Tadao Andō, postmodernizmin dekoratif aşırılıkları ve yüksek teknolojinin mühendislik fetişlerinin seyreltilip kurumsal-ticari motiflere dönüştüğü bir sırada mimarlık sahnesinde aniden belirdi. Japon mimarın sade beton küpleri, manastır minimalizmini taşıyan evleri ve teatral, doğa unsurlarına açık şapelleri bir tür isyan, erken dönem modernizmin ilk prensiplerine yozlaşmaz bir geri dönüş olarak ortaya çıktı; ancak bunun içine savaş sanatları ustası bir keşişin tefekkür halindeki estetik bilgeliği ve maddi sertliği de yedirilmişti.
Minimalizmin kusursuz örneği haline gelen Andō’nun beton binalarını gerçekte sadece en sadık hayranları görmüştü. Eserleri çoğunlukla fotoğraflar aracılığıyla deneyimleniyordu.
Ne var ki bu 40 yıl önceydi. İlk günlerdeki o kusursuz beton sadeliğinden bu yana Andō bir yıldız mimar haline geldi, dünyanın dört bir yanında aldığı önemli işlerle ödüllendirildi. Bir zamanlar Japonya uzmanları ve minimalist tutkunlarının koruması altındaki Andō, artık Asya şirketleri ve büyük kültür kurumlarının mütevelli heyetleri tarafından büyük saygı görüyor. St. Louis’deki Pulitzer Sanat Vakfı’nın, Fort Worth Modern Sanat Müzesi’nin ve en kayda değer işlerinden biri olan, kültür sanat bağlamında Japonya’nın kutsal yeri sayılan Naoshima adasındaki bir dizi çarpıcı yapının da aralarında bulunduğu, son 10-20 yılın en saygın bazı müzelerini tasarladı.
Ama mimarlık dünyası değişmeye devam ediyor. Andō artık “yalnız erkek kahraman” çağına ait. Dünyanın gözleri sosyal aktivizme, karbonu minimize etmeye (betona parmak sallanıyor) ve mesleğin homojenliğini düzeltmeye çevrildi. Andō artık başka bir çağdan kalma yıldız mimar olarak görünmeye başlamıştı.
Derken, 2021’de Paris’te Ticaret Borsası açıldı (pandeminin ortasında açılmasaydı belki daha fazla ilgi toplayabilirdi). Uzun zamandır boş olan tarihî bir yapının modaya uygun bir şekilde yeniden kullanımı söz konusuydu. Bu, yoğun koruma altındaki eserler listesinde yer alan gazometre biçimindeki mekân, sanata ev sahipliği yapmak için hiç umut vaat etmiyordu. Ancak Andō burayı büyülü bir şeye dönüştürdü. Şimdiyse son derece karizmatik iç mekânıyla, bu güçlü ve ince adamın, mimarisiyle hâlâ kalpleri kazanabileceğini ve hâlâ şaşırtıp zevk verebileceğini gösteriyor.
© Tadao Ando Architect and Associates
Saygı duyulan bir kişilik
Andō’yla Koreli elektronik devi LG’nin Seul’deki sanat merkezinde bulunan dev kurumsal konser salonunun yan tarafındaki bir odada buluşuyorum. Çevresi personelle kuşatılmış, çemberin hemen dışındaki fotoğrafçı kalabalığı, gazeteciler ve halkla ilişkiler görevlileriyle Andō’yu bir başka odada kitap imzalarken bir anlığına görmüştüm. Her bir kitaba ya bir resim ya da karmaşık çizgiler çiziyordu. Saygıyla karşılandığı çok açıktı. Bunu oldukça ilginç bir söyleşi takip etti. Bu ender bulunabilecek fırsat için dünyanın öbür ucundan Seul’e uçmuştum; çünkü Andō bir süredir kanserle mücadele ediyordu ve öğrenciliğim sırasında eserlerini, pek az tanınan ithal dergilerden, büyük bir dikkat ve hayranlıkla saatlerce incelediğim bu mimarı görmek için başka bir fırsat daha olup olmayacağı belirsizdi.
