Bilindik hikâyedir, Tolga Karaçelik yıllar önce Beşiktaş’taki bir korsan DVD’cide kendi filmi Gişe Memuru’nun da satıldığını görmüş. “Ben ne kazandım ki sen kazanacaksın bu filmden?” diye düşünmüş ve satıcıya sormuş: “Nasıl bari, film iyi mi?” Satıcı da,“Ödül mödül almış ama sıkıcı film değil abi,” demiş. Bir yönetmenin duyup duyabileceği en acayip övgülerden biri olsa gerek bu, korsan bir DVD satıcısından bile gelse…
Yıllar içinde çok şey değişti, Beşiktaş’ta ya da Kadıköy veya Eminönü’nde o korsan satıcılar yok artık. Şimdi herkes evinin konforunda istediği hemen her filmi internet üzerinden bulup dijital platformlar aracılığıyla izleyebiliyor, görüntü kalitesi de çok daha iyi olarak üstelik. Dünyada ve sektörde birçok şey değişti evet; ama Tolga Karaçelikhâlâ ödüller almaya devam ediyor ve hâlâ sıkıcı değil, bu değişmedi en azından. Şimdilerde başrollerini Hollywood’un tanınmış isimleriyle –biri gerçek bir efsane hem de, Steve Buscemi– çektiği yeni filmi TheShallowTale of a Writer WhoDecidedto Write AboutaSerialKiller’lagündemde ve film ilk gösterimini yaptığı New York’taki Tribeca Film Festivali’nden Seyirci Ödülü’yle döndü. Kariyerinin dördüncü ama ilk İngilizce uzun metrajlı filmi olan TheShallowTaleKaraçelik için yeni bir eşik mi, bundan sonra artık hep ABD’de mi çalışacak, neler planlıyor gibi sorularla buluştuk Tolga’yla ve her sabah mutlaka uğradığı, bir nevi ofisi gibi de kullandığı Bebek Kahve’de oturup konuşmaya koyulduk.
EMRAH KOLUKISA: Son filminakılda tutulması pek de kolay olmayacak uzunlukta bir isme sahip. Sen aslında hep kısa isimler seçerdin filmlerine, Sarmaşıkya da Kelebekler gibi.
TOLGA KARAÇELİK: Evet ve hep de başkalarıyla dalga geçerdim, Rüzgârın Hatıraları mesela, Özcan’a [Alper] takılırdım sürekli,“Bu ne demek Özcan?” diye. İntikamımı aldım (gülüyor).
Nasıl oldu peki bu?
Bu filmin adı bende hep vardı aslında, yazarken de vardı yani. Sinemada ismi bu olan bir filmi ben görmek isterdim, dedim. “Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikâyesi.” Bu arada hakikaten akşamdan kalmayken falan söyleyemiyorsun, kendi filmimin ismini söyleyemediğim zamanlar oldu (gülüyor).Benimle birlikte yapımcılığını yapan arkadaşlar da,“Tolga, acaba başka bir şey mi koysak?”dediler; çünkü form dolduramıyorlardı resmen, festivale başvuracağız, forma sığmıyor (gülüyor). Ben de tamam, dedim, bir adayla daha gelirim, siz seçersiniz. Ama sonra seçtiğim diğer adayı da reddettiler çünkü onda da şeyi seçtim, “Senenin En İyi Filmi” (“Best Movie of theYear”) diyelim, dedim, onlar da demeyelim istersen, dediler. Ama alçakgönüllü düşünüyorum yine de,“senenin”… Yani “En İyi Film” diye çıkmıyorum. Yine de iddialı bulundu, dolayısıyla buna geri döndük. Çünkü ben “Senenin En İyi Filmi”ni görsem de gider izlerdim. Kim bu salak acaba, derdim (gülüyor).
