Sonbaharda sinema heyecanımızı körükleyen etkinliklerin başında gelen Filmekimi bu yıl 23. kez düzenleniyor. 2002’den bu yana düzenlenen etkinlik, İstanbul Film Festivali’nde takvim sebebiyle izleyemediğimiz önemli yapımları bizlerle buluşturuyor ve özellikle mayıs ayındaki Cannes Film Festivali’nde boy gösterenleri çok gecikmeden izlememizi sağlıyor.4-13 Ekim tarihlerinde düzenlenen etkinlik bir süredir İstanbul dışındaki izleyiciyle de buluşuyor. Bu yıl da yine İstanbul’un ardından Diyarbakır, Ankara ve İzmir’i de şenlendirecek. Biz de sizin için Cannes’da farklı bölümlerde gösterilmiş, kimileri önemli ödüller de kazanmış filmler arasından 15 yapım (bir de bonus ekledik) seçtik. Yazımızı bitirdiğimizde tüm program açıklanmamıştı, o yüzden İKSV’nin sitesinden kontrol etmenizde ve seçkinin tamamını incelemenizde fayda var.
Anora, Sean Baker
Steven Soderbergh de, Quentin Tarantino da, Cannes’da Altın Palmiye aldıkları için belki de, Amerikan bağımsız sinemasının kralları olarak adlandırıldılar, özellikle kariyerlerinin ilk yıllarında. Şimdi yeni bir kralı var âlemin ve o da biraz geç de olsa Altın Palmiye’sini aldı. Anora’yla bu yıl Cannes’da sinema dünyasının zirvesine kurulan Sean Baker’dan söz ediyoruz elbette.
Cannes’da çok büyük sükse yapan ve hem izleyicinin hem de eleştirmenlerin söz birliği etmişçesine alkışladığı Anora, New York’taki bir gece kulübünde çalışan seks işçisi Ani’nin (ya da Anora) hikâyesini anlatıyor. Baker, spontane bir kararla müşterisi genç ve zengin Rus İvan’la evlenen Anora’nın maceralı hayatına tanık ediyor izleyiciyi. Baker’ın daha önceki filmlerinden aşina olduğumuz akıcı stili, başroldeki Mikey Madison’ın birinci sınıf performansıyla birleşince ortaya iki buçuk saate yakın süresine rağmen su gibi geçip giden bir film çıkıyor. İvan rolünde yeni bir Timothee Chalamet geliyor duygusunu veren genç oyuncu Mark Eydeshteyn de takdire şayan doğrusu.
The Shrouds, David Cronenberg
Kanadalı sinemacı David Cronenberg Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi The Shrouds’da, yine sadece onun gibi tuhaf kafası olan bir yaratıcının el atacağı bir konuyu işliyor.
Teknoloji alanında büyük bir servet kazanan işinsanı Karsh (Vincent Cassel) ölen eşinin ardından yeni ve özel bir kefen geliştiriyor. Bu kefen sayesinde mezardaki ölünün bedenindeki çürümeyi gerçek zamanlı olarak izlemek mümkün olacak ve bu da her ne kadar tuhaf görünse deyas sürecini atlatmasında Karsh’a yardımcı olacaktır. Üstelik bu kefenlerle gömülenlerin bulunduğu özel bir mezarlık da vardır; ancak birileri bu mezarlığa saldırarak ciddi bir zarar veriyor.
Senaryoyu eşinin ölümünün ardından yazdığını anlatan Cronenberg, filmin bazı noktalarını havada bıraktığı yönündeki eleştirileri şöyle yanıtıyor: “Aslında Netflix için çekilecek 10 bölümlük bir dizi projesiydi bu ama Netflix vazgeçince sadece ilk iki bölümü birleştirerek bu filmi çektim. Devamı bu yüzden gelmedi.”
The Substance, Coralie Fargeat
Fransız sinemacı Coralie Fargeat’ın Cannes’da bir hayli sükse yapan filmi The Substance neredeyse Cronenberg’in çektiği bir film gibi duruyor; nitekim “beden korkusu” denince akla gelen ilk isimlerden biri hâlâ o ve Fargeat’nın filmi de bu türün sağlam örneklerinden biri.
Bir yanıyla da güçlü bir Hollywood ve kozmetik sektörü eleştirisi olan The Substance, eğlence sektörünün kabul edemeyeceği bir yaşa geldiği için işsiz kalan bir TV yıldızının gizemli bir madde (bir çeşit serum) sayesinde gençleşerek (hatta yeni ve seksi bir genç kadına dönüşerek) kendine ikinci bir kariyer yaratmasını anlatıyor. Demi Moore’un canlandırdığı TV yıldızı Elisabeth Sparkle’ın genç versiyonunu Margaret Qualley’in oynadığı filmde tahammülü zor kimi sahneler olduğu gerçek ama Fargeat’nın son derece stilize bir üslupla çektiği ve Cannes’da kendisine En İyi Senaryo Ödülü kazandıran The Substance mizah dozu yüksek ve feminist damarı sağlam bir iş.
