Başkalarına ihtimam gösterme idealini, kendi şiddetinin farkında ama öfkesi yatışmış bir dünya hayalini içinde barındıran Lyon Bienali, çok sayıda güçlü eser ve nesnelere bakışımızı değiştiren “küratöryal” sihir anlarıyla iz bırakıyor. Ütopik değerlerini hayata geçirdiği Vitry-sur-Seine’deki MAC VAL’in eski direktörü ve şimdi L’École Nationale Supérieure des Beaux-Arts’ın direktörü olan Alexia Fabre, Rhône ve Saône nehirlerinin kesişiminde gerçekleşen bu edisyona Les Voix des fleuves / Crossing the Water (Nehirlerin Sesleri / Suyu Geçmek) adını verdi. Her bir sanatçıyı kendileriyle, başkalarıyla ve çevremizle olan ilişkilerimize dair “serbest bir konu” üzerinde çalışmaları için davet etti – bu eserlerin arasında hatırı sayılır bir şekilde yeni üretimler de mevcut.
Yeni bir mekân: Les Grandes Locos
Lyon Çağdaş Sanat Bienali ilk kez La Mulatière’deki, eskiden trenlerin bakımı ve depolanması için kullanılan Les Grandes Locos’da gerçekleşiyor. Daha önce Nuits sonores Festivali’ne de ev sahipliği yapan eski endüstriyel yapılar yakında kalıcı olarak yeniden işler hale getirilecek. Sanat festivalleri bu mekânlara çok yakışıyor. Ana salonda sanatçıların eserleri mekânların hafızasına ve mekân ile zaman arasındaki yolculuk fikrine odaklanıyor. Bu yoğun ve okunaklı manzara Myriam Mihindou’nun havaya kaldırılmış kadın kollarından oluşan heykelleriyle açılıyor (“Lève le doigt quand tu parles” [Konuşurken Parmak Kaldır], 2024) ve orada gerçekleşen toplumsal mücadeleleri vurguluyor. Mekânın tavanında Michel de Broin, zamanın bıraktığı izi ışık çizgileriyle ortaya çıkarıyor; bu çizgiler geleceğin mağara resimleri gibi gizemli, soyut bir kompozisyonla oluşturuluyor (“Mortier Fati – Lignes de lumière”[Işık Çizgileri], 2024). Betondaki portiklerle başarılı bir ilişki kuran Ange Leccia, dünyayı gezerken trenlerde çektiği ve daha önce hiç gösterilmemiş eski filmlerden oluşan “Trois temps” (Üç Vakit,2024) adlı işini sunuyor. Gittikçe düşselleşen bu imajlar orada burada dolanma hali ile karşılaşmaları, dünyaya ve insanın kendisine açılan pencereleri anımsatıyor.
Pavel Büchler’in konser kayıtlarından oluşan, devasa banyo mekânında yayılan ses enstalasyonunda (“LIVE” [Canlı], 1999) yokluk temasıyla karşılaşıyoruz. Büchler bu enstalasyonda görünmez kalabalıklar olarak sadece izleyicilerin tepkilerini gözetiyor. Jérémie Danon ve Kiddy Smile’ın bir arabanın içinde konuşan karakterleri filme aldıkları “RIDE” (Sürüş, 2024) başka bir görünmezlik biçiminden, Fransa’daki siyahların görünmezliğinden bahsediyor. Julien Discrit “Souvenir d’un après-midi de pêche” (Öğleden Sonra Bir Balık Tutma Hatırası) adlı işinde Alzheimer hastalarının belleklerini yitirişini konu alıyor. California, San Diego’da bir tıp merkezini andıran, geçmiş dönemlerin yeniden tasarlanan hallerinde yaşama şansı sunan mekâna geçmek için birkaç basamak çıkmak gerekiyor. Duvarlarda 1950’lerin sinema yıldızlarının imajları camın üzerine kazınmış bir hayalet gibi karşımıza çıkıyor: Hepsi de yapay zekâyla yapılmış, tıpkı tanıdık gelen 1970’lerin müzikleri gibi. Bir camın üzerine mekanik piyano notaları gibi delikler açılmış: Bu, Claude Debussy’nin bir konser kaydı. Maddi varlık nedir ki zaten?