Bu aslında Sundance’te ödül aldıktan sonra çektiğin ilk uzun metrajlı film ve bu anlamda ilk İngilizce filmin, değil mi? Biraz anlatır mısın, neden İngilizce, neden New York, Sundance’in bunda bir etkisi oldu mu? Bir sürü soru sana...
Tüm bunlar tabii Sundance’le başlamıyor. Benim ilk çektiğim film ilk MoMA’da gösterildi. İkinci filmim SarmaşıkSundance’te açıldı, sonra Toronto’da açıldı. East End Festivali’nde ödül aldı. Üçüncü filmim Sundance’te Büyük Jüri Ödülü’nü aldı. Sonra ben CAA (Creative ArtistsAgency) tarafından temsil edilmeye başladım. Sarmaşık’tan sonra UTA (United TalentAgency) temsil ediyordu beni ama çok ilgilenmiyorlardı benimle, Sundance sonrası CAA’e geçtim.
Dolayısıyla o ayakları doğru oturtmak lazım. Sundance’ten sonra beni bir avukatlık firması da temsil etmeye başladı. Bu avukatlık firmalarını sen kendin bulamıyorsun; çünkü senin yaptığın anlaşmalardan yüzde 10 alıyorlar ve dolayısıyla onlar gelip seni temsil etmek istiyoruz, diyorlar. Eğlence sektöründeki avukatlar saatle falan para almıyorlar, farklı bir sistem. Benim mesela avukatım Spielberg’ün de avukatı, Adam Sandler’ın da avukatı. Sektördeki en iyi avukatlık firması. Orada çok fazla işlevi var avukatların, bir oyuncuya mı ulaşmak istiyorsun mesela ya da bir menajere… Herkesle tanıştıkları için… Hani Entourage’da falan görüyoruz ya, tehlikeli tipler oluyor avukatlar, onun gibi aynı. Benimki çok tatlı bir kadın gerçi ama…
Yani bir ekibin de seninle çalışıyor olması lazım, onu söylemek istiyorum. Sadece Sundance değil, parçaların birbirine oturması lazım.
İngilizce oluşu peki filmin? Yani sen özellikle diyalog yazımında çok ustasındır, başka bir dilde yazmak gözünü korkutmadı mı? Bir fark var mı örneğin Türkçe ya da İngilizce yazmak arasında?
Yok, hatta garip bir biçimde daha özgürleştirici bir yandan da. Ben bunu çok önceden yazmaya başladım, Barselona’da yaşadığım bir dönem oldu, bir buçuk ay falan gibi, 2015 senesinde ve ta o zamandan bununla ilgili notlar almaya başlamıştım. Bende öyle oluyor hep zaten, küçük küçük notlar alıyorum. Hikâyenin yapısı İngilizce yazmamı gerektirdi. Yani Sundance’ten sonra kariyerim için en iyisi şimdi şunu yapmam gibi şeyler yapamıyorum ben, öyle yapsaydım Sarmaşık’tan sonra Kelebekler’i çekmezdim, Kelebekler’den sonra Bartu Ben’i yapmazdım. Bir yerden tutunup bir yere devam etmek; hiç yapmadım hayatımda. Bunu da konusu itibarıyla İngilizce yazdım.
2015’te notlar almaya başladığımda biraz daha seri katil hikâyesiydi, ilişki kısmı yoktu, şimdiyse daha ilişki filmi gibi oldu. Ama seri katil bizde, yani Türkiye’de yok, baktığın zaman evlilik danışmanı diye bir şey de yok. New York’u da çok seviyorum ve geri bir şey vermek istiyordum kente. Benim film yapmayı öğrendiğim yer New York; oraya kendi filmimle dönmek, filmin Tribeca Film Festivali’nde açılması, tamamen New York’luların oynaması ve New York izleyicisinden seyirci ödülü alması… Benim çemberi çok güzel kapattı tüm bunlar.
New York’ta film çekmek pahalı değil mi, hep duyuyoruz bunu.
