Fransa’nın güneyinde, Cote d’Azur olarak da anılan sahil şeridinde dünyanın en zengin kesiminin mesken tuttuğu birbirinden güzel kasabalar, şehirler bulunuyor. Işıltılı hayatlar dendiğinde esasen buradan bahsediliyor, filmlerde, romanlarda, şarkılarda ve kaçınılmaz olarak başta magazin olmak üzere bilumum medyada. Monte Carlo, Monaco, Saint-Tropez, Nice, Antibes ve elbette Cannes... Resmî kayıtlar bu şerit boyunca 163 milletten insanların ev sahibi olduğunu belirtiyor ama aynı kayıtlarda yer alan “yabancı” sayısının gerçek sayıdan çok daha az olduğu da herkesin üstünde hemfikir olduğu bir tahmin. Hele son yıllarda dünyada yaşanan göç dalgalarının belki de en çok etkilediği bölgenin Akdeniz havzası olduğu düşünülürse…
MÖ 2. yüzyıla kadar giden bir tarihi var Cannes’ın. İlk yerleşimler burada Liguryalılar tarafından yapılmış. Haritaya baktığınızda Cannes’ın İtalyan sınırına ne kadar yakın olduğunu gördüğünüzde bu yerleşimin o taraftan gelenlerce başlatılması çok şaşırtıcı değil. Bugün bile Cannes’da Fransız mutfağı kadar (hatta belki daha da fazla) İtalyan mutfağı servis eden lokantanın bulunduğunu görürsünüz. Tabii ki bu yazının konusu mutfak kültürü değil (yoksa çok kısa bir süre önce açılan “Rüya” adlı Anadolu mutfağı odaklı lüks restorandan da bahsederdik), Cannes’ı dünyanın gündemine oturtan ve bu yıl 77. kez düzenlenen Cannes Film Festivali; o yüzden tarih ve coğrafya kısmını hızlıca geride bırakarak konumuza odaklanalım.
İlk kez 1946 yılında düzenlense de Cannes’da uluslararası bir sinema festivali düzenleme fikri 1938 yılında zamanın eğitim bakanı Jean Zay’in tarihçi Philippe Erlanger ile sinema gazetecisi Robert Favre Le Bret’in ortak istişareleri sonucu vardığı karara dayanıyor. Amaç elbette o zamanlar dünyada tek olarak gösterilen Venedik Film Festivali’yle rekabet etmek. İtalya’nın faşist bir rejimle idare edildiği o yıllarda (düşünün ki 1937’de Jean Renoir’ın La Grande Illusion adlı pasifist başyapıtının festivalde ödül almaması için Benito Mussolini’nin müdahale ettiği söyleniyor) bu rekabetin anlamı da çok daha geniş bir perspektifi kapsıyor elbette ama festivalin hayata geçirilmesi ancak İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra oluyor. Yani Mussolini ve Hitler’in Cannes’da başlayan yeni festivalin doğumunda dolaylı olarak önemli rol oynadıklarını söylemek çok da yanlış olmasa gerek. Cannes’ın festival ihalesini almasında ise bölgenin turistik çekiciliğinin yanı sıra şehir yönetiminin bizzat finansal açıdan destekte bulunma vaadinin ve etkinlik için büyük bir merkez inşa edeceklerini garanti etmelerinin katkısı büyük olmuş.
İşte o yıllarda inşa edilen (ilk binanın inşa tarihi 1949’du ve yeri de şimdikinden birkaç yüz metre daha doğudaydı) ve bugün (halen kullanılan binanın inşasına 1979’da başlandı ve 1982’de kullanıma açıldı) herkesin kısaca Festival Sarayı olarak andığı bu devasa merkez artık dünya sinemasının en büyük mabedi olarak kabul ediliyor. Her yönetmen buradaki en büyük salon olan Grand Theatre Lumiere’de filminin gösterilmesi hayaliyle yaşar; keza her oyuncu da o salona çıkan dünyaca ünlü basamakları adımlamayı ve bir noktada geriye dönüp kameralara poz vermeyi düşler. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle.