Pankreas, safra kesesi ve onikiparmakbağırsağı gibi önemli organları alınan Andō’nun gözlerinin altında koyu halkalar var ve tenindeki hafif sararma onu iyice solgunlaştırmış ama bunun dışında şaşırtıcı derecede enerjik görünüyor. Siyah balıkçı yaka süveter (beklendiği üzere) ve gri ceketi içinde, kırlaşmaması şüphe uyandıran dağınık saçlarını gururla taşıyor.
Samimi bir röportaj için gereken koşulların olmadığı çok açık, bu yüzden iddialı başlıyorum. Mimarlık gerçekte ne hakkında? “Mimarlık umutla ilgilidir,” diyor, büyük bir koltuğun ucuna tünemiş çevirmen aracılığıyla soruyu cevaplayan Andō.
“Mimarın görevi, duyguları fiziksel forma dönüştürmektir,” diye devam ediyor. “Ronchamp’taki [Le Corbusier’ye ait] kiliseyi ziyaret ettiğimde umut hissettim, Roma’da Pantheon’u ziyaret ettiğimde hissettiğim de aynı şeydi. Parlayan ışık, boşluk… mimari, fizik ve ölçekle değil, bu umudun ne kadar büyük olabileceğiyle ilgilidir.”
Öğrencilik yıllarımda onun çizimlerinden ne kadar etkilendiğime değiniyorum, yoğun gölgelendirilmiş planları ve titiz kesitlerini nasıl büyük bir dikkatle incelediğimizden bahsediyorum. Andō alışılmış nezaketiyle karşılık veriyor. “Çizimlerimin gençken üzerinizde olumlu etki yaratması benim için büyük bir onur,” diyor. Bu çizimlerin birçoğu bugün SAN Müzesi’nin (Space Art Nature [Uzay Sanat Doğa]) duvarlarında sergileniyor. Seul’e bir saat uzaklıkta olan bu binanın tasarımı Andō’ya ait. Burası gezici sergi Tadao Andō: Youth’un (Gençlik) son durağı. Paris’te Pompidou Merkezi’nde de yer alan serginin Andō’nun tekrar konuşulmasına yol açtığı yarattığı söylendi; bu sergi, sanatçının etkisinin neden bu kadar uzun süre devam ettiğini hatırlatıyordu.
İşlerinin kendi tasarladığı binada sergilenmesi nasıl bir duyguydu? “Bir mimari sergi, bir anlamda, sanatçının gerçek ‘eseri’nin orada olmadığı çelişkili bir varlıktır; yaratıcı sürecin sadece çizimler, maketler gibi izleri sergilenir. Bu anlamda mekânın kendisi en büyük sergi, bu da SAN Müzesi’ndeki sergiyi benim için son derece heyecan verici bir hale getiriyor.”
Mimari çizimler artık sanat galerilerinin duvarlarında sergileniyor ve kurumlar tarafından giderek yaygın bir şekilde toplanıyorsa, onların da bir sanat türü olduğu söylenebilir mi? “Böyle olmadığını hissediyorum,” diyor Andō. “Çizimlerin, kişinin mimari amaçlarını başkalarına aktardığı araçlar olması gerekir.”
Andō açıkça, belki de şaşırtıcı bir biçimde kendi kendini eğitmiş bir mimar.Kısa süren amatör boksörlük kariyeri üzerine çok şey yazıldı (yeterince iyi olmadığını düşündüğü için boksörlüğü bırakmıştı) ama ben ona mimarlıkla nasıl ilgilenmeye başladığını soruyorum. “Ergenlik çağımın ortalarında yaşadığım yerdeki tek katlı ahşap mesken yenilenerek iki katlı bir binaya dönüştürüldü, yenileme işini yapan genç, marangozluk konusunda çok hevesliydi,” diyor. “Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: ‘Gerçekten de işine tutkuyla bağlı. Bu etkileyici.’ ‘Mimarlık’ın farkına vardığım ânı belirlemem gerekirse o andı diyebilirim.”
Neden hiç resmî eğitim almadı? “Ailemin maddi durumu ve akademik yeteneğimin olmayışı yüzünden üniversiteye gidemedim, yani kendi kendimi eğitmek benim seçtiğim bir şey değildi.”