Çok pahalı hem de. Delilik. Deli yapımcılar bulman lazım, benimkiler deliydi. Hani Sinatra diyor ya, “New York’ta yapabiliyorsan dünyanın her yerinde yaparsın.” Hayır abi, İstanbul’da yapmayı öğrendiysen dünyanın her yerinde yapıyorsun, onu gördüm ben (gülüyor). Bir araya gelip yaptık açıkçası, oradan biraz, buradan biraz… Ama sert, Manhattan sert. Filmin bir kısmı Brooklyn’de geçiyor, bir kısmı Manhattan’da geçiyor. Çekmek de sert, sessiz bir köşe bulmak imkânsız neredeyse. Chinatown’da cuma akşamı çekim yaptık. O planı oraya koyan yönetmen yardımcısına sevgilerimi iletiyorum –hepsi çok iyiydi aslında ama– niye yani, niye? (Gülüyor.) Bir şey mi deniyoruz, niye böyle bir şey yapıyoruz? 21 günde çektik.
Yine çok kısa. Ben artık bu filmde daha rahat ve uzun uzun çekmişsindir diyordum.
Yok. Benim bütün filmlerimi toplasan bir Nuri Bilge’nin filmine yetişemiyorum. 19 gün, 18 gün, 21 gün…
Amerika’da ama bağımsız film kategorisine giriyor değil mi bu film?
Tabii, en alt seviyesindeyiz. Onlarda bir de öyle bir durum var; Tier 1, Tier 2 gibi şeyler var. Mesela sen bir görüntü yönetmeniyle anlaştın, mesela 200 bin dolara anlaştın, sallıyorum şimdi, 8,1-8,2 milyona kadarsa bütçen Tier 1’desin. Bazı standartları var, bütçene göre yerin değişiyor o skalada. Mesela bütçen 8,3 milyon olursa sen 200 bin dolara devam edemiyorsun o görüntü yönetmeniyle, artık 450 bin olmak zorunda ücret. Bütçeleri ayırmışlar öyle. Biz en alt seviyedeydik, bizim altımızda da tier bile olmayan bağımsızlar var.
Nasıl bir deneyim ABD’de film çekmek?
Sabır gerektiriyor bir kere. Çünkü orada tamamen başka bir finans yapısı var, her şeyin yapısı başka. Mesela bir ara oyuncu kadrosundan sadece Steve Buscemi’nin fotoğrafı vardı cast odasında, yanında da bir tane lamanın resmi vardı. (Lamanın kısa ama çarpıcı bir rolü var filmde.) Lama bile terk etti beni, lamanın programına uyamadık (gülüyor). Diyorum ki ne yapıyor bu lama, standup şovu mu var? Ne demek gelemiyor, programı uymuyor ne demek, diyorum ya.
Steve Buscemi’nin yanına kimseyi koyamıyorduk ama neredeyse herkesle konuştum gibi. Yani RachelBrosnahan’dan tut, JunoTemple’a, kimler kimler.Çok gelmek isteyen insanlar oldu ama biz bir türlü kadroyu oturtamadık, o oturmayınca finans bulmak zor. Bir de yazar grevine denk geldi, tabii kimse de grev sırasında film çektikleri haberi çıksın istemiyor, grev kırıcı gibi.Üç buçuk senedir uğraşıyoruz biz bu filmle. Bu arada pandemi falan da girdi malum. Yani çok garip bir süreçti. Çok şey öğrendim bu süreçte.
Mesela?
Bir kere şunu öğrendim, istersek her yerde her şeyi yapabiliriz. En önemlisi o. Her yerin kuralları farklı, kafa yapısı başka ama bir şekilde biz, Türk sinemacıları, çözmeye odaklı büyümüşüz. Ben de artık 100 reklam filmi oldu, kaç platform işi oldu, dördüncü filmimi yazdım, çektim, yapımcılığını yaptım, herhalde altı filmin daha yapımcılığını yaptım bugüne kadar, kısa filmleri saymıyorum bile, dolayısıyla yapmayı biliyoruz.
