Murat Ertel’in böbreklerinde peydahlanan iki taş onun biraz keyfini kaçırmış. Zoom üzerinden yaptığımız sohbete başlamadan önce bunu anlatıyor biraz ve onu çok iyi anlıyorum, yıllarca böbrek taşlarından çok çekmiş biri olarak… Neyse ki taşları kırdırmış ve büyük ölçüde meseleyi halletmiş. İyi de olmuş zira yoğun bir dönem bekliyor Murat’ı. En son Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek belgeselinin MUBI’de gösterime girmesi vesilesiyle düzenlenen partide çalan Baba Zula için hareketli bir yıl 2024. Hem yeni albümleri İstanbul Sokakları yayınlanıyor çok yakında hem de sık sık konser veriyorlar. Hıdırellez şenliklerinde ve Mardin Bienali’nde dinleyicisiyle buluşan ve her seferinde de bir öncekinden çok farklı bir performans sunan (Baba Zula’nın alametifarikalarından biri bu durum) grup kasım ayında da Hamburg’daki Acid Anatolia kapsamında bir konser verecek ve yeni albümle eşzamanlı bir Avrupa turnesine çıkacak. Aslında Baba Zula’nın 8 Kasım’da çıkacak yeni albümünü konuşmak için bir araya geldik (ya da aynı ekrana bağlandık, diyelim) ama Murat’la o kadar eskiye (35 yıl en azından) dayanan bir tanışıklığımız var ki ister istemez sohbet başka konulara, başka zamanlara kayıyor. Biraz doğaçlama gitmeye karar veriyoruz, hatta ilk soru da buradan geliyor.
EMRAH KOLUKISA: Şunu hatırlıyorum Murat, ’90’lı yıllarda, daha Baba Zula yokken, Zen’i çok dinledim canlı olarak.Bir keresinde hiç unutmuyorum, Bilsak 5. Kat’ta çalıyordunuz ve orası bir bardı aynı zamanda, yani normal bir konser mekânı gibi değildi, insanlar bir yandan sohbet edip içki de içerdi. Orada biz de birkaç arkadaş oturmuş, siz çalarken sohbet ediyorduk ve bir ara sanırım konuştuğumuz şeyi sen de duymuş olmalısın ki, bizim sohbetteki bazı sözcükler sizin şarkının sözleri oluverdi (gülüyoruz). Şunu merak ediyorum, doğaçlama ne ifade ediyor senin için, ne kadar önemli müziğinizde?
Tabii dediğin şey çok interaktif bir durum aslında, yani o anda olan bir olayla her şey değişiveriyordu ve bu bana çok müthiş geliyordu. Mesela konser sırasında jetler geçiyordu üzerimizden, biz de sanki o jetler şovun bir parçasıymış gibi davranıyorduk hemen, gurur duyuyorduk, “İşte şovumuzdaki jet sahnesi,” diyorduk, devam ediyorduk.
Komik bir şey geldi aklıma, Uğur Yücel’in Talimhane’de bir mekânı vardı, Yeşil diye. Orada çıktık bir gece, Huysuz Virjin falan da var seyirciler arasında, çok heyecanlıyız haliyle. Başladık konsere, arkadan bazı vokaller geliyor, “Yanıyoruz, yangın var,” diye. Kıllandım biraz ama bozmadım, şarkıya devam ediyorum. Sonra bir koku geldi, hakikaten böyle bir yanık kokusu gibi. Bir baktım, amplifikatörüm alevler içinde, trafo yanıyormuş meğerse. “Ulan niye söylemiyorsunuz?” diyorum, “Söylüyoruz ya işte, şarkıyla söylüyoruz,” diyorlar! Neyse ampliyi kapattık, güzel bir Fenderampli vardı bende, sonra dedim ki:“ Normalde gitarları ve amplileri konser sonunda kırarlar ve yakarlar ama biz işte böyle bir başlangıç yapıyoruz” (gülüyor). Yani özetle, her türlü olay olabiliyor sahnede. O yüzden sokak konserlerini çok severdim çünkü hep bir şey olurdu ve onlarla ilgili şarkı söylerdim, bu da insanların çok dikkatini çekerdi ve eğlenirlerdi; anlarlardı ve katılırlardı, çok interaktif bir şey, hayatla ilgili bir şey…
Birçok insanın geçmişe takılıp kaldığını düşünürüm ya da geleceğe dair kaygıları olduğunu, neyi nasıl yaparsam ne olur falan gibi şeylerle kendilerini kısıtlamalar içine soktuklarını düşünürüm ve sanatın da bütün bunları kırması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden de doğaçlama hakikaten bence müziğin gerçek hali, olması gereken hali.
Biraz açar mısın bunu?
