DougAitken’ın Jerôme Sans küratörlüğünde Borusan Contemporary’de yer alan kişisel sergisi, İçimdeki Şehir, eylül ortasında Perili Köşk’te, Dr. Necmi Sönmez’in küratörlüğündeki koleksiyon sergisi, Edebi Prelüd’le birlikte açıldı. Aynı sahil şeridinin biraz daha ilerisinde yer alan Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Georg Baselitz sergisiyle aynı güne denk gelen açılış, kültür-sanat sezonunun başlangıcını duyuran etkinliklerdendi.
Boğaz’ın, hayatı boyunca burada yaşamış bir insanın bile bir şekilde hiç alışamadığı ihtişamı dışarıdan gelenleri ayrı bir etkiliyor. California, Los Angeles’ta yaşayan Aitken da Boğaz’a karşı asla duyarsızlaşmadığını, iki kıtaya aynı anda hep hayranlık duyarak baktığını söylüyor. Perili Köşk’ün özel yapısından çok etkilenen, göz göz odalar sergiye yaklaşımını doğrudan etkileyen Aitken, “sanatı içine sıkıştığı dar alandan çıkarıp farklı mecraları bir araya getirerek yeni enerjiler yaratacak bir kavram olarak görmemiz gerektiğine inanıyor.” Sanatçı için sergide önemli olan eskilik, yenilik ya da eser sayısı değil, normalde yan yana gelmeyecek işlerin buluşarak “bir tür sürtüşme ya da zıtlık” yaratması.
Metaforik olarak sanatın somut, fiziksel ve elle tutulur olmak zorunda olmadığı, tamamen soyut olabileceği düşüncesi bana gerçekten çok cazip geliyor.
Multidisipliner bir sanatçı olan Aitken belki de en çok videoları ve ayna kullandığı enstalasyonlarıyla tanınıyor. New York’taki MoMA’nın dış cephesinde yer alan, Tilda Swinton ve Donald Sutherland gibi ünlü oyuncuların da yer aldığı “sleepwalkers”(uyurgezerler) işi Perili Köşk’ün mağara gibi küçük ve girdili çıktılı odasında bu ikisi gerçekten etkileyici bir biçimde buluşuyor. Yan yana duramayan dev ekranlar, aynalarla kaplı duvarlar ve kolonların arasında yer alıyor. Sans’ın sergiyi gezdirirken “en iyi köşe” diye işaret ettiği noktada üç ekran aynı anda görülebiliyor. İzleyicinin isterse kendini de videolarla birlikte görebildiği bu enstalasyon, Aitken’ın “Mirage” (Serap) işi için söylediklerini yankılıyor: “İzleyici ansızın özneye dönüşüyor, sanat eserinde bir tür gezintiye çıkıyor ve eser de sürekli olarak değişiyor.”
Açılıştan bir ay sonra Zoom üzerinde buluştuğumuzda Aitken’la aynaları, yansımaları, var olmayan köprüler kurmayı ve beklenmedik kesişmelerin enerjisini konuştuk.

SANATÇININ PORTRESİ: © SEBATİ KARAKURT, BORUSAN CONTEMPORARY
BERRAK GÖÇER: Açılış sizin için nasıl geçti? Nasıl tepkiler aldınız?
DOUG AITKEN: Benim için İstanbul’da olmak büyüleyiciydi, İstanbul’u çok seviyorum. Kültürel çeşitlilik ve bunun yarattığı zıtlıklar açısından dünyanın güç merkezlerinden biri bence, bu yüzden orada olmak bana çok keyif veriyor. Boğaz’da durup iki kıtaya aynı anda bakmak beni çok etkiliyor. Asla sıkılmıyorum, duyarsızlaşmıyorum. Aksine hep hayranlık duyarak bakıyorum.
Perili Köşk de bunu deneyimlemek açısından çok özel bir yer.
