Balıkçı ağı, minderlerden kurulmuş bir çadır, kan damarları, hamaklar, sinir ağları, sıkışmış bir şehir trafiği, örümcek yuvası. Chiharu Shiota 20 yıldır onun imzası haline gelen ipliği, bu kez tüm bunları çağrıştıracak kıpkırmızı, üç boyutlu bir mürekkep gibi kullanıyor. Solucan deliklerini andıran bu rotada ilerlerken, kendi unutmak istemediğimiz anları bu mürekkeple yuvarlak içine alır gibi oluyoruz.
Chiharu Shiota’nın farklı yollara dağılıp yeniden buluşan bu ağlar bütünü mekânda dallanıp budaklandıkça yeni boşluklar oluşturuyor. Yapıt bu sayede etrafa dağıldığı halde bir merkezi varmış izlenimi uyandırıyor. Az sonra işin çekirdeğine ulaşacağız. Bu merak uyandırıcı yeni boşluklar, taze ihtimallerin sevincini içinde taşıyor.
“Dünyalar Arasında” izleyiciyi başka bir dünya umuduyla doldururken onu aynı zamanda olduğu yerde sarıp sarmalıyor. Bu işin kucağında artık gezintiyi iç dünyamıza taşımaya hazırız. Kendi sinir ağlarımız şunları söylüyor: Şu boşluk güzelmiş, aslında oraya bakabilirim – ulaşmak için biraz daha küçülmeliyim yalnız. Dur ben şu hamağa biraz uzanırım ama az daha büyüsem tadı daha çok çıkar.
Tek düğümü çözdüğümüzde dağılabilecek kadar narin ama tamamen boyutumuzu değiştirecek kadar görkemli bir diyar.
Rüzgârın kapıp getirdiği bavullar
Anahtarlar, elbiseler, tekneler, kâğıtlar: Farklı nesneleri iplikleri arasında görmeye alışkın olduğumuz sanatçı, “Dünyalar Arasında” işiyle, büyük ölçekli bir yerleştirmede ipliği ilk kez bavula eklemlendiriyor. Birilerine ait olduğunu bildiği, içinde bulduğu ipuçlarına bakarak sahiplerini merak ettiği bavullar bunlar. Mutlaka bir yerlerden gelmiş ya da bir yerlere gidecek olmalılar. Sabit kalışları tekinsiz. Bu halleriyle işlevsiz kalıyor, bir örümceğe besin olmayı bekliyorlar.
Bu durağanlık içinde sadece geçmişleriyle anlamlılar. Kışlık ya da baharlık giysileriyle doya doya yaşamış, emekliye ayrılmış, anlatacak hikâyesi olan bavullar. Yutulmaya on kala yorgun kilitlerinden dökülecek capcanlı hikâyelere tanık arıyorlar.
Mori Sanat Müzesi’nin direktörü Kataoka Mami, 2019’da sanatçı üzerine kaleme aldığı ve sergi için hazırlanan kitapta çevirisine yer verilen bir yazısında, Shiota’nın pratiğini anlamak için karşıt görünen zıt unsurları, “Batı ikiciliğinin aksine birbirleriyle nasıl bütünleştiğini dikkate alan tekçi bir perspektiften” görmenin daha etkili olacağını belirtiyor. Bunun basit bir “oryantal” okuma anlamına gelmeyeceğinin de altını çizen Mami’ye göre Shiota’nın yapıtlarındaki daimi hareket hissi, Doğu ve Batı kategorilerini aşan başka bir boyutta, birbirine tamamen zıt özelliklerin sürekli dönüştüğü, dengenin bu şekilde korunduğu bir perspektifle örtüşüyor.
Belki de Tanpınar’ın Huzur’da bahsettiği, şarkın “oturup beklemenin yeri” oluşu tam da böyle bir yerden geliyor. Shiota’nın eskimiş bavullarının bizde miskinliği değil, capcanlı yaşanmış hikâyeleri uyandırması, yeniden doğmak üzere yaşamları ve tekrar merak etmek üzere olan bakışları hatırlatması Mami’nin bahsettiği bu bütünleşmeyi, dönüşümü ve dengeyi akla getiriyor. “Biraz yerinizde oturduğunuz zaman aradığınız ayağınıza geliverir,” der cümlenin devamında Tanpınar. Ağını bu denli işlek bir coğrafyaya kuran bir örümceğin, bavullar için beklemekten başka bir şey yapmasına gerek kalmıyor.
Elbette yazıda da belirtildiği gibi, yaşamının yarısını Almanya’da geçirmiş bir sanatçının “Japonlara özgü” özelliklerini tespit etmeye çalışmak beyhude bir çaba. Nitekim Shiota kendi üretiminde en çok bu o ya da bu olmama, onun yerine sınırda gezinme halinin hakkını veriyor. “Çalışmalarımda sıklıkla sınır fikrini araştırıyorum,” diyen sanatçı, bavulların kendisi için ne anlam ifade ettiğini şöyle özetliyor:
“Sınırın her zaman iki tarafı ve geçmek için takip edilmesi gereken iki dizi kuralı vardır. Kimliğimizin kolayca değiştirip uyarlayabileceğimiz kısımları üzerine düşünüyorum. Ve ayrıca DNA’mızın bir parçası gibi görünen ve neredeyse kaderimiz gibi hissettiren diğer şeyler var. Bu durum, sınırı içimde taşıyormuşum gibi hissettiriyor ve hiçbir zaman bu sınırın bir tarafında gerçekten olamayacakmışım hissi veriyor. Bavullar; kültürler arasındaki, geçmiş ve gelecek arasındaki bu belirsiz durumun mükemmel sembolleri.”
