Hikâyeyi Evrin Araç’ın yazdığı, yönetmenliğini Venda Altuntaş’ın üstlendiği Yansıma, ailelerin çocukları üzerindeki tahakkümünü, bireyselleşme sürecinde karşılaşılan engelleri ve geçmişten miras kalan şiddetle başa çıkma çabasını ele alıyor. Olcay Tanberken ve Semra Özgün Emrah’ın performanslarıyla sahnede hayat bulan Gaye ve Rıfat, aile içindeki görünmez çatışmaları ve toplumsal kodların yarattığı baskıları izleyiciye aktarıyor. Tek mekânda geçen, sinematik anlatım diliyle dikkat çeken ve alternatif tiyatro anlayışını yansıtan Yansıma’nın oyuncuları Olcay Tanberken ve Semra Özgün Emrah’la konuştuk.
EBRU AYDIN: Olcay, sen Yansıma’da oynamak dışında aynı zamanda oyunu ortaya çıkaranlardan da birisin. Daha önce de Godot’yu Beklerken'i Beklerken ve İzlanda’nın Başkenti’ni sahneledin. Hem bu geçmişinden hem de Yansıma oyununa karar verme sürecinden bahsedebilir misin?
OLCAY TANBERKEN: İlk oyunumuz Godot’yu Beklerken'i Beklerken’i sahneye koymamızın üzerinden sekiz sene geçmiş, daha dün gibi. Oyunculuk eğitiminden sonra birkaç farklı ekiple olan tecrübelerimin ardından kendi projelerimle sahneye çıkmak istedim ve yapımcı olarak ilk projemiz Muzaffer Yöntem’le birlikte iki sezon boyunca sahnelediğimiz bu oyun olmuştu. Asmalı Sahne’yle de bu oyun vesilesiyle tanıştık ve sonra yuvamız oldu. Pandemi sonrasında kendi kurduğum 1 Oda 1 Tiyatro ekibi olarak Zeynep Kaçar’ın yazdığı İzlanda’nın Başkenti’ni oynamaya başladık ve üç sezona yakın bir süre boyunca sahneledik. Hem Godot hem de İzlanda’yla oyuncularımız ve yazarlarımızın aldığı ödüller beni yeni oyunlar sahneye koyma adına daha da motive etti. Geçen yaz yeni sezon için oyun arayışındayken Evrin Araç’ın Yansıma oyununa denk geldim, oyunun derdi ve anlatım dili beni inanılmaz etkiledi. Yönetmen gözüne güvendiğim Venda Altuntaş’la da bu oyunu sahneye koymak istedim ve oyunu seyirciyle buluşturduk.
1 Oda 1 Tiyatro’yu da biraz açar mısın? Nasıl kurdun, ekibi nasıl oluşturdun ve hedeflerin ne?
O.T.: İlk oyunumuzu Asmalı Sahne’yle birlikte yapmıştık ve yine bu çatı altında üretimlerimi sürdürüyorum. Bir sahnem olmasa da kendime ait bağımsız bir topluluk olması hep hayalimdi çünkü bir noktada tiyatro bir yüz demektir ve bu yüzü tek başınıza, sadece oyunculuğunuzla sunamazsınız. Oyun seçimlerinden yapım sürecine, dekordan kostüme kadar bir ekip çalışması dahilinde kolektif bir üretim süreci olarak kurgulamak istedim. Bu oluşuma da –mimari tarafıma da bir tür göz kırpma niyetiyle– 1 Oda 1 Tiyatro adını koydum, 2 Oda 1 Salon gibi esprili olsun, akılda kalsın diye. Ayrıca diğer anlamıyla da düşünürsek genelde “oda tiyatrosu” dediğimiz küçük salon oyunlarını tercih ediyorum, yani tek perde ve genelde bir saatlik oyunlar. Alternatif oyunlar da genelde böyledir zaten. Yapımını üstlendiğimiz oyunlar Türkiye’de ilk kez oynanacak yabancı oyunlar veya daha önce hiç oynanmamış metinler olacak. 1 Oda 1 Tiyatro olarak hedefim seyirci için oyundan sonra da yolda ya da evde düşünmeye devam edecekleri oyunlar sahneye koymak. Yani bir oyun sahnede oynandı ve orada bitti olmamalı, seyircide devam etmeli. Oyuncu ve teknik kadroyu genelde proje bazlı oluşturuyorum ancak tüm oyun ekiplerimle daima fikir alışverişi yapar, onların başka oyunlarına da her zaman destek olurum. Sonraki oyunlarımda yine cast ve oyuna uygunluk müsaitse yine daha önce birlikte tecrübem olan arkadaşlarla çalışırım çünkü tiyatro biraz da güven esaslı bir şey.