Kesinlikle. Bina çok esrarengiz ve gizemli; aynı zamanda eşsiz bir tarihi var. Bu açıdan burada sergi açmak daha geleneksel müzeler ya da vakıflarda sergi açmaktan farklı; geleneksel kurumlar, özel odaları ve beyaz duvarlarıyla fazla temiz ve steril bir alan hissi veriyor.
Borusan’daysa tam tersine labirent gibi tuhaf bir sergi tasarımı vardı. Benzerine pek rastlanmadığı ve odaları fazla spesifik olduğu için bu bana başta zorlayıcı geldi. Ama sonra düşündükçe, belki de sergiyi bir yolculuk gibi tasarlamak gerektiğine, aslında her şeyi bir anda görmenin mümkün olmadığına inanmaya başladım. Belki de bu farklı anların peşine düşmek gerekiyordu. Bu yüzden, mimariyle de daha uyumlu olacağını düşünerek sergiyi bu şekilde tasarlamaya çalıştım.
Sanata bir nehirmiş gibi yaklaşsak nasıl olur? Nehir sürekli akar, siz ve ben kenarına gidip suda yüzebilir, sudan içebiliriz; bu sırada nehir de sürekli değişmeye, dönüşmeye devam eder.
California’yı düşündüğümde aklıma çöl, ıssızlık ve sessizlik geliyor. Oysa İstanbul kaotik küçük sokaklarıyla biliniyor, hatta belki Perili Köşk’ün labirent benzeri iç cephesi de bunu sembolize ediyor. Bu çok farklı iki yer arasında bir ortaklık buldunuz mu?
Şehrin çok uzak ve geniş bir alana yayılması benim çok aşina olduğum bir durum. Yalnızca kültürler farklı ama yerleşim düzenleri ve dağınık yayılma biçimleri benzer. İkisi de, sanki sonsuz bir ufukta her zaman görecek daha çok şey varmış gibi hissettiriyor, sonsuzluk hissi veriyor. Bu da bana göre metaforik bir özellik çünkü önünüzde uzanan ufuğu düşününce aslında geleceği, sırada ne olduğunu ve nereye gittiğinizi tasavvur ediyorsunuz. Serginin ana fikri de bu soruları sormaktı. Toplum bize her zaman bir şeyler söylüyor; teknoloji diye bir şeyin olduğunu ve dünyanın otomatikleşeceğini, geçmişin artık silindiğini söylüyor. Ama birey olarak durup kendimize gerçek anlamda bakma fırsatımız olmadığını düşünüyorum. Verilen mesaj hep büyük, geniş ve anonim.
Dolayısıyla bu sergiyle farklı bir yöne gitmek istedim. Bireyden, bireyin kırılganlığından ve bazen senkronize olup bazen izole kaldığımızdan bahsetmek istedim. Gelecek yolunda yönümüzü nasıl belirleyeceğimize dair bu koreografi aslında bana bu serginin yaratım sürecine dair fikir verdi. Çok ilginç bir süreçti bu çünkü meselenin çok fazla eser yaratmak olmadığını fark ettim. Daha ziyade doğru eserleri yan yana kullanarak zıtlık ya da enerji yaratabilmeyi amaçladım. Modern zamanlara ait bir manzaranın rahatsız edici bir portresi olan “Flags and Debris” (Bayraklar ve Enkaz) gibi işler, insan varlığına benzer şekilde tasarlanan “sleepwalkers” gibi bir işle yan yana geldiğinde bana daha ilginç geliyor. Adeta zıt kutuplar bir araya gelerek bir enerji türbini oluşturuyor.

İlk defa iç mekânda sergilenen “sleepwalkers” prömiyerini MoMA’nın dışında yapmıştı. Enstalasyon Perili Köşk’te aynalarla kaplı bir odada sergileniyor.
