Toplumsal cinsiyet kavramı ve bunun sanatla ilişkisi, feminist teorinin en çok tartışılan konularından biri. Bu alandaki en çarpıcı yaklaşımlardan biri, Judith Butler'ın 1990'da yayınlanan Gender Trouble (Cinsiyet Belası) eserinde ortaya koyduğu performatiflik teorisi oldu. Butler'a göre, toplumsal cinsiyet biyolojik olarak belirlenmiş değil, toplumsal normlar aracılığıyla tekrar tekrar performe edilen bir kimliktir. Bu görüş, sanat dünyasında da devrim niteliğinde bir etki yarattı ve sanatçılar toplumsal cinsiyeti sorgulayan eserler yaratmaya başladı.
Sanatta toplumsal cinsiyetin dönüşü
Sanat tarihi boyunca kadın sanatçılar, eril tahakküm nedeniyle göz ardı edilmiş ya da ancak belirli kalıplar içinde var olabilmişlerdir. 19. ve 20. yüzyılda Mary Cassatt ve Berthe Morisot gibi sanatçılar, kadın deneyimlerini sanata taşıyan öncüler arasında yer aldı. Ancak, toplumsal cinsiyet normlarını daha derinden sarsan feminist sanat hareketi, 1970'lerde Judy Chicago ve Miriam Schapiro'nun Womanhouse projesiyle birlikte büyük bir ivme kazandı.
Bu projede sanatçılar, kadınların ev içi rollerine mahkum edilmesine eleştiriler getirdi. Sandy Orgel'in Linen Closet eserinde bir kadın bedeni havlu dolabının içine hapsolmuş olarak görülüyordu. Barbara Kruger’ın Your Body is a Battleground eseri ise kadın bedenine dair toplumsal savaşı gözler önüne serdi.
Queer sanat ve toplumsal cinsiyetin sınırlarını zorlayan eserler
Judith Butler'ın teorileri, queer sanatçıların da çalışmalarını dönüştürdü. Drag sanatçıları, toplumsal cinsiyetin bir performans olduğunu gösteren en çarpıcı örneklerden biri haline geldi. Sanatta da bu temalar, Mickalene Thomas'ın çarpıcı portrelerinde, Zeki Müren'in sahne kimliğinde ve Yoko Ono’nun Cut Piece performansında hayat buldu.
Butler'ın performatiflik kuramı, sanatçıların toplumsal cinsiyet kimliklerini sürekli yeniden inşa edilen bir performans olarak ele almalarına yol açtı. Bu bağlamda, Nilbar Güreş’in günlük yaşamda queer bireylerin maruz kaldığı mikro saldırganlıkları konu alan eserleri, Butler'ın kimliğin sürekli üretildiği fikriyle doğrudan ilişkilenmektedir. Benzer şekilde, Nezaket Ekici’nin performans sanatıyla bedensel ve toplumsal sınırları zorlaması, cinsiyetin sabit bir kimlik olmadığını gösteren deneysel bir yaklaşım sunmaktadır.
Ayrıca, İnci Eviner’in enstalasyon ve resimlerinde görülen mekansal kimlik sorgulamaları, Butler'ın kamusal ve özel alanda toplumsal cinsiyet performanslarının nasıl dönüştüğünü açığa çıkarmaktadır. Nil Yalter'in göç, kimlik ve toplumsal cinsiyet konularını ele aldığı eserleri de Butler'ın kimliğin sınırlı kalıplara sığdırılamayacağı görüşüyle paralellik göstermektedir.
Bugün ve ötesi
Bugün, queer sanat ve feminist sanat dünyasının etkisi her zamankinden daha güçlü. Sanatçılar, toplumsal cinsiyet normlarını sarsmaya devam ederken, Butler'ın teorisi, 8 Mart gibi önemli günlerde toplumsal eşitliğe dair tartışmaları büyütmeye devam ediyor. Toplumsal cinsiyetin performatif olduğunu kabul etmek, sınırların ötesinde bir sanat anlayışına ulaşmak için kritik bir adım.
Butler'la şekillenen bu süreç, bugün feminist ve queer sanatçıların eserlerinde yaşamaya devam ediyor. Örneğin, Şükran Moral'ın Hamam performansı, kadın bedeninin toplumdaki yerine dair sert bir eleştiri sunarken, Gülsün Karamustafa'nın Kapıcı Dairesi eseri, sınıf ve cinsiyet rolleri üzerine düşündürücü bir çalışmadır. Aynı zamanda Mistik Nakliye eseri, kimlik ve göç temalarıyla toplumsal cinsiyetin mekan ve aidiyetle bağlantısını ele almaktadır. Hale Tenger'in enstalasyonları, özellikle 1992’de yayınlanan Böyle Tanıdıklarım Var 2 - I Know People Like This 2 çalışması patriyarkal yapılara meydan okuyan metaforik anlatılar yaratırken, Taner Ceylan'ın hiperrealist eserleri, eril güzellik ve kimlik kavramlarını yeniden düşünmeye davet ediyor.
Sanat, sadece bir anlatım biçimi değil, aynı zamanda kimliklerin, bedensel farklılıkların ve özgürleşmenin bir aracı olmaya devam ediyor.