Festivalin yeni başkanı Iris Knobloch’la değişim rüzgârları

© FESTIVAL DE CANNES
Festivalin sanat yönetmenliğini (onların deyişiyle “genel delege”) 2001 yılından beri Thierry Fremaux üstleniyor. En büyük yük onun omuzlarında ama kâğıt üzerinde festival başkanı olan kişinin yetkileri daha üstte. Bugüne dek festival başkanının Fremaux’dan daha fazla söz sahibi olduğunu görmedik gerçi ama 2022 yılında bu göreve ilk kez bir kadının gelmesi (Iris Knobloch) acaba bazı şeyleri değiştirmiş midir, diye düşünmeden de edemiyoruz; tabii ki iyi anlamda bir değişiklik... Festival tarihinde sadece 3 kadın yönetmenin (1993’te Jane Campion, 2021’de Julia Ducournau ve 2023’te Justine Trier) Altın Palmiye alması ve En İyi Yönetmen ödülünün de sadece iki kez bir kadın yönetmene verilmiş olması (1961’de Yuliya Solntseva ve 2017’de Sofia Coppola) kadınlar açısından ciddi bir değişimin şart olduğunun bir göstergesi sanki.
Nitekim geçen yıl Altın Palmiye’yi alan kadın sinemacı Justine Trier’nin başarısının ardından, yüksek ihtimalle Iris Knobloch ile bu yılki jüri başkanı Greta Gerwig’in ortaklaşa baskısıyla (bu konuda resmî bir açıklamaya rastlamadım, içgüdülerimle yazıyorum bunu) kadın ağırlıklı bir jüri kurulmasının ödül gecesi açıklanan sonuçlarda ciddi etkisi olduğunu gördük kanımca. Hatırlanacağı üzere bu yıl aralarında Ebru Ceylan’ın da olduğu 9 kişilik jüride ABD’li oyuncu Lily Gladstone, Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki ve Fransız oyuncu Eva Green’le birlikte toplam 5 kadın vardı ve kadın ağırlıklı jürilerin ancak 2000’lerden sonra görülmeye başlandığı festival için artı puanlardan biriydi. Açılış gecesi dünya sinemasının en büyük kadın ikonlarından Meryl Streep’in özel bir Altın Palmiye’yle onurlandırılması ve Juliette Binoche’un ona ödülü verirken yaptığı duygusal konuşma da yine kadını önceleyen bu bakış açısının bir yansıması olarak algılanabilirdi.
Altın Palmiye seks işçisinin hikâyesine gitti

© FESTIVAL DE CANNES
Ödüllerin dağılımına baktığımızda bunu da açıkça görüyoruz aslında. Altın Palmiye seçkisinde kadın yönetmenlerin imzasını taşıyan filmler sayıca hâlâ bir hayli düşüktü belki ama ödüllerin hemen hepsinde kadınların ön planda olduğu da bir gerçekti. Birçoklarına göre “zayıf” bir seçkinin yer aldığı festivalin en popüler filmi Sean Baker’in imzasını taşıyan ve Anora adlı bir seks işçisinin başından geçenleri anlatan Anora olurken jüri de aynı yöne meyletmiş olacak ki Altın Palmiye’yi bu filme vermekte hiç tereddüt etmedi. Filmin başrolündeki Mikey Madison’ın üst düzey performansıyla yıldızlaştığı filmde erkeklerin dünyasında ayakta kalmaya çalışan ve dişe dişe mücadele eden Anora’nın hikâyesi –uzun süresine rağmen– hem hiç düşmeyen temposuyla hem de duygusallık ve mizah dengesini mükemmele yakın bir ustalıkla kuran kurgusuyla ödülü hak etmişti doğrusu. Yönetmen erkek olsa da filmin merkezinde bir kadın vardı ve daha önceki 3-4 filminde yine seks işçilerinin dünyasına bakan Baker onu sevenleri hayal kırıklığına uğratmamıştı. Mikey Madison’ın aldığı tepki ise doğrusu olağanüstüydü. Filmin ilk gösteriminde Grand Theatre Lumiere’de Madison’ın görüntüsünün ilk perdeye yansıdığı an salonda kopan alkış kıyamet onun zaten ciddi bir hayran kitlesi olduğunu gösteriyordu belki ama Anora’nın ona (ve onun da Anora’ya) çok şey kattığını söylemek gerek.