Yansıma ailelerin çocuklar üzerindeki tahakkümünü ele alıyor.Bir askerin ailesine olan baskısını, çocukların kendilerini ifade etmelerini nasıl engellediğini görüyoruz ve kimliklerini ifade etme özgürlüklerinin ellerinden nasıl alındığını. Siz Gaye ve Rıfat’ı nasıl tanımlıyorsunuz, karakterlerinizin bu içsel baskıları nasıl deneyimlediğini düşünüyorsunuz?
O.T.: Yazar bu oyunda aslında, “Şiddet nerede başlıyor, nerede bitmiyor?” sorusunu hem görünen hem de görünmeyen yaraların bedenlerimiz üzerindeki yansımaları üzerinden soruyor seyirciye. Bunu da aynı ailenin farklı nesilleri üzerinden yapıyor. İşkenceci bir dededen miras kalan şiddet, sadece aile üyeleri birbirine dokunduğunda değil, dokunmadığında da ortaya çıkıyor. İki kardeş de anne babalarının ve söz konusu üniformanın gölgesiyle oyun boyuncabir nevi beraber yuvarlanıyorlar. Oyun aslında hayatlarından bir kesit sunduğu için “yaşamları boyunca” demek daha doğru olur sanırım. Rıfat açısından konuşursam, hayatta yapmak istedikleri ile ailesinin –ve ailesinin izinden giden ablasının– ona dayattıkları birbiriyle örtüşmüyor ve bir noktada bu döngünün kırılması gerektiğini düşünüyor. Oyunun finalinde de göreceğiniz üzere yazar bu hikâyeyi bir üniforma (kalıp da diyebiliriz) üzerinden iki zıt (ve aykırı) uçtan vererek seyirciye geniş bir çerçevede düşünme ve kendi hayatlarıyla empati yapma tercihini sunuyor, çünkü ailelerin evlatları üzerinde (bu örnekteki kadar uçta olmasa bile) o kadar çok benzer baskıları var ki…
SEMRA ÖZGÜN EMRAH: Gaye ve Rıfat bireyselleşme dönemindeki süreçte engellendiği için farkında olarak ya da olmayarak ailelerinin beklentilerine uyum sağlamaya itiliyorlar. Sonuç olarak içsel çatışma ve duygusal baskılar nedeniyle kendi kimliklerini oluşturamıyorlar. Gaye ile Rıfat bu durumun iki farklı yönünü bizlere gösteriyorlar. İsyankâr bir tutum geliştirme gibi. Gaye üzerinden bakacak olursak, ailesinin isteklerine tamamen boyun eğip kendi istek ve düşüncelerini bir kenara itiyor. Ortaya büyüklerinin yönlendirmesiyle iki dudağın arasından çıkacak söze itaat eden, her şeyin tam ve kusursuz olması için mükemmeliyetçiliği ve aşırı kontrolcülüğü elden bırakmayan bir karakter çıkıyor. Çünkü eğer bırakırsa onaylanmayacağını ve sevilmeyeceği korkusuyla eleştirileceğini düşünüp kontrolün kaybolmaması için ebeveyn ve kardeş arasında mekik dokuyor. Başarısız olursa da kahraman gibi gördüğü kurtarıcı kimliğinden âciz bir insana dönüşeceğinden, ben olmazsam hepsi mahvolur düşüncelerinin içinde kendini kaybetmiş biri diyebiliriz. Yani tamamen içsel boşluğuyla, mutsuzluğuyla ve yorgunluğuyla sürece götürmeye çalışan bir abla.