Le Comte de Monte-Cristo, Alexandre de La Patelliére ve Matthieu Delaporte
Alexandre Dumas’nın aynı adlı eserinin son uyarlaması olan Le Comte de Monte-Cristo Fransız sinemasının bu yılki en iddialı gişe filmlerinden. 7’den 70’e herkesin keyifle izleyeceği bu maceranın oyuncu kadrosunda Comédie Française’e kabul edilen en genç oyuncu unvanına sahip Pierre Niney başta olmak üzere son dönemin önemli yıldızları da yer alıyor. Yaklaşık 43 milyon euro bütçesiyle 2024’ün en pahalı Fransız filmi olan Le Comte de Monte-Cristo sadece Fransa’da 7 milyon izlendi.
The Surfer, Lorcan Finnegan
Sağlam bir Nicolas Cage performansı izlemediğimiz bir festival yarım sayılır! Şaka bir yana, Avustralya-İrlanda ortak yapımı The Surfer bir yandan ’70’li yılların Avustralya sinemasına (hani o Peter Weir, George Miller gibi isimlerin parladığı döneme) hem de Nicolas Roeg ve Ted Kotcheff gibi Avustralya’nın “gizemli” atmosferini kendi sinemalarıyla harmanlayan “yabancı” (ilki İngiliz, diğeri Kanadalı) yönetmenlere selam yollayan düşük bütçeli bir indie (hatta neredeyse B movie) gerilim. Unutmayalım ki filmin yönetmeni Lorcan Finnegan ve senaristi Thomas Martin de Avustralyalı falan değil, İrlandalı… Sörfüyle sahil sahil dolaşan ve sörfün hayata dair metaforlarını sıralayan Nicolas Cage’e filmde eşlik eden isimlerden biri de Nip/Tuck dizisiyle ünlenen Julian McMahon.
Three Kilometres to the End of the World, Emanuel Parvu
Cannes’da 2010’dan beri verilen Queer Palm Ödülü’nü bu yıl kazanan Three Kilometres to the End of the World, Rumen oyuncu ve yönetmen Emanet Parvu’nun imzasını taşıyor. Parvu, Rumen Yeni Dalga akımının (Çavuşesku rejimi yıkıldıktan sonra Romanya’da görece özgürce film çekmeye başlayan sinemacıların kategorize edildiği bir akım) önemli isimlerinin oynamış bir oyuncu ve anlaşılan o ki onlardan bir hayli el almış. Akla Graduation’ı getiren ama odağındaki meseleyi LGBTİQ+ temasıyla dönüştürmüş bir film Three Kilometres ve gerilim düzeyi yüksek bir sosyal drama. Eşcinsel Adi’nin şiddete uğramasının ardından babasının adalet arayışı ve ailenin oğullarının gerçek kimliğiyle yüzleşmesi ekseninde ilerlen film, izleyiciyi de bir yüzleşmeye davet ediyor elbette.
The Seed of the Sacred Fig, Mohammad Rasoulof
Cannes’ın muhtemelen son yıllardaki en sansasyonel olaylarından biri, İranlı muhalif yönetmen Mohammad Rasoulof’un memleketinden kaçarak (tıpkı 40 küsur yıl önce Yılmaz Güney’in yaptığı gibi) Cannes’a gelişi oldu. Almanya üzerinden Cannes’a gelen ve “Kaçmasaydım ben de birçokları gibi dört duvar arasına kapatılacaktım,” diyen Rasoulof’un son filmi, festivalde Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Film son zamanlarda İran’da yükselen ve özellikle kadınların kıyafet özgürlüğü üzerinde yoğunlaşan protestolar ve çatışmalarla (daha doğrusu kadınların şiddete uğraması, hatta öldürülmesi) gelişen toplumsal olayların ortasında kalan bir yargıç ile ailesinin etrafında şekilleniyor. Filmin Almanya adına Oscar yarışına girdiğini de belirtmekte yarar var.