Hindistan 30 yıl sonra yarışmada

© FESTIVAL DE CANNES
Hindistan’dan neredeyse 30 yıl sonra Altın Palmiye yarışına kabul edilen ilk film olan All We Imagine As Light kadın sinemacı Payal Kapadia’nın yazıp yönettiği bir filmdi ve üç kadının dostluğu ve dayanışması eksenli bir yol hikâyesini anlatıyordu. Anti-Bollywood tarzıyla bildiğimiz Hint filmlerinden bir hayli farklı bir sinema diline sahip olan film jürinin Grand Prix’yle ödüllendirerek festivalin en önemli ikinci payesini verdiği yapım oldu. Ödülünü almak için üç oyuncusuyla birlikte sahneye çıkan Kapadia kadın dayanışmasının öneminden bahsettiği konuşmasında festivale de küçük bir sitem etmeden yapamadı ve, “Umarım bir sonraki Hint filmi için bu kadar uzun beklemezsiniz,” dedi. Haklıydı.
İran’dan kaçıp Cannes’a gelen sinemacı Yılmaz Güney’i hatırlattı

© FESTIVAL DE CANNES
İranlı sinemacı Mohammad Rasoulof’un 1982 yılında Yol filmiyle Altın Palmiye’yi kazanan Yılmaz Güney’i anımsatan kaçış hikâyesi bu yılın unutulmaz olaylarından biriydi şüphesiz. “Biz sinemanın gangsterleriyiz” sözleriyle dikkat çeken ve ülkesinde aldığı 8 yıllık hapis cezasından kaçarak Cannes’a ulaşan Rasoulof’un filminde de kadınlar yine ön plandaydı. Nasıl olmasın? Başlarını rejimin dayattığı şekilde örtmeyen kadınların kırbaçlandığı ve hatta öldürüldüğü bir ülke İran ve Rasoulof’un filminde de bu resmî kadın düşmanlığından yola çıkan bir hikâye var. Son yıllarda kadınların isyanıyla ve devletin onlara karşı devam ettirdiği şiddet suçlarıyla daha sık gündeme gelmeye başlayan İran’da kalsaydı birçok başka muhalif sanatçı gibi hapishane duvarları arasına kapatılacağını bilen Rasoulof kendi deyişiyle, “Sınırlarımız dışındaki kültürel İran’da olmayı tercih ettim,” diyerek dağları aşmış ve adını vermek istemediği bir ülkenin (muhtemelen Türkiye olduğunu düşünüyorum) sınırlarından geçerek İran’dan çıkmış. Sonra Almanya’ya, oradan da Cannes’a geçmiş. Festivalde jüri tarafından Özel Ödülü’yle taçlandırılan filmi The Seed of the Sacred FigFIPRESCI tarafından da ödüllendirildi. Oyuncularının bir kısmı İran’dan çıkamadığı için Cannes’a gelmediğinden kırmızı halıda ellerinde onların fotoğraflarıyla boy gösteren Rasoulof ve ekibi son gün gösterilen filmleriyle bu yılın en dikkat çeken ekiplerinden biriydi desek yanlış olmaz.
Miguel Gomes’in filminde yine bir kadın hikâyesi var
Tabu adlı filmiyle 2012 yılında büyük sükse yapan Portekizli sinemacı Miguel Gomes bu yıl son filmi Grand Tour’la katıldı festivale ve jüri tarafından En İyi Yönetmen payesiyle ödüllendirildi. 1918 yılında Burma’da geçen film evlenecekleri gün nişanlısı tarafından terk edilen bir kadının onu bulmak için çıktığı yolculuğu anlatıyor. Festivalin kadın hikâyelerine eklenen bu incelikli siyah beyaz film Cannes’da hayal kırıklığı yaratan Coppola, Cronenberg, Sorrentino gibi ustalardan sonra Miguel Gomes gibi bir sinemacının neden daha sık film çekmediği sorusunu akıllara düşürdü haliyle ama yönetmenin kendisinin de söylediği gibi finansman bulmak –hele de Grand Tour, Tabu gibi filmlere– hiç kolay değil ve işin asıl yorucu, uzun süren kısmı da bu maalesef. Cannes’da ödül almanız bile bu durumu pek değiştirmiyor.