© DOUG AITKEN / 303 GALLERY, NEW YORK / GALERIE EVA PRESENHUBER, ZÜRİH / VICTORIA MIRO, LONDRA / REGEN PROJECTS, LOS ANGELES, FOTOĞRAF: HADİYE CANGÖKÇE, BORUSAN CONTEMPORARY
Artık sanatı geçmişte düşündüğümüzden daha geniş bir çerçeveye oturtmamız gerekiyor. Ben sanatı içine sıkıştığı dar alandan çıkarıp farklı mecraları bir araya getirerek yeni enerjiler yaratacak bir kavram olarak görmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu sergiyi de işlerim arasında bir tür sürtüşme ya da zıtlık yaratabileceğim özel bir fırsat olarak gördüm. Kısacası, bir sergide iki, beş ya da daha fazla eser olması aslında çok da önemli değil. Benim için neredeyse hepsi tek bir eser, yani bu gece İstanbul’da tek bir eser var.
Sanat değişikliği kucaklayan bir yerde, onu tüketip yolumuza devam etmek yerine onunla yakın ilişki içinde olabileceğimiz bir yerde olmalı.
Bir tür anlatı gibi. Ayna kullandığınız işleriniz de sanata daha geniş açıdan yaklaşmaya dair bu düşüncenizi yansıtıyor aslında, “Mirage”, hatta Saint Laurent defilesi gibi. Çöl ya da podyum gibi beklenmedik yerlerde ayna gördüğümüzde ne oluyor sizce?
Güzel bir kelime oyunu oldu! “Mirage” gibi işlerle aslında izleyicileri ve etraflarındaki dünyayı özneye dönüştürmeye çalışıyorum. Temsili sanata baktığımızda, çoğu zaman bir insanın, bir nesnenin resmini ya da tablosunu görürüz. Oysa “Mirage” gibi düşündürmeye çalışan işlerle daha çok bunun tam tersini yapmakla ilgileniyorum. İzleyici ansızın özneye dönüşüyor, sanat eserinde bir tür gezintiye çıkıyor ve eser de sürekli olarak değişiyor. “Mirage” Batı Kıyısı’nda, Mojave Çölü’ndeki bir enstalasyondu; gece dolunayın adeta havada süzüldüğünü, gün doğarken de güneş ışıklarıyla solduğunu görebiliyordunuz. Yani bir görünüp bir kayboluyordu, varlıkla yokluk arasında bocalıyor gibiydi. Metaforik olarak sanatın somut, fiziksel ve elle tutulur olmak zorunda olmadığı, tamamen soyut olabileceği düşüncesi bana gerçekten çok cazip geliyor.
Sanata bir nehirmiş gibi yaklaşsak nasıl olur? Nehir sürekli akar, siz ve ben kenarına gidip suda yüzebilir, sudan içebiliriz; bu sırada nehir de sürekli değişmeye, dönüşmeye devam eder. Bana göre sanatın olması gereken yer burası; sanat değişikliği kucaklayan bir yerde, onu tüketip yolumuza devam etmek yerine onunla yakın ilişki içinde olabileceğimiz bir yerde olmalı.
Odayı kaplayan ekranlar ve aynalarla “sleepwalkers”ın enstalasyonu gerçekten göz kamaştırıcıydı; bence bahsettiğiniz bu akış düşüncesini de yansıtıyordu. Bu enstalasyonun fikri nasıl gelişti, anlatabilir misiniz?
“sleepwalkers” yalnızca bir kez New York’taki MoMA’da yapılan prömiyerinde sergilendi; bunun dışında hiç sergilenmediği için bu sergideki gösterimi benim için çok önemliydi. MoMA’da yaklaşık iki sokağı kaplamış, müzenin dış cephesini tamamen sarmıştı; daha sonra düşününce bunu bir daha nasıl yapacağımı, bu işi başka bir yerde nasıl sergileyeceğimi bilemedim. Fakat ironik bir şekilde, İstanbul’daki bu eski perili evde, nehrin üzerindeki küçük bir odada tekrar su yüzüne çıktı ve adeta evrim geçirdi. Borusan’daki mekâna bakınca, “Bu oda çok küçük, yamaca oyulmuş bir mağara gibi,” diye düşündüm. Ama şimdi bir de kapıdan içeri girince bu mağaranın genişlediğini ve sonsuz hale geldiğini düşünün. Daha önce ayna kullanmayı hiç düşünmemiştim ama sonra mimariyi açıyor gibi geldi; iş girdaba dönüşebilir ve siz de sonsuzluğu çağrıştıran bu mekâna düşebilirdiniz.
