Kahvenin topraklarımızdaki sergüzeşti sürerken Osmanlı toplumunda yarattığı etki yabancı gözlemcilerin dikkatinden kaçmadı. Alman Doktor Leonhard Rauwolf, 1582’de yayımladığı Aigentliche Beschreibung der Raiß inn die Morgenländerin (Doğu’daki Seyahatler) adlı kitabında Osmanlıların bu bilinmeyen içecekle ilişkisini tasvir ediyordu: “Chaube dedikleri çok iyi bir içecekleri var. Neredeyse mürekkep kadar kara. Hastalıklara, bilhassa mide hastalığına çok iyi gelir. Bu yüzden bunu sabah erkenden içebildikleri kadar sıcak içerler. Sık sık fincanı dudaklarına götürürler ancak her seferinde çok az yudum alırlar.” Rauwolf’un gözünde neredeyse bir ilaç mertebesinde olan kahve, bir başka yabancı gözlemci olan Venedik elçisi Gian Francesco Morosini için basit bir aylaklık içkisiydi: “Sürekli otururlar ve eğlenmek için her yerde, sokaklarda, dükkânlarda caveé dedikleri bir tohumdan çıkarılan, sabredebildikleri kadar kaynattıkları siyah bir sıvıyı içerler. Bunun insanı uyanık tuttuğu söylenir.”
Avrupalı gözlemcilerin kafa karışıklıkları kahve kendi ülkelerine taşındığında da devam edecekti. Her ne kadar popüler anlatı Avrupalıların kahveyle tanışmasını 1683’te Osmanlıların II. Viyana Kuşatması’nı terk ederken geride bıraktıkları 500 çuval kahve çekirdeğine dayandırsa da kahve, Avrupa’da bundan çok daha önce biliniyordu. Venedikli tüccarların Mısır’la ticaret yaparken karşılaştıkları kahvenin insan sağlığına faydaları, Prospero Alpini adlı bir hekim tarafından 1592 yılında yazılan De plantis Ægypti (Mısır Bitkileri Üzerine) adlı eserde uzun uzun anlatılıyordu. Alpini’nin onu farmakolojik bir nesne olarak tanımlama çabalarına rağmen kahve, birçok Avrupalının gözünde hâlâ Doğulu “öteki”nin içeceğiydi. Osmanlılara ait nesnelerin birçoğu gibi kahve de yüzyıllardır süren önyargıların yarattığı anlam katmanlarının içinden süzülerek Avrupa’ya ulaşmıştı. Osmanlı tehdidinin Avrupa’da hâlâ hissedildiği yıllarda Doğululara ait bir şeyi içme fikri kolay kabul edilecek cinsten değildi. Kahveye dair önyargıların kırılması için ruhani bir müdahale şarttı.
Şeytan’ın içkisi
Tıpkı Osmanlı uleması gibi Katolik din adamları da kahve karşısında tavır aldılar. Kahvenin ülkelerindeki dolaşımından rahatsız olan rahiplerin isteği üzerine bu Müslüman içeceğinin tadına bakan Papa VIII. Clemente, “Niçin Şeytan’ın içkisi bu kadar lezzetli?” diyerek haykırmıştı. Papanın gustosu kahvenin Avrupa’da meşru olarak yayılmasının ilk adımı oldu: “Yalnızca kâfirlerin bundan istifade etmesine izin vermek yazık olur. Onu vaftiz edeceğiz ve gerçek bir Hıristiyan içeceği haline getirerek Şeytan’ı kandıracağız,” demişti ilk yudumundan sonra. Böylelikle İtalya’dan başlayarak kahvenin alınıp satılması ve içilmesi kabul görmüştü.
1645’te Avrupa’nın ilk kahvehanesi Venedik’te açıldı. Onu 1650’de İngiltere’nin Oxford şehrinde Yahudi asıllı bir Levanten olan Jacob Jacques tarafından kurulan bir başka kahvehane izledi. Öğrencilerin ve akademisyenlerin rağbet ettiği bu kahvehane tıpkı İstanbul’dakiler gibi entelektüel karakteriyle öne çıkıyordu. 1652’de Londra, 1672’de Paris ve 1683’te Viyana derken Avrupa’nın büyükşehirleri kahvehanelerle tanıştılar. Ünlü filozoflar, yazarlar, şairler ve üst sınıf Avrupalılar bu mekânlarda toplanmaya başladılar. Bazıları için bu yeni kamusal mekânlar kadın ve erkeklerin uygunsuz bir şekilde bir arada bulunmasına olanak sağlıyordu ancak aynı zamanda birçok sanatçı için kahve ve kahvehane önemli bir ilham kaynağıydı. 1732’de ünlü besteci Johann Sebastian Bach, kahveden aldığı ilhamla ünlü “Kahve Kantatı”nı besteledi. Eserde kızının kahve içme alışkanlığından şikâyet eden babaya, kahveden aldığı hazzı kızı şöyle betimliyordu:
Ah! Kahvenin tadı ne kadar tatlı,
Binlerce öpücükten daha lezzetli,
Muskat şarabından daha yumuşak.
Kahve, kahve, içmeliyim!
Ve bunun için beni azarlamak isteyen varsa,
Sadece bana bir fincan kahve versin!