Müzikte her şey sistemleştiriliyor, paketleniyor ya da size paketlemeniz salık veriliyor, diyelim. Sonra birtakım rakamlara dökülüyor, başarınız ona göre ölçülüyor, okul gibi, vay işte geçtin, kaldın… Ama doğaçlama müzikte böyle şeyler bence yok. O anda çalınıp bitiyor ve kimisi bir daha hiç dinlemiyor, isteyen de, eğer kayıt yapılmışsa sonra yeniden dinleyebiliyor. Eskiden biz bunu çok yapıyorduk, çok da güzel oluyordu. Çok kanallı kayıt her zaman yapamıyorduk belki ya da çok kameralı kayıt olmuyordu ama bir tek kamerayla ya da bir kasetle, DAT player’la, artık günün teknolojisi neyse, tek mikrofonla, iki mikrofonla kayıt gibi şeyleri hep yapıyorduk ve iyi ki de yapıyormuşuz çünkü teknoloji geliştikçe o yetersiz dediğin kayıtlardan bile çok şeyi yapabildiğin ortaya çıkıyor. Standart altı bir kaset player’la kayıt yapmış olsan bile onu artık frekanslarına ayırıp, her frekansı ayrı ayrı daha sonra mix edip onları tekrardan birleştirebiliyorsun.
O yıllarda gittiğiniz her yere kamerayla giderdiniz, sürekli çekim yapardınız. Ne oldu o kayıtlar? Neler var kimbilir o görüntülerde.
Evet ya, neler neler var hakikaten o kayıtlarda. Benim en kötü huyum ve en ağır alışkanlığım koleksiyonculuk. Belli koleksiyonlarım da epey düzenli, yani o kayıtlar da aslında düzenli. Hatta şu sıralar bir Zen belgeseli çekilmesi söz konusu, Serdar Kökçeoğlu yönetecek; onun İlhan Mimaroğlu hakkında da bir belgeseli vardı biliyorsun. Önceden tanımıyordum onu ama Mimaroğlu belgeselini çok sevmiştim. Onunla beraber böyle bir maceraya giriştik ve girişince ben de bütün materyali bir araya getirmeye çalıştım, yüzlerce video kaset ve binlerce ses kaydı var.En büyük sorun hepsinin çok değişik, farklı formatlarda olması. Bildiğin bütün video formatları var. 8 mm film de var, hatta 35 mm loop’lar, bizim çektiğimiz değil ama.
Ben o zamanlar, Yeşilçam’a gidiyordum ve, “Bir makarası kayıp film var mı?” diye soruyordum. Adamlar şaşırıyordu, “Ne yapacaksın,” falan diye (gülüyor). Filmin bir makarası kayıp olunca –üç makaraysa diyelim, ikisi ya da biri kalmış oluyordu– o filmi oynatamıyor ama çöpe de atamıyor. “Ben,” diyordum, “Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nden geliyorum, montaj çalışması yapacağız.” Alıyordum filmleri, içinden sevdiğimiz sahneleri seçiyorduk ve o sahneleri kesip boyuyorduk. Montaj yapıp üzerlerine bazen bir şeyler çiziyorduk mesela ve Zen konserlerinde onları oynatıyorduk. O loop’lar bile duruyor. Artan film parçalarını ne yaptık bilmiyorum, artık attık mı, verdik mi; ama bizi ilgilendiren kısımları duruyor.
Şimdi onları yavaş yavaş çevirmeye, aktarmaya başladık ve inanılmaz şeyler var. Öyle ki, Baba Zula zaten 30 yıla yaklaşıyor, Zen desen 40-50 yıla geliyor, bazen bir hikâye anlatıyorum ve bir an, “Ulan bu doğru muydu gerçekten?” diye soruyorum kendime. Sonra eski filmlerimize bakıyorum ve, “Doğruymuş,” diyorum. Mesela bir keresinde Kalamış’ta konser vereceğiz, gittik ve hazırlıklarımız yaparken bir de baktık güneş batıyor. “Allah,” dedik, “biz çalarız bu manzaraya.” Saati falan hiç umursamadık, belki iki saat erken başladık. Başta boştu, sonra insanlar gelmeye başladı konserin içine ve güneş batınca da durduk, bitirdik konseri. Yani asıl vaktinde kalanlar en fazla 15 dakika izleyebildiler (gülüyor). Bu hakikaten oldu mu, diye düşünüyordum geçen gün ve elime bir kaset geçti, üzerinde “Kalamış – Erken konser” yazıyor. “Hah,” dedim, “demek doğruymuş” (gülüyor).
Sizin bir de 24 saat süren bir konseriniz vardı. Onu nasıl hatırlıyorsun şimdi, neydi o konserin arkasındaki mesele?