Oh, Canada, Paul Schrader
ABD’li senarist ve yönetmen Paul Schrader, Taxi Driver, Raging Bull gibi artık klasikleşmiş filmlerin bulunduğu sayısız senaryonun yazarı ve American Gigolo gibi filmlerin yönetmeni. Birlikte çalıştıkları ilk film olan American Gigolo’dan 44 yıl sonra yeniden bir araya geldiği Richard Gere’in başrolünde olduğu Oh, Canada, yaşlı ve ölümcül bir hastalıkla boğuşan ünlü yönetmen Leonard Fife’ın hayatını anlatan bir belgesel filmin izini sürüyor. Kendi geçmişine dair itiraflarda bulunan Fife’ın artık pek de güvenilir olmayan hafızasının onu yarı yolda bırakmasıyla bulanıklaşan hayat hikâyesinin ne kadarının gerçek ne kadarının hayal ürünü olduğu ise bir noktadan sonra Oh, Canada’nın temel meselesi haline geliyor.
Le Procès du Chien, Lætitia Dosch
Fransız oyuncu Lætitia Dosch’un ilk yönetmenliği olan Le Procès du Chien, Cannes’da “Un Certain Regard” bölümünde yarışmış ve En İyi Köpek Ödülü’nü (festivalin tartışmasız en sevimli ödülü) almıştı. Fransa’da yıllar önce görülmüş gerçek bir davadan hareketle çekilen filmde yabancıları ısırdığı için hukuk karşısına çıkarılan bir köpeğin hikâyesini izliyoruz. Görme engelli sahibinin rehberi ve koruyucusu olan Cosmos, ısırma vakaları sonucu adaletin karşısına çıkarıldığında onu bekleyen ölüm (hani bizde ötenazi deniyor ya) cezasına karşı kendini savunmak zorunda kalacaktır. Tabii ki idealist avukatının yardımlarıyla. Ortaçağ’dan bu yana ilk kez bir köpeğin yargılandığı bu davayı izlerken memleketimizde ciddi bir hayvan katliamına yol açan o çok yanlış ve kötü niyetli yasayı da aklınıza getireceğinizden kuşkumuz yok.
Parthenope, Paolo Sorrentino
İtalyan sinemasının günümüzdeki en parlak isimlerinden Paolo Sorrentino, son filmiyle tam da kendinden beklenen bir işle çıktı izleyici karşısına. Merkezinde son derece alımlı bir genç kadının (Celeste Dalla Porta) yer aldığı ve Sorrentino’nun doğup büyüdüğü Napoli’de geçen Parthenope, yine yönetmenin kendi geçmişine döndüğü ve gerçekle fanteziyi harmanlayarak yazdığı romantik bir film. Güzel Parthenope ve iki erkek kardeşinin etrafında dönen filmde önceki filmlerinden aşina olduğumuz Sorrentino anları ve Amerikalı ünlü yazar John Cheever rolünde çok hoş bir performans sunan karizmatik aktör Gary Oldman var.
Grand Tour, Miguel Gomes
Portekizli sinemacı Miguel Gomes’in son filmi Grand Tour, yıllar önce çektiği ve onu dünya sinemasının önemli ustaları arasına sokan o müthiş Tabu ayarında bir iş olmuş. Siyah beyaz melankolik atmosferiyle yine izleyiciyi çabucak Gomez’in o büyülü evrenine sokan film, 1918’de Britanya kolonisi Burma’da geçiyor. Evlenecekleri gün nişanlısı Edward’ın ortadan kaybolmasıyla Molly’nin onun izini sürmek için yollara düşmesini anlatan Grand Tour’un odağında kadın hikâyesi var; her ne kadar yönetmeni erkek olsa da (senaryoda çokça kadının parmağı var, onu da ıskalamayalım). Gomez’in festivalden En İyi Yönetmen Ödülü’yle döndüğü film, onun sinemasına, filmlerinin yarattığı esriklik duygusuna ve sonrasında gelen “Tuhaf ama muhteşem bir rüya gördüm,” izlenimine tutkun olanların özellikle bayılacağı bir film.
Emilia Pérez, Jacques Audiard
Yılın olay filmlerinden biri Emilia Pérez. Fransız sinemacı Jacques Audiard’ın kendi kaleme aldığı bir opera librettosundan hareketle yönettiği film, aslında Boris Razon’un Écoute romanındaki bir karakterin üzerine inşa edilmiş bir senaryoya sahip. Opera olarak sahnelemektense İspanyolca bir film olarak bu hikâyeyi çekmeyi tercih eden Audiard, Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve uyuşturucu kartelleri, kadın cinayetleri gibi konuları harmanladığı bu filmiyle iki ödül birden aldı: En İyi Kadın Oyuncu (ki jüri bu ödülü filmdeki dört kadın oyuncuya birden vermeyi tercih etti) ve Jüri Ödülü. Kimilerinin Meksika’da geçen bir Sefiller olarak tanımladığı bu film için Audiard, “İçinde şarkılar olduğu için bir müzikal komedi gibi sanılabilir ama aslında trajik bir hikâye bu,” diyor.