Le Corbusier’nin etkisi
Bir yerlerde genç Andō hakkında büyüleyici bir hikâye okumuştum. Andō idolü Le Corbusier’yi anlatan bir kitabı alacak parası olmadığı için her gün kitapçıya giderek gizlice çizimleri kopyalıyordu. Bu doğru muydu? “Doğru değil,” diyor Andō gülerek. “O anda alacak kadar param yoktu, kitabı almam neredeyse bir ayı buldu. Bir kez elime geçtikten sonra da onu saplantı haline getirdim. Yarı zamanlı işimden döndükten sonra her gece çizimleri ve perspektifleri kopyaladım. Ne olursa olsun onu benim yapmaya kararlıydım.”
En çok hangi binadan etkilendiğini sorduğumda Le Corbusier’nin Ronchamp Şapeli (1954), karşılığını almam hiç de şaşırtıcı olmuyor. Ama Ticaret Borsası açıldığı sırada bunu stratejik bir biçimde Roma’daki Pantheon olarak değiştirdiğini fark etmiştim. Pantheon belki de daha ilginç bir yanıttı. Burası en azından kısmen doğa unsurlarına açıklığıyla ünlü, yuvarlak açıklığı güneş ışığı ve yağmurun iç mekâna doğrudan ulaşmasına olanak veriyor. Andō’nun daha geniş anlamda dünyanın dikkatini üzerine çekmesini sağlayan eseri, Japonya Ibaraki’deki Işık Kilisesi’nde (1989) altarın arkasındaki duvarda haç biçiminde kesilmiş bir boşluk bulunuyor. Artık camla kapatılsa da ilk başta burası da doğa unsurlarına açıktı. Hatta Andō burayı başta çatısız bir mekân olarak düşünmüştü. Şimdi tamamen kapatılmış olsa da kilise doğal gücünden pek az şey kaybetti; elektronik eşya imalatçısı LG’nin geniş Seul kampüsünde bulunan LG Sanat Merkezi’nin bina içinde ısı kontrolü sağlayan dev yapısına baktığımda doğa unsurlarıyla ilk başta kurulan bağlantının kaybedilen önemli bir şeyi temsil edip etmediğini merak ediyorum. “Bu çok önemli bir tartışma. Gerçekten de doğayla bir arada var olmak mimarimde değişmez bir tema,” diyor Andō. “Bu değişmedi ama mimarinin yerine getirmesi gereken bazı işlevleri var. Kolay değil. Bir tasarıma devam ederken doğayla yapaylık arasındaki çizgiyi nerede çekeceğim konusunda daima mücadele veriyorum.”
SAN Müzesi –Wonju dağlarındaki bakımlı bir tesiste bulunan, çarpıcı zariflikte bir bina– pek çok yönden çağdaş mimarideki krizin bir örneğini oluşturuyor.Müzenin doğa versiyonu sadece otomobille gidebileceğiniz, belli bir burjuva lüksü olan golf tesisi; yine de doğal dünyanın “şekilli” bir versiyonu olarak inkâr edilemeyecek kadar baştan çıkarıcı. Andō’nun baştaki sadeliği kaybolmuş; yapı, binanın içinde ısı kontrolünün yapıldığı, küresel müze standartlarında bir dizi mekâna dönüşmüş. Andō (daha çok kâğıt ürünlerine odaklanan bir holding şirketi olan Hansol Grubu’na ait) özel bir müze tasarlamayı kabul etmekte başlangıçta isteksiz davrandı, nedeni tam da düzenlemenin ve yapaylığının getirdiği zorluklardı. Ama müze bu uzak yerde her yıl 250 binden fazla ziyaretçiyi ağırlayarak büyük başarı kazandı. “SAN Müzesi’ne güzel ve zengin doğası olan bir yer verildi,” diyor Andō diplomatik bir şekilde. “Ana tema arazinin potansiyelini en üst düzeye çıkarmaktı. Bu amaca cevap olarak çevreyle bütünleşen bir sanat müzesi tasarladık, yapı iç içe geçen iç ve dış mekânlarıyla araziye uyum sağlarken gözler önüne seriliyor. Büyük bir bahçe hissi verecek bir yapı yaratmayı amaçladık.”