Emilia Perez’in kadınlarına ödül

© FESTIVAL DE CANNES
Jacques Audiard’ın son filmi Emilia Perez festivalde jürinin birden fazla ödül verdiği tek yapım oldu. Kurallar gereği bir filme iki büyük ödül veremiyor jüri ama bu durumda olduğu gibi biri büyük, biri görece daha küçük iki ödül verdiği oluyor; büyük olan Jüri Ödülü, küçüğü ise En İyi Kadın Oyuncu Ödülü… 2015 yılında Dheepan’le Altın Palmiye alan Fransız sinemacı Audiard’ın trans bir mafya lideri ile karısı etrafında şekillenen müzikal filmi festivalin ilk yarısında olumlu anlamda ses getiren belki de tek yapımdı ve jüri de anlaşılan bu duruma kayıtsız kalmadı. İşin ilginç yanı jürinin filmin tüm kadın oyuncularını (ameliyatla cinsiyet değiştiren trans gangster Juan “Manitas” Del Monte rolünde Arjantinli trans oyuncu Karla Sofia Gascon, onun karısı rolünde Selena Gomez, Manitas’ın ona ameliyat konusunda yardımcı olan avukatı rolünde Zoe Saldana ve koca şiddeti mağduru Epifania rolünde Adriana Paz) birden ödüllendirmeyi uygun gördü ve belki de Cannes’da ödüllendirilen ilk ve tek trans oyuncunun yanına üç de kadın koyarak ilginç bir tartışmanın önünü açtı (birçokları Karla Sofia Gascon’un bu ödülü asıl hak edenoyuncu olduğu düşüncesindeydi zira). Jüri başkanı Greta Gerwig tören sonrası düzenlenen basın toplantısında bu durumu şöyle açıkladı: “Filmde tüm bu oyuncuların bir bütünü oluşturduğunu düşündük ve onları ayırmanın birlikte yarattıkları bu büyülü şeye haksızlık olacağına karar verdik. Aslında kadınların birlikteliği başka birçok filmde de vardı ve bu ödülü bu şekilde vererek biraz bunu da vurgulamak istedik. Tek başlarına hepsi parlıyordu ama bir araya geldiklerinde çok daha büyük bir şeye dönüştüler.”
En İyi Senaryo Ödülü The Substance’ın oldu

© CANNES
Kadın sinemacı Coralie Fargeat’nın yazıp yönettiği The Substance (Cevher adıyla bu yıl bitmeden MUBI’de izlememiz muhtemeldir) seyircinin ikiye bölündüğü filmlerden biri oldu. Kimileri bu mizah yüklü beden korkusuna bayılırken kimileri de kanlı sahneleri aşırı bularak filmi erken terk etti. Fransız yönetmen Fargeat’nın aslında Hollywood sistemini kalın harflerle eleştirdiği filmde yaşı ilerlediği için eski reytingleri toplayamadığı düşünülen bir TV yıldızının (Elizabeth Sparkle rolünde Demi Moore var) hikâyesi anlatılıyor. Kimyasal bir yolla içinden yeni ve genç bir benlik (Sue rolünde Margaret Qualley) çıkarılmasına müsaade eden ama sonra bu yarattığı canavarın kurbanı olduğunu fark eden Elizabeth ile Sue’nun hikâyesi kadınların bu piyasada var olabilmek için erkek bakışına hoş gelecek bir görünüme sahip olmalarının şart olduğundan yola çıkıyor. Demi Moore’un oyunculuğuyla bir hayli övgü aldığı filmi ya FilmEkimi’nde ya da MUBI’de kaçırmamanızı tavsiye ederim, hele ki korku filmi seviyorsanız.
Judith Godreche’in filmi Fransız #metoo hareketini başlatır mı?