All We Imagine As Light, Payal Kapadia
İnanması güç belki ama 30 yıldır, 1994’teki Shaji N. Karun imzalı My Own’dan beri, Altın Palmiye seçkisine alınan ilk Hint filmi oldu All We Imagine As Light. Payal Kapadia’nın imzasını taşıyan ve hayatlarından, eşleriyle olan ilişkilerinden üç mutsuz kadının “umut” yolculuklarını anlatan film, popüler Hint sinemasının alışılmış tüm kalıplarından uzakta, adeta anti-Bollywood bir yapım denebilir. Önemli bir bölümü Mumbai’de geçen ve geri planda ülkenin sosyal yapısını gerçekçi bir şekilde resmeden filmin şairane adı için Kapadia, “Uzun zaman karanlıkta kapalı kalınca ışığın ne olduğunu bilemiyoruz ve bir çıkış yolu olduğunu, bir umut olduğunu da görmeyebiliyoruz,” demişti. Son tahlilde kadın dayanışmasının kazandığı ve umudun bu dayanışmada olduğunu söyleyen bir film All We Imagine as Light. Festivalin en prestijli ikinci ödülü olan Büyük Ödül’ü aldığını da ekleyelim.
Le Deuxiéme Acte, Quentin Dupieux
Fransız sinemasının ayrıksı isimlerinden Quentin Dupieux, son altı yılda çektiği sekiz filmle muhtemelen kariyerinin en üretken dönemini yaşıyor. Le Deuxiéme Acte, hemen tüm filmlerinde olduğu gibi Dupieux’nün senaryosunu yazdığı, görüntü yönetmenliğini ve kurgusunu da üstlendiği bir yapım. Zaman zaman kendi film müziklerini de besteleyen Dupieux’nün neredeyse sinemada olduğu kadar başarılı bir müzik kariyeri de olduğunu ve Mr. Oizo adında ünlü bir DJ olarak tanındığını ekleyelim. Fransız sinemasının önemli yıldızlarının birlikte çalışmak için can attığı yönetmenin romantik komedi tarzındaki filminde Léa Seydoux, Louis Garrel, Vincent Lindon ve son yılların en parlak çıkışlarından birini yapan Raphaël Quenard rol alıyor. Filmdeki kaydırmalı sahnenin (tracking shot) sinema tarihinin en uzunlarından biri.
Good One, India Donaldson
Yeni Zelandalı ünlü sinemacı Roger Donaldson’ın kızı India Donaldson’ın ilk uzun metrajlı filminde, babası ve onun yakın bir arkadaşıyla kamp gezisine çıkan lezbiyen bir genç kızın hikâyesini anlatıyor. Bir yandan baba ile kızın ilişkisine odaklanırken bir yandan da kamp sırasında yaşananlar üzerinden farklı ilişki dinamiklerini inceliyor Good One. Pandemideki kapanma sürecinin zor geçtiğini ve bu senaryonun da o sırada ortaya çıktığını anlatan Donaldson, “Pandemide uzun zaman sonra ilk kez ailemle birlikte yaşadım ve o kapanma sırasında aile dinamiklerinin nasıl ilginç şekillerde yüzeye çıkabildiğini gördüm. Böyle durumlarda, özellikle aynı kişilerle uzun zaman birlikte olduğunuzda açık alanların bile klostrofobik olduğunu fark ediyorsunuz,” diyor.
Bonus: C’est Pas Moi, Leos Carax
Fransız sinemacı Leos Carax’ın 40 dakikalık kısa filmi C’est Pas Moi bir nevi bir otoportre, 40 yıllık bir kariyerin filmler ve karakterler üzerinden yapılmış bir özeti, hesabı kesilmemiş bir hayatın uçarı bir muhasebesi. Carax’ın sinemasına aşina olanların keyif alarak izleyeceği bu film en çok da onu çok iyi tanıyan, filmlerini ve belli sahneleri ezbere bilen tutkunları için bir hazine.
Şehirler, tarihler, salonlar:
İSTANBUL
4-13 Ekim
Atlas 1948, City’s Nişantaşı – CINEWAM Premium, Kadıköy Sineması, Sinematek/Sinema Evi
DİYARBAKIR
10-13 Ekim
Paribu Cineverse Diyarbakır Ceylan
ANKARA
17-27 Ekim
Kült Kavaklıdere
İZMİR
24-27 Ekim
Paribu Cineverse Konak Pier