O konserin teklifi bize Plastik Sanatçılar Derneği’nden gelmişti. Nöbetçi Sanatçılar ya da Nöbetçi Ressamlar diye bir etkinlik yapıyorlardı, Maçka Parkı’nın orada bir yerleri vardı. Üçe bölmüşlerdi günü, yanlış hatırlamıyorsam üçer sanatçı sekizer saat resim yapacaktı. “Orada açılışta çalar mısınız?” diye bize teklif ettiler. Bunu duyunca ben, “Çalarız ama bir koşulla,” dedim. “Nedir?” dediler, “24 saat çalacağız,” dedim. Bana bir ilham verdi onların 24 saat resim yapması. Ama sonunda grupta 24 saat çalan bir tek bendim. Diğer elemanlar arada yemeğe gittiler, ne bileyim yıkanmaya gittiler, gidip uyudular geldiler falan. Ama ben 24 saat çaldım. Hatta yanda bir fotoğraf stüdyosu vardı, Ülkücüler’inmiş, o Ülkücüler bizi şikâyet etti, polis geldi falan. Olaylı geçti yani. Hatta bu konser Zen grubunun dağılmasının nedenlerinden biriydi.
Öyle mi, neden?
Kısaca anlatayım, o dönemde bize bir haber geldi, Sonic Youth grubunun gitarcısı Thurston Moore bir şekilde bizim Suda Balık albümümüzü duymuş, çok beğenmiş ve onu yayınlamak istiyormuş. Thurston Moore’un çok parlak zamanları, Nirvana’yı falan keşfetmiş adam, çok önemli bizim için. Nasıl anlaştık bilmiyorum, mektupla mı, faksla mı; ama dedik ki, biz bunu yapacağımıza yeni bir albüm kaydedelim, onu yayınlayın. Öyle oldu hakikaten, Derya albümünü CD olarak bastı, hatta bastığı ilk CD’ymiş ama ben üzüldüm plak basılmadı diye. Neyse, bu bizim 24 saatlik konseri de duymuş ve dedi ki: “Bu konseri boxset olarak, plak olarak basıp yayınlayalım.” Müthiş bir olay tabii bence ama bir anda gruptaki elemanların bazıları itiraz etmeye başladı, “Orada benim performansım iyi değildi, basılmasın,” falan diye, böyle garabetlikler... Ve o plak basılamadı. Ben o zaman çok kızdım, sinirim acayip bozuldu, çok gıcık oldum adamlara, “Nasıl bu olanağı eliniz tersiyle tepersiniz,” diye. Yani… O konserden de hatırladıklarım bunlar işte.
Zen’in konserlerini hatırladığımda, ki Baba Zula için de geçerli bu büyük ölçüde, filmler var sahnede, sesler, müzik, içiçe geçen farklı disiplinler, aklıma bunun aslında güncel ya da çağdaş sanatın alanına girdiği düşüncesi geliyor. Ne düşünüyorsun güncel sanatla ilgili, ne ifade ediyor senin için?
Bizim güncel sanat yapacağız ya da şöyle bir güncel sanat yapacağız diye bir fikrimiz hiç olmadı doğrusu; çünkü zaten öyle yapıyorduk ve şimdiki güncel sanat bir şekilde bizim olduğumuz yere geldi. Yani çokdisiplinli dediğimiz, videoyu kullanma, yerleştirmeyi kullanma, ses, müzik… Gitgide bunlar sanatsal üretimde ön plana çıkmaya başladı ve bu da benim hoşuma gidiyor. Mesela ben geçmişte babam [Mengü Ertel] ve dayımın da [Turhan Selçuk] öyle olduklarını düşünüyorum. Babam örneğin, “Bu grafik değil!” diye çağdaşları tarafından çok eleştirilmiş, saçma şekilde kısıtlanmaya çalışılmış bir insandır. Çok çirkin kurallar getirmişler ama bu dünyada da öyle, yani grafik görece yeni bir sanat olduğu için dünyada da kurallar böyle. “Müşterisi olmayan işler grafik değildir,” diye bir kural mesela. Sonra, “Basılmayan işler afiş değildir.” Bunlar çok çirkin gerçekten. Bana ne yani basılmadıysa, müşterisi olmadıysa, bu ne kadar kapitalist ve rezalet bir kural. Babam mesela olmayan bir tiyatro oyunu için bir tasarım hayal ediyor, yönetmeni yok, oyuncusu yok… Ama kitabı okumuş ve bu oyun için bir afiş hayal etmiş. Sen buna böyle kurallar getirerek aslında sanatçıya ket vurmuş oluyorsun, onun üretimini engelliyorsun, çok kötü bir şey bu.
Semiha Berksoy da yaşadı böyle şeyler.