Ekip ruhu da aynı oradaki, New York ekiplerini çok sevdim, onların da beni sevdiğini biliyorum. Ekiple ilişkimiz çok iyiydi. Sahadaki yapımcımız da,lineproducer, ben hiç bu kadar yüzde 150’sini verecek biri olmasını beklemiyordum doğrusu. Türk ekiplerine, İstanbul ekiplerine çok benzetim o yüzden. Los Angeles’ta da film çektim ben, Berlin’dede, Londra’da da… Mesela Londra ekipleri yaşlıdır, Berlin ekipleri daha az bilgilidir; işlerini yaparlar ama çok düzlerdir. Los Angeles’takiler biraz böyle fabrikaya gelip giden işçiler gibidir. Ama bunlar çözmeye odaklı, kafa çalışıyor, hızlı davranmaya okeyler.
Türkiye’de çok ciddi bir ekonomik kriz içindeyiz, enflasyon aldı başını gitti malum. Bu durumda Türkiye’de film çekmek ekonomik olarak ne kadar anlamlı sence, yoksa ABD daha mı iyi?
Bu filmi yaparken bir yandan da Tarık Aktaş’ın yeni filminin yapımcılığını yaptım. Şimdi de Ali Vatansever yeni filmini yapıyor mesela. Onlarda da görüyorum, bizim sektörde şöyle garip bir şey var, Türkiye’de yani… 2 artı 2’yi tartışabilirim bak, yani alırken 3, satarken 5 diyebilirsin bana, bak bundaki mantığı anlarım ben. Ama bizim sektörümüzde 2 artı 3 eşittir eksi 2. Yani 2 milyon liran var, 3 milyon lira daha bulacaksın ki filmi 2 milyon lira borçla bitirebilesin. Bunun matematiğini ben anlamakta zorluk çekiyorum. 2 artı 3’ün eksi 2 olduğu başka bir sektör daha yok. Muhtemelen başka bir ülke de yok.
Mesela bana yakın zaman önce bir reklam filminin yapımcılığını ve yönetmenliğini yapmam için bir teklif geldi, senaryosu İngilizce, buradaki bir yazılım şirketinin işiydi. New York’ta da bağlantılarım olduğu için oradan da fiyat aldım, buradan da aldım. New York’ta çekersen buranın yarısına çekiyorsun aldığım fiyata göre, ki New York pahalı. Çünkü buradaki ekipler haklı olarak yarın enflasyonun ne olacağını bilmediği için baz fiyatlarını yükselttiler. Yarın paranın yine çarçur olacağını biliyorlar çünkü. Ama şu anda yazdığım, not almaya başladığım yeni film Türkçe mesela, onu soruyorsan eğer. Beni heyecanlandırıyor çünkü. Hatta muhtemelen üç film olacak, bir intikam hikâyesi, komedi değil bu sefer. 1920’lerde geçiyor, hani o eski LadySnowblood gibi Japon filmleri vardır ya, öyle bir havası da var, hafif bir western havası da. Yaşar Kemal de var, GabrielGarcíaMárquez de var. Çok güzel geliyor bana hikâyesi, şu anda heyecan veriyor bana, anlatırken tüylerim diken diken oldu yine.
Sen filmlerinde başroldeki karakterlerden birinin adını Kenan koyuyorsun hep, senin göbek adın aslında Kenan. Burada da Kenan küçük bir değişiklikle Keane olmuş. Peki ya Suzan? Burada da Suzy olarak çıkıyor karşımıza.O adı neden kullandığının bir hikâyesi var mı?