O.T.: Ben bir de şunu eklemek istiyorum, oyunun bir yerinde Gaye’nin Rıfat’a, “Tıpkı deden gibisin, aynı ona benziyorsun,” dediği ve Rıfat’ın da yanıt olarak, “Hiçbir zaman onun gibi bakmadım,” dediği bir diyalog var. Aileler çocuklarının kendilerinden farklı ve “yeni” birer birey olduklarını hatırlamalı ve kendilerinden farklı bir hayatları, seçecekleri sizden farklı yolları ve meslekleri olabileceğine saygı duymalılar, tercihlerinde karşılarında değil yanında durmalılar. Dünyaya getirdin ve o iş orada bitti. O artık sen değilsin, “başka biri”. Her şeyi bir kenara bıraksak bile oyunun en temel derdi bu.
Oyunda “yara” hem somut hem metaforik bir şekilde ele alınıyor bence. Aile içindeki yaralar Rıfat’ın bedeninde iz bırakırken, Gaye bu yaraları sarmaya çalışıyor ancak bir yandan da sorunların üzerini örtme çabası içinde. Sizce bu durum yaralarla yüzleşememe halini mi temsil ediyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?
O.T.: Gaye, sosyal bir hayatı olmamış bir karakter, varı yoğu ailesi ve ailesinin geleneklerini devam ettirme arzusu. Dedesine hayranlığı, belki ona küçükken çok da yakın olamayışı onu dolaylı yoldan Rıfat’a da hayran bırakıyor. Kardeşine karşı derinde yatan bir kıskançlık olsa da onu dedesi yerine koydukça bu yerini başka bir duyguya bırakıyor. Burada her ne kadar baskılanan ve fiziki olarak yaralar taşıyan Rıfat gibi gözükse de, aslında Gaye ondan çok daha yaralı ve içinde isyan bayrağını çok net taşıyan ama bunu dışarı veremeyen bir karakter. Oyunun finali biraz sürprizli olduğu için ipucu veremeyeceğim ancak Gaye’nin ne yapacağı sorusunun cevabını finalde aslında seyirci veriyor, daha doğrusu vermesi isteniyor.
S.Ö.E.: Rıfat üzerinden bakacak olursak yani isyankâr tutumu ailenin isteklerini tamamen boyun eğmiş olmasa da ve ailenin en küçüğü olmasının da vermiş olduğu bir sıralamayla, “Evet beni yönlendiriyor, kukla gibi oynatıyor olabilirsiniz ama benim de bir fikrim var,” düşüncesiyle yapmak istediklerini zaten düşünsel olarak yapıyor hatta cesaret bulup hayatının bir kısmında bunu yaşayabiliyor ancak yine de bir zaman sonra tercihlerin reddedilmesi veya eleştirilmesi, yeteneklerine saygı duyulmaması, aile kavramının çok da önemli olmadığını, “Bana karışamazlar,” isyanına götürüyor. Burada hayalî bir arkadaşının olması bile, aslında ailede kuramadığı ilişkiyi toplumda kuramadığı için yalnızlaşmaya doğru gitmiş bir Rıfat görüyoruz. Bütün bunlar oyunda hem görünen hem de görünmeyen yaralar olarak veriliyor. Bunlar özellikle de istemediği bir üniformayı her yıl baskıyla giydiriliyor olmasıyla daha da görünür olarak belirmeye başlıyor. Ama Gaye görmek istemeyen bir karakter. Gözlüğünü bile takmak istemiyor, daha yakından bakmak istemiyor. Yani gerçeklerle yüzleşmek istemediğini anlıyoruz her şekilde.
Oyunun tek mekânda geçen kurgusu, video gösterimleri ve müzik seçimleri… bir sanat filmi havası taşıyor diyebilir miyiz?