Peki sizce bu iş dış mekândan iç mekâna nasıl bir dönüşüm geçirdi?
MoMA’da tamamen anonimleşmiş bir şehre yeniden insani bir nitelik kazandırmaya çalıştım. İstanbul’daysa şehir sanki bu mahrem alanın üzerine çöküyor gibiydi. Yani başta yaptığımın neredeyse tam tersiydi. Sanki biri dışarı uzanırken, diğeriyse içe kapanıyor gibi.
Bu açıdan sanatın değerli yönlerinden birinin de hız kesmemize yardımcı olmak, bizi yavaşlatarak düşünmemizi sağlamak olabileceğine inanıyorum. Bunu başaramazsak tüketim çılgınlığı ve kapitalizme yenik düşeceğiz, sürekli elde edemeyeceğimiz şeylerin peşinde koşacağız. Oysa belki de elde edebileceğimiz değerli şeyler aslında tam da şu anda, etrafımızdadır.
Az önce izolasyondan ve bazen kendimizi izole edip bazen de etmediğimizden bahsettik. Fakat pandemi bizi derinden sarsan zorunlu bir izolasyondu. Bu mutlak ıssızlık döneminde “Flags and Debris”yi çekmek nasıl bir deneyimdi?
“Flags and Debris” tamamen pandemideki kapanmalar sırasında çekildi. Dünya tarihinde benzerine pek rastlanmayan bir dönemdi; herkes yavaşlamış, kendi mahallesinde, köyünde, evinde ya da dairesinde kalmıştı. O hızlı kültür akışı aniden kaybolmuştu. Ben de çok uzun zamandır böyle yaşamadığımı fark ettim; en son ne zaman bir yere bu kadar bağlı kaldığımı hatırlayamadım. Sonra bu kısıtlamaları özgürlük olarak görmeye başladım ve etrafımızdaki nesneleri alıp güç olarak kullanmamız gerektiğini düşündüm. Bu da beni arte povera ve 1960’lı yılların İtalyan sanatı üzerine düşünmeye sevk etti; onlar etraflarındaki döküntü malzemeleri kullanıyorlardı, ben de havlu, battaniye ve çarşafları dikerek kelimelere ve bayraklara dönüştürdüm.
Birkaç ay bunun üzerine çalıştıktan sonra parmaklarımın bu sanat eserlerinin üzerinde gezinmesinden çok etkilendiğimi fark ettim; hayatımda uzun zamandır böyle bir şey yaşamamıştım. Çalışmalarım maddesellikten çok uzaktı. Sonra bir gün kendimi diktiğim bir şeye sarınırken buldum ve sanat eserine sarınarak içinde dolaşabilmenin çok ilginç olduğunu düşünmeye başladım. Yapmamız gereken buydu bence; birkaç dansçı bulmalı, koreografiyi oluşturmalı ve tamamen boşalan bu şehri hareketlendirmeliydim, sonra da tüm bunları filme alacaktık.
Var olmayan bir köprü kurabilme ihtimali çok ilgimi çekiyor.
Böylece birkaç dansçıyla çalışmaya başladım. Pandemi sırasında boş otoparklarda kızgın güneşin altında maskelerle prova yapıyorduk. Birkaç ay boyunca koreografi üzerine çalıştıktan sonra şehre çıkmaya başladığımızda bomboş olduğunu gördük. Ne polis ne güvenlik, hiç kimse yoktu; bu bir bakıma iyi oldu çünkü bu bomboş şehir, bu boş dünya kurguyu oluşturmak için hiçbir engelle karşılaşmadan kullanabileceğim bir sahne gibiydi. “Hayır,” diyecek, karşımıza engel koyacak kimse yoktu. Günbatımında dışarı çıkıp gece boyu boş nehir havzalarında, otoyollarda ya da terk edilmiş otoparklarda çekim yapıyorduk. Nihayetinde, biraz da kübist bir tarzla sahneleri birbiri ardına çekerek anlatıyı oluşturmayı başardık ve bu anlatı benim için neredeyse mitolojiye dönüştü. Önümüzde uzanan sınırın mitolojisi gibiydi. İlginçti çünkü bedenler hep tamamen örtülüydü ve desenler kullanılarak kefene sarılmış gibiydi.