Gişe Memuru’ndan beri var Suzan ama neden bilmiyorum doğrusu. O filmde Artun’un sevgilisiydi Suzi, sonra senaryodan bile çıkmış olabilir. Suzi’lerim tekinsiz biraz benim, burada da öyle.Britt de [Lower] Suzi çalıştığını biliyordu, Kelebekler’i biliyor, oyuncuların hepsi tabii benim bütün filmlerimi biliyorlar, öyle geliyorlar. “Suzi’yi nasıl devralacağım?” sorusuyla geldi Britt sete, bir Suzi geleneği var çünkü. Bende Afar geleneği var biliyorsun (bu filmdeki otelin adı Afar örneğin), Meteor sigarası içerler karakterler, o da başka bir gelenek. Var böyle geleneklerim, güvende mi hissettiriyor, bilmiyorum.
İngiliz sinemacı Peter Greenaway’i çok sevdiğini biliyorum –ki ben de bayılırım– seni onda en çok etkileyen nedir?
Her şeyden önce ışık tabii, kompozisyon ve ışık. Bende söz dışında derdini anlatma diye bir şey yoktu, şiir ve öyküydü benim için her şey. Sinefil bile değildim. Yapmaya başladıkça sevdim aslında, şanstır yani benim yönetmenliğe geçmem. Beni ilk Peter Greenaway, özellikle de A ZedandTwoNoughts filmi çarptı. Âşık olmuştum ya resmen, ışık yapmak istiyordum sadece. Mesela bu son filmin ışığı da benim çok zevk aldığım ışıklardan oldu, Natalie[Kingston, görüntü yönetmeni] çok iyi bir iş çıkardı. Işık çok önemlidir benim için, en başından beri, arkadaşlarımın kısa filmlerinde falan ışıkçılık yaptım mesela, okulda ışık egzersizleri yapardım hep.
Işığa merak salınca resme de merak saldın mı?
Hayır ama benim hayatımda çok önemli yeri olan resimler vardır mesela. Bakış açımı ve sanatsal yaklaşımımı değiştiren birkaç resim var. Edward Hopper resimleri bir defa;Gişe Memuru’ndan beri kafamda olan biridir Hopper.
Ama onun dışında sanatsal yaklaşımımı en çok değiştiren resim... Siena ile Firenze’nin savaşını gösteren –galiba Floransa’da belediye sarayındaydı– büyük bir resim vardır, binlerce insan birbirini öldürmeye çalışır.O yaz tatilinde Rönesans eserlerini, daha klasik ama şaşaalı, böyle büyük büyük sözleri olan ve güzelliği öne çıkarmaya çalışan şeyi gördüğüm zaman, özellikle de o resmi gördüğüm zaman oturmuştu.“Ben ne yapmak istiyorum”u çok düşündüm. Niye insanlar, ava gittikten sonra döndüklerinde bana avladıkları şeyden versinler, bir sanatçı olarak… Çünkü bir şey hissettirmek istiyorum ben insanlara.Niye bir şeyler anlatmak istiyorum sorusunun cevabı bu; benim için onlara bir şey hissettirmek, mesela daha zeki olmalarını sağlamaktan daha önemli. Daha doğrusu zaten o hissettirmekle insanları hikâyeye bağlarsın, onu gözardı etmemek… O resme baktığın zaman “haa” oluyorsun, ben de insanlar filmime baktığım zaman “haa” olsun, o hayret, o müthiş şaşkınlık ve hayranlık, nefessiz kalma hissini yaşasınlar istiyorum.
O yüzden biraz fazla fazlayım belki. O konuda yaş almayla oturacak çok şey var ama korkak değilim onu biliyorum en azından, hissettirme, yaşatma veya şaşırtma noktasında. Bence bir sanatçının görevlerinden biri de budur. Yani ben bir şeye baktığımda sadece beni entelektüel olarak tatmin ediyorsa bununla yetinmiyorum, bence bu eskiyecek, eskiyor, eskimekte… Ben hem entelektüel olarak düşündürüp bir yandan da biraz daha pornografik bir şekilde bir şeyler uyandırabilirim insanlarda. Bence insanların benim için,“Ödül mödül almış ama sıkıcı değil,” demeleri bundan kaynaklanıyor olabilir (gülüyor).