Şeylerin anlamındaki bu tür bir kalıba konamazlığıİstanbullular olarak iyi tanıyoruz. Shiota da bu şehrin çok anlamlılığına ve insana kattığı arada kalma hissine yabancı değil. 26 sene önce Japonya’dan Almanya’ya taşındığından beri “ara yerde” yaşıyor gibi hissettiğini söyleyen sanatçı, Yazın Öztürk’le serginin yayını için gerçekleştirdiği söyleşide “Dünyalar Arasında”dan bahsederken, “Asya ve Avrupa arasındaki sınırda” bir sergi açmanın ona uygun düştüğünü belirtiyor.
Parlak olan neyi saklar?
İzleyicide Shiota’nın dünyalar arasında kalma halinin üretimini nasıl etkilemiş olabileceği sorusunu uyandıran bir diğer unsur ise renkler. Kırmızının topluma ve bağlama göre değişen farklı anlamları, onun bağlamdan çok önce ayırdına vardığımız bağımsız izi ve sanatçının kendisi için taşıyor olabileceği hikayesi yine iç içe geçmiş bir yapıyı akla getiriyor.
Bluets isimli kitabında Maggie Nelson, Batı dünyasında yetişkinlerin yarısının en sevdiği rengin bugünlerde mavi olduğunu söylerken çocukken kırmızıyı bütün renklerden öne koyduğumuzu anlatır. Yaş aldıkça parlak şeylere olan sevdamız dizginlenir, kendimizi daha sakin renkleri seçer halde buluruz.
Geçtiğimiz aylarda THEPILL’de gerçekleşen ve adını H.P. Lovecraft’ın“Uzaydan Gelen Renk” (1927) isimli öyküsünden alan sergi aracılığıyla, parlaklığın merak uyandırdığı kadar yıkıcı ve tekinsiz de olabilen yönüne bakma fırsatım oldu. Lovecraft’ın öyküsünde bilinmezlikten gelen ve adına renk demekte bile zorlanılan bu görüntü, birkaç ay içinde ürünlere, hayvanlara zarar verir ve tuhaflıkların baş göstermesine sebep olur. Sergide karşıma çıkan, “Renk her zaman dilden daha güçlüdür,” ifadesi birkaç aydır kendini hatırlatıyor.
Dille ifade edilemez olanı parlaklıkla ifade etme teşebbüsünü ölümün eşlik ettiği birçok yapıtta görmek mümkün. Lovecraft’ın eserinin yanı sıra akla Gravity’s Rainbow’un(Yerçekiminin Gökkuşağı) parlak bombaları ya da Ludwig Wittgenstein’ın Renkler Üzerine Düşünceler kitabını ölümle burun burunayken kaleme almış olduğu geliyor.
Doğum-ölüm çizgisinin hiç de çizgisel olmayan seyrini yansıtan birçok dönem –nükseden kanserle mücadelesi, babasını kaybedişi, hamileliği, bir düşük yaşaması– Chiharu Shiota’nın sanat pratiğinde de yer kaplıyor. Hamburg Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeyken Marcel Duchamp’ın mezar taşındaki, “Ölenler hep başkalarıdır,” sözünden ilhamla ürettiği “Ölümümü Hiç Görmedim” (1997) işi için seçtiği, neredeyse bir beyaz yalanı andıran isim, sanatçının bu parlak kırmızıda görmüş olabileceği şeyin ne olabileceğine dair büyük bir merak uyandırıyor.
“Dünyalar Arasında” kalmanın onun için ne anlama geldiğini belki de sanatçının Toshikatsu Omori’yle gerçekleşen konuşmasından sergi yayınına da alıntılanan şu sözleri anlatıyor:
“Ölüm tam karşımdayken, içimdeki evren ile dışımdaki evrenin paylaştığı bir dünya olduğunu fark ettim. Ve sonra bir noktada, bedenimin o evrene en yakın şey olduğunu anladım. Belki de zamanımız dolduğunda, hepimiz bu evrende kayboluruz. Belki de ölüm bir hiçliğe dönüş değil, daha ziyade bir şeye asimile olma meselesidir: Hayatın bitişiyle ölüme geçiş değil, bizden daha büyük bir şeyin parçası olmaya başlama. İşte bu şekilde ölümü işlerime dahil etmeye başladım: Bir son olarak ölüm değil, hayata eşdeğer olan bir şey.”
•Chiharu Shiota, Dünyalar Arasında, 20 Nisan 2025’e kadar İstanbul Modern’de görülebilir.