik.
Kullandığım üçüncü araç ateş. Bunu “Phoenix Nehri” başlıklı eserde görebilirsiniz. Küllerinden doğan Anka kuşu gibi, yüzeye çıkmak için kızgın magmanın içine dalıyor. Phoenix'in nefes almaya ihtiyacı var.
Yani, çevreniz sizi şekillendirir. Üzerinde yürüdüğünüz zemin de aynı şekilde sizi şekillendirir. Zemin yumuşak mı? Yoksa granitten mi yapılmış? Bu da bizi şekillendirir. Bu açıdan bakıldığında, su elementi “yürüdüğümüz” yeni bir ortam için bir metafordur. Kendimizi üzerinde yürüdüğümüz zeminden uzaklaştırırız ve artık yüzebiliriz. Yerçekimine meydan okumak. Sınırları zorlamak. Ve sınırları zorlamak elbette acımasızca can yakabilir. Su topu da bunun için iyi bir metafor.
Üç kanallı film enstalasyonunun yapımı sırasında kendiliğinden “Angels Fall” başlığını buldum. Sporcuların aşağıya doğru süzülüp batmaları bir meleğin düşüşünü anımsatıyor. Hieronymus Bosch'u, Albrecht Dürer'i düşünelim. Gerçek anlamda değil, daha çok verdiği his olarak.
Sporcular, insan vücudunun fiziksel potansiyelini en üst düzeye çıkarmanın en büyük örneklerinden biri. İnsanlar olarak içinde bulunduğumuz ortama uyum sağlamada bu kadar başarılı olmamız ve aynı zamanda bu ortamdan bu kadar farklı olmamız sizde ne gibi varoluşsal düşünceler uyandırıyor?
Çevremize uyum sağlama konusunda gerçekten iyi olduğumuzu düşünüyor musunuz? Oldukça iyi başladığımızı ve narsisizmimiz içinde yarı yolda kaybolduğumuzu söylemeyi tercih ederim. Ve şu anda bulunduğumuz yer de burası, özellikle de bu ölümcül Avrupa-merkezci bakış açısından. Hafifçe kurtulmak için artık çok şey olması gerekiyor. O kadar inanılmaz derecede benciliz ki canımız yanıyor. Doğa tamamen bitmiş durumda, ekosistem belki de çöküşün eşiğinde. Peki biz ne yapıyoruz? Gerçekten hiçbir şey.
Bizden hesap soran bir otorite olduğunu düşünün. “Hey çocuklar, şunu ve şunu yine gözden kaçırdınız. Biliyordunuz ama görmezden geldiniz. 2 yıl 20 gün sonra sonumuz gelecek. İyi şanslar, yandınız!” Bu da ürkütücü. Belki yapay zeka bunu çözer, apokaliptik konuşmuş olmayayım.
İnsan bedeninin sınırlarını ve çevresiyle etkileşimini keşfederken, içinde yaşadığımız gerçekliğe yabancılaşmış hissediyor musunuz, yoksa bu gerçekliğin mutlak bir parçası olmanın getirdiği aidiyet duygusu mu ağır basıyor?
Hayır, yabancılaşmış ya da uzaklaşmış hissetmiyorum. Aksine, daha fazlasını keşfetmek için merak duyuyorum.
Bu temalara odaklandığınızı öğrenmek bana pratiğinizde kişisel hayatınızdan parçalar olabileceği hissini de veriyor. Bu bağlamda, kendinizle ilişkilendirdiğiniz “yüzme” ve “su” bağlamları nelerdir?
Suyu severim, su varoluşsaldır. Onu içtiğinizde ya da içinde yüzdüğünüzde hiç de anlam olarak derin hissettirmiyor. Bu biraz da çevrenizle bütünleşmek gibi bir şey. Ve bildiğimiz gibi, bedenlerimiz büyük ölçüde sudan oluşur. Annenizin karnına dönme fikrini de seviyorum. Sadece geldiğiniz yere geri dönmek istiyorsunuz, bunun yerine kendinizin daha iyi bir versiyonu olmak için ilerliyorsunuz.
Kulağa ne kadar klişe gelse de, su kenarında olduğumda çok daha dengeli oluyorum. Ve düşüncelerim daha özgür.
Anna Laudel İstanbul'daki yerleştirmede video ve fotoğrafın yanı sıra dokuma bir halının da yer alması dikkat çekiyor. Zeminle ilişkili bir nesneyi, halıyı sunma nedeninizi biraz açıklayabilir misiniz?
Evet, elbette, bunun birkaç nedeni var.
Yeni materyalleri denemeyi gerçekten seviyorum. Bu yüzden fotoğraf, film ve heykelin yanı sıra dokuma duvar halısını da seçtim. “Angels Fall No.02” duvar halısının motifi de “Angels Fall” serisinden geliyor ve bu motifi farklı bir mecraya taşımayı çok sevdim. Hissiyat harika. Malzemelerin dokusunu seviyorum. Ama aynı zamanda süreçle de çok ilgileniyorum, daha doğrusu sonuca ulaşmak için ne yapmam gerektiğini öğrenmeyi.
İkinci bir motivasyon da İstanbul'da sergi açacağımı bilmekti. Türkiye'de büyük bir dokuma duvar halısı geleneği var ve bu benim için aynı zamanda buna bir övgü niteliğindeydi. Hatta belki de bir saygı ve bunun bir parçası olma isteğiydi.
Son olarak da, mecazi anlamda konuşursak, halı uçmayı öğrenene kadar yerde yatar. Tıpkı yerden suya giren ve sonra yüzen sporcular gibi.
Merkezdeki vücut geliştirmeci kadın figürünün beyaz arka plan karşısındaki güçlü duruşu, izleyiciyi hem görsel hem de duygusal bir yüzleşmeye davet ediyor gibi. Bu kompozisyonla izleyiciler üzerinde nasıl bir etki yaratmayı hedeflediniz?
Vücut geliştirmeci daha ileri gitmek için bir başka metafor. O da bir yerden başladı ve bu ortamda kalmadı. Tabiri caizse kendi benliğinde. Kendini tamamen soyutlamış ve bedenini dönüştürerek fiziksel olarak bir sonraki seviyeye geçmiş. Buna inanılmaz bir öz disiplin de eşlik ediyor ve bu beni çok etkiliyor.
Ayrıca bu seride kişisel bir referans da var. Uzun süre Rhineland'da yaşadım. Ren Nehri boyunca her 100 metrede bir Orta Çağ'dan kalma yıkık bir kale varmış gibi geliyor. Bölge tarihle dolup taşıyor. Sporcunun kafasındaki zırh da buradan geliyor. Ama aynı zamanda kendinizi korumak için bir metafor olarak.
İnsan bedeninin sınırlarını zorladığımızda, fiziksel kapasitesinin sınırlı olması mı yoksa uyum yeteneğinin etkileyici olması mı sizin için öne çıkıyor? Sizce bu süreç insan vücudunun potansiyelini anlamak açısından bize ne söylüyor?
Dürüst olmak gerekirse bunun bir mucize olduğunu düşünüyorum. Vücudumuzu yeterince dinlemiyoruz. Ve çoğu zaman tamamen dejenere oluyoruz. Kötü beslenme, neredeyse hiç egzersiz yapmama ya da yanlış türde egzersiz yapma. Daha iyi yapabileceğimiz ve zaten daha iyi yaptığımız çok şey var. Ama çok şey kaybedildi. Bu da bizi Avrupa merkezci düşünme ve hareket etme biçimlerinin anahtar kelimesine geri getiriyor.