O.T.: Yazarımız sinema-televizyon okuduğu için bu etkiyi oyunlarında ve karakterlerinin derinliklerinde de hissediyoruz, biz de yapım olarak oyunu sade bir tiyatro oyunu olarak vermek yerine biraz daha farklı bir dille seyirciye sunmak istedik. Oyuna hazırlık sürecinde, “Bağımsız bir kısa film projesi olarak bile düşünülebilir,” dedik ancak oyun olarak yazıldığı ve biz de oyun olarak sahnelemek istediğimiz için tiyatroda seyirciyle buluşturduk. Videolarımızı yine yönetmenimiz Venda Altuntaş çekerken, müziklerde de Uyar Altuntaş’ın imzası mevcut. Koreografide ise yine alanlarında çok değerli iki isimle, Serap Üsküplü ve Yusuf Otsekin’le çalıştık.
S.Ö.E.: Ekrana yansıyan görüntülerde bazen Rıfat’ın iç dünyasını, bazen de hayatlarından farklı kesitleri görüyoruz. Bir de anne ve babalarıyla olan görüntülü görüşmelerini izliyoruz, iki kardeş televizyondaki karıncalı görüntüyü izlerken seyirci ise ekranda anne ve babayı izliyor ama sesler ve senkron o kadar kayıyor ki, hepsi birbirine karışıyor. Bu, yönetmenin bilinçli bir tercihiydi, iletişimsizliği bu şekilde vermek istedi.
Bu, birlikte sahnelediğiniz ilk oyun sanırım? Daha önce başka projelerde de birlikte çalıştınız mı? Biraz geçmişinizden bahsedelim.
O.T.: Semra’yla hem seslendirme eğitiminde hem de Aydoğan Temel Actor Studio’da beraberdik. Gaye karakteri için oyuncu arayışım sürerken hem sahnede birlikte çalıştığımız için hem de karaktere çok uyacağını düşündüğüm için ona teklif ettim, o da sağ olsun bu role oldukça inanarak sahip çıktı. Birlikte çalıştığım insanlarda önceliğim daima oyuna en az benim kadar heyecan duyması, “Acaba yapabilir miyim?” diye en ufak bir tereddüt yaşamamasıdır. Bu iş önce kendinize ve projeye inanmakla başlıyor.
S.Ö.E.: Olcay’la sahne üzerinde birkaç oyun çalışmamız olduğu için onunla rahatım. Aydoğan Temel’in yönettiği Asiye Nasıl Kurtulur? oyununda da aynı kadroda oynuyorduk ama pandemiye kurban giden bir oyun olduğu için ne yazık ki hevesimiz yarım kalmıştı. Yansıma’da Gaye rolünü teklif ettiğinde çok heyecanlandım ve yönetmenimiz Venda Altuntaş’la da çok keyifli bir prova süreci geçirdik.
Şu anda Asmalı Sahne’de oynuyorsunuz ancak önümüzdeki dönem farklı sahnelerde de izleyiciyle buluşacak Yansıma. Peki, 2025 programı nasıl olacak?
O.T.: Önceki oyunlarımda birçok yerde oynadık, hatta İzmir Tiyatro Festivali’ne iki oyunumla de davet edildim ve oradaki seyirciden de güzel karşılık aldık. İstanbul’da artık büyük salonların kiraları ne yazık ki oldukça yüksek olduğu için bizimki gibi alternatif oyunların ve ekiplerin tutunabilmesi, zarar etmeden ayakta kalması maalesef çok zor oluyor, hele ki bağımsız sanata destek vermeyen bir yönetim anlayışını da düşünürsek tiyatro resmen yokluk içinde bir haykırış, bir tür mucize bir isyan gibi geliyor bana. Şimdilik küçük salonlarda ve oda tiyatrolarında oynamaya devam edeceğiz gibi gözüküyor ama yine de ana sahnemiz Asmalı Sahne’nin dışında Anadolu yakasındaki birkaç farklı salonda da oynama düşüncemiz var. Tiyatroseverler Yansıma oyunumuzun oyun tarihlerini www.tiyatrolar.com.tr adresinden takip edebilirler.