En dikkat çekici işlerden biri Oliver Beer’ın “Resonance Project: The Cave” (Rezonans Projesi: Mağara, 2024) adlı eseri; bireysel ve kolektif hafıza ile zaman içinde değişen insan toplulukları fikrini yansıtıyor. Oliver Beer, Kültür Bakanlığı’nın yaratıcılığı desteklemek için düzenlediği Mondes nouveaux programı sayesinde farklı coğrafi müzikal altyapılara sahip sekiz şarkıcıyı Les Eyzies (Dordogne) bölgesindeki Font-de-Gaume Mağarası’na götürüp onlardan çocukluklarında duydukları bir ezgiyi mırıldanmasını istemiş. Farklı zamanlarda kaydedilen bu sesler aynı imgelemde birbirleriyle uyumlanıyor. Sadece cep telefonlarının aydınlattığı duvarların pembemsi renkleri anne karnını çağrıştırıyor; bu içe işleyen çokseslilik, çok eski ve ortak bir geçmişin tercümesi gibi şaşırtıcı derecede tanıdık bir biçimde kendini gösteriyor. Oliver Beer mağaranın kendisini bir enstrümana dönüştürüyor ve belirli seslerle kayalara oyulan resimler, bilinmeyen törenlerin hayaletleri arasında uyum yaratıyor.
Genç sanatçılar ilgi odağında
Lyon Çağdaş Sanat Müzesi’nde insanlar arasındaki ilişkiler, aşk, baştan çıkarma, acı çekme ve uzlaşma girişimleri ön plana çıkıyor. Müzenin daha dar alanlarında, mesela Antoine de Galbert koleksiyonunun sergisi için sunulan Stéphane Thidet’nin “Au bout du souffle” (Nefes Nefese, 2011) adlı enstalasyonunun etrafında sergilenen işler arasındaki ilişkiler sıkı bir şekilde kuruluyor. Bu cam duvar dönüştürülüyor, neredeyse büyütülüyor. Bir çocukluk anısından yola çıkan Stéphane Thidet, sert bir hareketle cam karoları kırmış. Lyz Parayzo’nun kendi içinde dönen bir dizi metal spiralden oluşan tehditkâr eseri “Cuir Mouvement”dan (Meşin Hareketi) gelen pembe bir ışıkla aydınlanıyor. Diğer tarafta Ange Leccia’nın yine aynı pembe renkli iki sinema projeksiyonunu karşı karşıya getirdiği “Le Baiser” (Öpüşme,1985) duruyor. Biraz daha uzakta Anaïs-Tohé Commaret “U” (2024) adlı filminde şiddetli bir aşk ilişkisinin yıprattığı bir genç kızın kırılganlığını, aynı zamanda da yolculuk boyunca olan hayallerini ortaya çıkıyor. Taysir Batniji’nin özellikle uyruğuyla ilgili ibareye “tanımlanmamış” yazıldığını keşfettikten sonraki yurttaşlığa kabul sürecini (“ID Project”[Kimlik Projesi], 1993-2020) ya da açtıkları evlerin yıkıldığı zamanları belirten birkaç kelimeden ibaret anahtar fotoğraflarını (“Au cas où #2” [Ne Olur Ne Olmaz]) yansıttığı bir dizi etkileyici işiyle birlikte bienal doğrudan tarihsel ve politik bir yöne ilerliyor.
Bu yıl bienalde genç sanatçılar ilgi odağında; aralarında Vir Andres Hera, Meri Karapetyan ve Matthias Odin’in de bulunduğu sanatçıların 10 uluslararası projesi Rhône-Alpes bölgesindeki Villeurbanne Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde gösterilecek. Yakın zamanda restore edilen eski Hôtel-Dieu’de yer alan ve ilk kez bienale ev sahipliği yapan Lyon’daki Cité Internationale de la Gastronomie’de Beaux-Arts’dan yeni mezun olan Hajar Satari, doğal ortamlarda yaptığı fiziksel deneylerin meyvelerini ortaya koyuyor. Écrins’de (Hautes-Alpes, Isère) bir evde kalırken dağların yüksekliklerinde yetişen bitkileri çizdiği bir günlüğü getiriyor. Sanatçının sürrealist vurgulu, temiz bir düşsellikteki heykelleri ilhamını Tacikistan’ın tepelerinde gerçekleştirdiği çalışmalardan alıyor: Haşhaş bitkisinden bacaklar çıkıyor, uzaktaki bir ateş tapınağı gibi küçük bir yapının üzerinde susamış ağızlar duruyor. Alix Boillot’nun heykelleri de hemen yanında yer alıyor: Tuz küreleri eski şapelin sunağına yerleştirilmiş ve yine aynı malzemeden gözyaşı şişeleri bir Georgio Morandi natürmordu gibi sıralanmış; su ise ortak müşterek olarak bedenlerimizi çevremizle birleştiriyor. Boillot, 13 ve 13 Ekim tarihlerinde Jeff Buckley’nin “Grace” şarkısı eşliğinde “L’Éternité” (Sonsuzluk) adını verdiği bir performans da sergiledi.
• 17. Lyon Çağdaş Sanat Bienali, 21 Eylül 2024-5 Ocak 2025 tarihleri arasında Lyon ve çevresindeki çeşitli mekânlarda görülebilir.