Evet, tabii, o da çok yaşadı, “Sen ressam değilsin,” dendi. Babam da o zamanlar onu çok savunurdu, hem çok iyi bir hikâyeci hem de iyi bir ressam olduğunu düşünürdü Semiha Berksoy’un. O yıllarda onun desteği çok önemliydi çünkü baktığında akademisyenler Semiha Berksoy’un karşısındaydı. Akademisyenlerde, özellikle ressamlarda tektiplilik vardı o dönem. Babamın çokyönlülüğü beni çok etkiliyordu. Yaptığı grafiğin içinde başka sanatlar da vardı, tiyatroyla ilişkisi vardı, sinemayla ilişkisi vardı…
Bütün bu çokdisiplinlilik içinde ben babama, “Sanatı sanat yapan ne sence?” diye sormuştum, bana şöyle bir cevap verdi: “Bence bir eserin içinde onu sanat yapan en temel öğe şiirdir. O eserin içinde şiir varsa o bir sanat eseridir, yoksa zanaattır. Bir ressam birisinin portresini yapar ve aynı onun gibidir ama o bir sanat eseri olmaz. İçinde şiirsellik yoksa sanat değildir.” Bu çok önemli. Müziğe de bunu uyguluyoruz. Öyle yetenekli insanlar var ki, bir parça duyuyor ânında çıkarıp çalabiliyor ya da önüne notayı koyuyorsun onu böyle baştan sona okuyor. Ama o bence sanatçı değil. Şu sıralar mesela Wynton Marsalis’le uğraşıyorum, bence bir sanatçı değil. Müthiş bir virtüöz, çok iyi klasik müzik yorumları da yapıyor, belli bir dönemin cazını çok iyi icra ediyor ama bana göre kalıcı bir sanatçı değil. Adam işte Lincoln Center’ın başında falan ama yeniliğe kapalı. Miles Davis’in Bitches Brew’unu cazdan saymıyor. Abi manyak mısın sen, olur mu öyle şey?
Miles Davis onun için “müze bekçisi” gibi bir laf etmişti yanlış hatırlamıyorsam.
Evet, evet (gülüyor). Yani doğru diyor bence, o bir sanatçı değil benim gözümde, zanaatçı. Şimdi böyle konuşunca konservatuvarlılar falan kızabilirler bana. Kızsınlar, gerçek bu, ben böyle düşünüyorum.
O zaman şunu da sorayım, herhangi bir sanat dalında bir şeyleri kırmak, bozmak için o sanat dalında teknik anlamda, zanaat diyelim ya da, ustalaşmış olmak gerektiğine inanır mısın?
Hayır, hayır, asla böyle bir şey yok. William Burroughs’u düşün mesela, benim çok sevdiğim bir sanatçıdır, resimler yapıyor sonra çıkarıp tüfekle o resme ateş ediyor. Seversin ya da sevmezsin ama adamın sanatı bu. Bunu yapması için de resim sanatını falan incelemesi ya da nişancı olması, tüfek tekniğini incelemesi gerekmiyor (gülüyor). Hem zanaatı bilip hem de böyle bir şey yapabilir ama zanaat tek başına kesinlikle yeterli değil. Zanaata hâkim olmasan da güdülerinle ve duygularınla sanat yapabileceğine inanırım. Semiha Berksoy gibi… Resim eğitimi yoktur Semiha Berksoy’un, orantıları yanlıştır ama akademi hocalarından da daha iyi eserler yaratmıştır. Hayatla bir ilişki, bir meydan okuma, anarşi, ölümsüzlük… Böyle durumlar var onda. Sanat yapmak kolay bir şey değil gerçekten, kalıcı sanat yapmak hele apayrı bir şey. Kuralları bozmak için ilk önce onları bilmek gerek düşüncesi saçma sapan bir şey.
Biraz da yeni albümü konuşalım mı? 8 Kasım’da dinleyiciyle buluşacak albümle ilgili neler söyleyebilirsin?
Bizim daha önce XX ve Derin Derin albümlerimizi birlikte çıkardığımız Glitterbeat Records diye bir Alman plak şirketi var, onları çok seviyoruz. Yeni albüm onlardan çıkacak. İsmi İstanbul Sokakları olacak. Öyle bir şarkı da varmış ama ben bilmiyordum, yani şarkıyı duymuşum da adının o olduğunu bilmiyordum. Niye bu ismi koyduk dersen, Abdülcanbaz’ın öyle bir macerası var, ondan ilham aldık. Kapağında da Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz için yaptığı İstanbul çizimleri olacak. Konsept olarak da İstanbul’la ilişkilendirilebilecek bir albüm olduğunu söyleyebilirim. Sekiz parça var toplam ve içinde mesela İstanbul’dan alınmış çevre sesleri olacak, benim yaptığım kayıtlar bunlar. Ayrıca bir de konuk sanatçı var: Korkmaz Çakar. İstanbul Radyosu’nun efektörü Korkmaz Abi’nin eskiden yaptığı, ’70’ler ve ’90’lar arası kaydettiği bazı İstanbul seslerini de albümde kullandık.