Bilinmeyene duyulan merak: Turquerie
Şeytan’ın içkisi günlük yaşamda kendine yer bulup yeme içme kültürünün bir parçası haline gelirken Avrupalıların Doğulu ötekiyle geliştirdikleri ilişki de değişiyordu. 18. yüzyıldan itibaren Osmanlılar artık bir tehdit unsurundan ziyade keşfedilmemiş ve mesafeli durulmuş egzotik bir coğrafi alanı temsil etmesi, kahvenin Osmanlı kültürü bağlamında ifade ettiği anlamın Avrupalı üst sınıflar nezdinde alışılmadık bir tecrübeye dönüşmesine yol açtı. Doğu’ya yapılan yolculuklar, Doğu’ya ait objeler, Doğuluların gündelik yaşam pratikleri erişilmesi zor ve prestijli deneyimlerdi. İngiliz tarihçi Joseph Spence, Osmanlı topraklarını ziyaret eden John Montagu'yu yalnızca Avrupa’daki yaşamlarıyla yetinenlerle kıyaslayarak yüceltiyordu: “Yunanistan'ın her yerini, Konstantinopolis'i, Troya'yı, Mısır piramitlerini ve Arabistan çöllerini görmüş bir adam, Fransa ve İtalya'da sadece sürünen biz küçük insanların yapabileceğinden daha büyük bir havayla konuşur ve bakar.”Lord Montagu’nun yaptığı gibi bir ziyaret gerçekleştiremeyenlerse Doğu’ya özgü değerli tüketim eşyalarını özel bir kompozisyon içinde zenginlik göstergesi olarak sergiliyorlardı. Bu pratiğin sanat alanına yansıması anlamına gelen Turquerie akımı Avrupa ve Osmanlı devleti arasındaki güç dengelerinin değişiminden doğmuştu.
Hayatının önemli bir kısmını İstanbul’da geçiren Flaman-Fransız ressam Jean-Baptiste Vanmour’un eserleri Turquerie akımının resim sanatındaki temsiliyeti açısından önemlidir. Vanmour Doğu’daki yaşam pratiklerini belgelendirirken onların Avrupalı perspektifinden nasıl algılandığına da ışık tutar. Onun yarattığı ilhamın Avrupa’daki Osmanlı modasının popülerleşmesindeki payı büyüktür. Kahve bu kompozisyonlarda daima ön plandadır çünkü kahve, Doğu’ya ve Doğululara özgüdür. Ressamın “Kahve İçen Kadınlar” adlı eseri yüksek sınıfa mensup Osmanlı hanımlarının gündelik yaşamından bir kesit sunar. Abartılı başlıklar, hotozlar ve dökümlü kıyafetleriyle göze çarpan kadınlar bir kahve ve tatlı servisi esnasında tasvir edilmiştir. Kompozisyonu Osmanlı toplumundaki katı toplumsal cinsiyet ayrımını temsil eden kafesli pencereler ve Avrupa’da Doğu’nun zenginliğinin en önemli simgelerinden biri olan devasa bir halı tamamlar.
Ressamı bilinmeyen ancak Vanmour’dan ilhamla yapıldığı aşikâr olan bir başka eser ise “Kahve Keyfi”dir. Kaftanı, şalvarı, belindeki kemeriyle oldukça klasik bir Doğu kadını imgesinin betimlendiği tabloda odak tamamen kahvededir. Resmin merkezinde, kahve ve onun tüketmekten alınan zevk vardır. Zira kahvenin törensel bir biçimde tüketimi Avrupalılar için sofistike bir eğlence anlayışına işaret ediyordu. Boş zamanı değerlendirmenin oldukça özel, zevkli ve egzotik bir yoluydu. Kahve içmeye ayrılan özel zaman zenginliğin ve rahat yaşamın bir tezahürü olarak görülüyordu ve bu imaj modelin başındaki mücevherlerle bezenmiş başlıkla daha da güçlendirilmişti.
Bu komposizyonlarda gördüğümüz kişiler kim olduğunu bilmediğimiz anonim modellerle sınırlı kalmamıştır. Tanınan Batılı figürlerin Doğulu kompozisyon içerisinde tasvir edildiği eserlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların en bilinenleri Fransız Kralı XV.Louis’nin gözdesi Madam de Pompadour’un, Charles-Andrévan Loo tarafından yapılan tablolarıdır. Madam de Pompadour’u sultan giysileri içerisinde ve kahvenin odakta olduğu bir sahnede resmedildiği eserde birçok detay gizlidir. Bir elinde tuttuğu kahve fincanı ve diğer elindeki çubukla “Doğulu kadın”ın keyif ânını betimleyen ressam, modelini tüm oryantal detaylarla süslemiş gibi görülüyor. Dahası ona kahveyi sunan kişiyi siyah bir hizmetkâr olarak özellikle seçmesi, Avrupalı imgelemindeki beyaz üstünlüğü fikrinin veya Doğu’ya ilişkin fantezilerin bir yansıması olmalıdır.
Avrupalı ressamların fırçalarından çıkan bu eserlerin ortak özelliği görünüşteki tüm Doğululuklarına rağmen sanatçıların detaylara yaptığı vurgular ve seçimlerle Batılı zihinlerdeki klişeleri yansıtmaları ve ötekinin temsili üzerinde hak sahibi olma iddialarını göstermeleridir. Kahve bu bağlama yerleştirilen Doğulu nesnelerden yalnızca biriydi ve boş zaman, keyif ve zevkle güçlü bir biçimde ilişkilendirilmişti. Bu durum onun gerçek bağlamından koparılıp Batı-Doğu etkileşiminin başka bir boyutunda yeniden yaratılmış bir gerçeklik içerisinde tek taraflı temsili anlamına geliyordu. Güç ilişkileri içerisinde yapılan zoraki tanımlama ve temsiliyetlerin etkileri 19. yüzyılda daha da büyüyecek ve Osmanlılar kendi tanımlarını yaratmak zorunda kalacaklardı. Batılı güçlerin emperyalist baskılarıyla şekillenen bir dünyada kahvenin ifade ettiği anlam Osmanlı perspektifinde tekrar tartışılmak zorundaydı.