Fransız oyuncu Judith Godreche 14 yaşındayken kendisinden bir hayli büyük yönetmen Benoit Jacquot’yla birliktelik yaşamaya başlamış ve 15 yaşında bir başka yönetmenin (Jacques Doillon) tecavüzüne uğramıştı. Her iki yönetmenle yaşadıklarını bu yılın başlarında anlatan Godreche her iki isme karşı da tecavüzden suç duyurusunda bulundu. Birkaç ay sonrasında Cannes’a çektiği kısa filmle gelen Godreche bir bakıma Fransız #metoo hareketini başlatan kişi oluyordu. Öyle ki çektiği kısa filmin adı bile Fransızcada aynı anlama gelen Moi Aussi’ydi. Aslına bakarsanız 2017’de The New York Times bir haberle Harvey Weinstein’in ipini pazara çıkarıp da #metoo hareketinin fitilini yaktığında Godreche de ilk konuşan yıldızlardan biri olmuş ve 24 yaşındayken yine Cannes’da Weinstein’in onu nasıl taciz ettiğini anlatmıştı. Özel Seanslar bölümünde gösterilen kısa filme ek olarak kırmızı halıda yaptığı “sessiz” eylem de yine festivalin ilk günlerinde bir hayli konuşuldu. Godreche ve 100’lerce tecavüz kurbanı kadınla konuşarak kurguladığı Moi Aussi filminin ekibi kırmızı halıda hep birlikte elleriyle ağızlarını kapatarak verdikleri pozla tüm dünya medyasının gündemine oturdular.
Kırmızı halı tartışmaları

© CANNES
Kırmızı halı demişken… Tüm dünya medyasının 12 gün boyunca dikkatle izlediği festivalde kırmızı halı seremonileri bir hayli ses getirdi haliyle. Kimileri burada poz veren ve kim oldukları bile tam olarak bilinmeyen “ünlü”lerin filmleri gölgede bıraktığını öne sürerek bunu kendince protesto etti, ki haklı oldukları hususlar var elbette. Örneğin Türkiye’den hiçbir film, festivalin resmî seçkisine giremezken birçok sinema ve TV oyuncusunun Cannes’daki galalarda boy göstermesi bir hayli tepki çekti. İşin aslı şu ki, özellikle sosyal medyanın hayatımıza da gitgide daha önemli ve büyük yer işgal etmeye başlamasıyla birlikte birçok marka (bu bir dondurma markası da olabilir, lüks bir mücevher markası da)burada kendi reklamlarını yapabilmek adına her ülkeden ünlü isimleri buraya getirterek marka yüzü gibi kullanıyorlar. Bunun da kolay kolay önüne geçmek olası değil. Markalar kendi adlarının duyulmasından, oyuncular da burada piyasa yapmaktan memnun oldukları sürece bu kampanyalar da tartışmalar da sürer gider. Bilenler bilir, eskiden Cannes’ın sahillerinde ünlü olmak isteyen yıldız adayları soyunarak gündem olurlardı, artık kırmızı halıda verdikleri pozlarla sosyal medyada takipçi kasarak şöhretlerini parlatıyorlar. Hatta bazıları kendi fotoğrafçılarıyla geliyor Cannes’a; ne de olsa dünyanın tüm magazin muhabirleri onları tanıyacak diye bir durum yok.
Ceylan ve Demirer’le gururlandık
Festivalin resmî seçkisinde Türkiye’den hiç film olmaması bizi üzdüyse de Altın Palmiye jürisinde görev yapan Ebru Ceylan’ın varlığıyla teselli bulduk. Daha önce Nobelli yazarımız Orhan Pamuk ile Altın Palmiyeli yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan bu jüride görev yapmıştı hatırlarsanız. Fatih Akın da yine bu jüride yer almış bir başka Türk kökenli isim. Ebru Ceylan’ın bu yıl kadınların ağırlıklı olduğu jüriye davet edilmesi ise elbette bizim için bir gurur vesilesi. Ceylan’ın dünya sinemasında rüştünü ispat etmiş bir senarist ve yönetmen olduğu gerçeğini bir kez daha vurguluyor bu davet. Öte yandan festivalin yan bölümlerinden Eleştirmenlerin Haftası’nda yarışan kısa film Noksan’la Cannes’dan önemli bir ödülle dönen Cem Demirer de bizi gururlandıran bir diğer isim oldu. Onun da sinema macerasının bundan sonraki her aşamasını merakla bekliyoruz doğrusu.