En sevdiği sanat müzesi sorulduğunda, hiç olmazsa burada tutarlı, hiç duraksamadan (başta Norman Foster olmak üzere pek çok mimar gibi) o da, “Louisana Modern Sanat Müzesi,” cevabını veriyor. Kopenhag’ın dışındaki kıyı bölgesinde bulunan Vilhelm Wohlert ve Jørgen Bo’nun 1958 tarihli zarif başyapıtı müze, doğa tefekkürünü ve sanat hayranlığını, son dönemde Andō’nun açıkça ortada olan mimari ifadelerinden oldukça uzak görünen (gerçi Hokkaidō’daki bir düğün şapeli olan 1988 tarihli Sudaki Kilise tasarımı daha belirgin bir biçimde Andō’nun bu yapıya saygı duruşu olarak görülebilir) sade, modernist tasarımında buluşturuyor. Peki Andō’ya göre bir müze ne işe yarar? “Bir müzenin umut ışığı olduğuna inanıyorum,” diyor. “İnsanların zengin ve doyurucu bir yaşam sürdürmeleri için gereken ‘ruh gıdası’nı alabileceği bir yer.”
Bir bina, içindeki sanatı gölgede bırakabilir mi? “Mimari ve sanat arasındaki ideal ilişkinin ikisinin birbirini uyaran bağımsız varlıklar olarak bir arada var oldukları bir ilişki olduğuna inanıyorum.”
Yaratıcı bina dönüşümleri
Bu konu bizi Ticaret Borsası’na götürüyor. Andō’nun, lüks mallar kralı dostu François Pinault (Andō, Pinault için Venedik’teki Punta della Dogana’yı tasarlamış ve yakınındaki Palazzo Grassi’ye mütevazı müdahalelerde bulunmuştu) için tasarladığı projeye. Silindir biçimindeki eski ticaret borsası binasının yeniden kullanımında Andō rotundanın merkezine 9,14 metre yüksekliğinde dairesel bir yapı inşa etti. Bu aynı zamanda son dönemdeki, var olan binalarla çalışma eğilimini de –bu ne Andō’da ne de vatanı Japonya’da sık rastlanan bir eğilim– devam ettiriyor. Yine de yeniden kullanıma adaptasyon gelecekte oldukça yaygınlaşacağa benziyor, hatta iklim krizi çağında belki de tek gelecek olabilir. “Eski binaların yeniden kullanımı sadece kaynak verimliliği açısından önem taşımıyor, aynı zamanda çağdaş mimarinin yaratıcı gelişimini ele alırken gerekli bir tema,” diyor Andō. Beton silindirden “mimarinin içindeki mimari” ve “binaya yeni bir hayat veren… eski ve yeni arasında bir diyalog” olarak söz ediyor.
Son olarak tereddütle sağlığını soruyorum. Andō uzun zamandır ölümün eşiğinde olduğu söylenen bir mimar. Bu kısa gezi son yurtdışı gezilerinden biri olarak lanse edildi. Buna rağmen 81 yaşındaki biri için açıkçası oldukça iyi görünüyor. “Geçtiğimiz on yılda iki büyük ameliyat geçirdim ve beş organım alındı ama eskisi gibi çalışmaya devam ettim,” diyor. “Bence bu süreklilik bir insan olarak en iyi yönüm.” Ardından ona –yine utana sıkıla– ofisindeki halefiyle ilgili planlarını, Andō’yla özdeşleşmiş işini kime bırakacağını soruyorum. “Şu sıralar stüdyomun geleceği için çeşitli planlar düşünme aşamasındayım,” diyor. “Bu serginin teması ‘gençlik’ ve ben de gençliğin yaşınız kaç olursa olsun sürekli mücadele ruhundan kaynaklandığına inanıyorum.”
O halde mirası ne olacak? Bu noktada duraksıyor. “Mimarlık gelecek nesle bir şeyler bırakmak demek,” diyor. Bu belki de diğerleri kadar üzerinde çalışılmamış bir cevap olarak biçimleniyor.“Kenzō Tange’nin Hiroşima’daki Barış Merkezi [1955] yaşamın değerini mimari ve inşa etme aracılığıyla öğreten bir yapı. Geride bu türden bir bina bırakmak istiyorum. Bunu başardığımı söylemiyorum ama yapmaya çalıştığım bu.”
Beraberindekiler bana ayrılan sürenin sona erdiğini işaret ediyor. Onunla el sıkışıyorum (kavrayışı hâlâ güçlü) ve kartvizitimi veriyorum. Kartvizite bakıyor, sonra onu kıvrımlı, yoğun bir karalamayla imzalıyor.