“sleepwalkers” (2007), video enstalasyonu, sergiden görünüm. “sleepwalkers” 5 New York’lunun hikâyesini anlatıyor.
© DOUG AITKEN / 303 GALLERY, NEW YORK / GALERIE EVA PRESENHUBER, ZÜRİH / VICTORIA MIRO, LONDRA / REGEN PROJECTS, LOS ANGELES, FOTOĞRAF: HADİYE CANGÖKÇE, BORUSAN CONTEMPORARY
Sanki bayraklar, altlarında kimse olmadan süzülüyormuş gibi.
Evet, yüzlerini, ifadelerini görebileceğiniz tanınabilir insanları ya da figürleri kullanmaktan tamamen farklıydı. Bence burada olan şey, çalışmanın manzarayı ifadeye dönüştürmesi ve kumaşların etrafındaki dünyanın, parmaklıkların, yoldaki asfaltın çalışmada dikkatimizi daha çok çeken karakterler haline gelmesiydi.
Sizce pandemi ve kapanma deneyimimiz sürekli olarak ilerleme konusundaki düşüncelerimizi nasıl değiştirdi?
Sürekli olarak geleceğin teknolojide olduğunu, bu teknolojileri kullanmamız gerektiğini ve kullanmazsak demode olacağımızı duyar hale geldik. Ama ben buna inanmıyorum; ben pandemiden sonra doğal dünyayla ve ekolojik sistemlerle daha büyük bir bağ kurduğumuza inanıyorum. Bunun da birçoğumuz için yaşadığımız yerin, manzaranın, dünyanın, toprağın, rüzgârın, okyanusların gerçek değerini görebilmek açısından inanılmaz bir uyanış olduğunu düşünüyorum. Birçok açıdan bu farkındalığı yeniden canlandıracak, bir tür karmaşa yaratacak sanat eserleri yaratmakla fazlasıyla ilgileniyorum. Eğer bu tür sanat eserleri üzerine çalışan bir emekçi olarak çok ama çok şanslıysam belki izleyiciyi de ansızın buna dahil edebilir, tam yerinde ve zamanında ânı yaşamalarını sağlayabilirim.
Bana göre en önemli şeylerden biri de ne olacağına, ne olabileceğine, gelecekle ilgili düşüncelere kapılmak yerine şu anda yaşıyor olmanın ne anlama geldiği ve neyin gerçekten değerli olduğuna dair envanter çıkarmak. Çünkü etrafımızda çok fazla güçlü ve provokatif unsur var ama biz körleştiğimiz ve giderek daha hızlı hareket eden bu tünele düştüğümüz için bunları kaçırıyoruz. Bu açıdan sanatın değerli yönlerinden birinin de hız kesmemize yardımcı olmak, bizi yavaşlatarak düşünmemizi sağlamak olabileceğine inanıyorum. Bunu başaramazsak tüketim çılgınlığı ve kapitalizme yenik düşeceğiz, sürekli elde edemeyeceğimiz şeylerin peşinde koşacağız. Oysa belki de elde edebileceğimiz değerli şeyler aslında tam da şu anda, etrafımızdadır.
Büyük sanat eserleri, filmler ya da müzikle deneyimimi düşününce, bu deneyimleri çoğu zaman izleyici olarak içlerine girebildiğim, beni taşıdıkları âna gidebildiğim ve onlarla ilişki kurabildiğim zaman yaşadığımı görüyorum. İnanılmaz derecede hızlanan bu dünyadan beslendiğimiz ve her an yeni araçlar ve seçeneklerle karşılaştığımız tarihin bu ânında bunun çok değerli olduğuna inanıyorum. Ama bence aslında kendimize sormamız gereken soru şu: “Neye değer veriyoruz?” Bu tür sanat eserlerinin birçoğu da bu sorunun cevabını arıyor; fakat muğlak bir alan bu. Bence burada doğru-yanlış ya da siyah-beyaz yok. Yalnızca herkes kendi yolunu farklı şekilde çiziyor.
Peki eserlerinize daha doğal malzemeler eklemeyi düşünüyor musunuz, yoksa ayna gibi malzemelerle mi devam edeceksiniz?
İkisi de mümkün. Tasvir, malzeme ya da motifin sanat için bağlayıcı olmaması gerektiğine inanıyorum. Sanatın sınırsız olanaklarla dolu bir alan olduğu fikrini seviyorum. Ayrıca farklı sistemleri bozarak müziği filmle birleştirmenin ya da beklenmedik yerlerde fiziksel performans sergilemenin yollarını bulduğumuz anların, gözümüzü açan çok önemli anlar olduğunu düşünüyorum. Şu anda kültür fazla bölünmüş ve ayrışmış durumda. Müzikte bile böyle, klasik müzik bir yere konuyor, elektronik müzik başka bir yere konuyor, sanat parçalara ayrılıyor. Ama bana göreen ilginç sonuçlara bu ayrışmayı önemsemeden bir şeylerin beklenmedik şekillerde bir araya gelmesine izin verdiğimizde ulaşıyoruz. Sanırım şu anda kendi sesimizi bulacağımız yer tam olarak burası.
Yakın zamanda planladığınız başka büyük projeleriniz var mı?
Aslında şu anda üç yıldır çalıştığımız büyük bir projenin tam ortasındayız. Adı “Lightscape” (Işık Manzaraları) ve çok büyük ölçekli bir proje. Los Angeles Filarmoni Orkestrası, Master Chorale ve Marciano Sanat Vakfı’yla birlikte çalışıyoruz. 10 farklı hikâyenin tamamen müzikle anlatıldığı bir film bu; prömiyeri Filarmoni Orkestrası’nın canlı performansıyla önümüzdeki ay yapılacak. Sonra da yedi ekranlı bir enstalasyona ve nihayetinde filme dönüşecek. Aslında benim yazdığım 10 vokal parçasından oluşan bir seriyle başladı; daha sonra bu vokal parçaları söylendi ve filmin hikâyesini oluşturdu. Böylece son yedi yıldır çektiğimiz film ortaya çıktı. Şu anda bunun heyecanını yaşıyorum. Bir şey başka bir şeye dönüşüyor ve ben bunu çok seviyorum.
Beklenmedik işbirlikleri ve kesişmeler bulduğunuzda çoğu zaman çok ilginç bir enerji yakalıyorsunuz.
Sık sık bu tür işbirlikleri yapıyorsunuz, Saint Laurent gibi. Kültür dünyasındaki farklı kurumlarla çalışmayı nasıl buluyorsunuz?
Var olmayan bir köprü kurabilme ihtimali çok ilgimi çekiyor. Örneğin bahsettiğim projede Los Angeles Filarmoni Orkestrası ve Master Chorale bir görsel sanatçıyla ilk kez bu şekilde çalıştı. Benim içinse inanılmaz bir deneyim bu; çünkü birdenbire dünyanın en büyük filarmoni orkestralarından birine ulaşma fırsatı buldum. Birlikte yeni müzikler üretebilir ya da Meredith Monk, Philip Glass, Steve Wright gibi sanatçılarla birlikte çalışıp orijinal kayıtlar yapabiliriz. Filmde Beck ya da Natasha Lyonne gibi sanatçılar da var. Yani bu yeni hikâyeyi, yaptığımız bu kurguyu farklı seslerden oluşan dev bir kazanda yaratıyoruz. Dolayısıyla sorunuzu kısaca yanıtlamam gerekirse, beklenmedik işbirlikleri ve kesişmeler bulduğunuzda çoğu zaman çok ilginç bir enerji yakalıyorsunuz.