Anılar vardır, hafıza vardır, kayıtlar vardır; yolculuklar, şimdi, geçmiş ve bazen de gelecek vardır. Zaman hiç de düz bir çizgide akmaz; hafıza, kayıp ve karşılaşmalar, kendi içlerinde dönüp duran karmaşık bir döngü yaratır. Gelecek dışında her şeyin kaydını zamanın bir yerinde, zihnimizde, bir anıda, fotoğraflarda ya da kitaplarda bulmak mümkün olsa da en çok geleceği görmek isteriz. Hayatın gelecekte nasıl olabileceğini. Birbirine değerek, birbirinin içinden geçerek salınırken büyük insanlık yeryüzü denilen bu yerde, ölüm, hadi adını doğru koyalım, genç bir ölüm, bize ölümden çok yaşamı hatırlattığı için de zordur. Yaşamın potansiyelini. Genç ve yetenekli bir varoluşun potansiyelini. Yaşama ve içinde bulunduğumuz dünyaya hikâyelerimizi yayma gücünü bize bazen de erken bir kayıp verir. Bu yüzdendir, hiçbir erken ölüm yoktur ki hayatlar değiştirmemiş olsun.
Yakın zamanda yayımlanan cem ersavcı kitabı, beni bu zaman döngüsünde bir yolculuğa çıkarırken iyi bir sanatçının imge ve anlam dünyasına dahil olmamı da sağladı. Cem Ersavcı 2014 yılında, 32 yaşındayken geçirdiği motosiklet kazasıyla yaşamını yitirmiş; bununla beraber ardında son derece tutarlı, disiplinli ve kendine özgü bir sanatsal anlayışla oluşturulmuş fotoğraf serileri bırakmıştı. Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf ve Video lisans eğitiminin ardından 2011’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’ndaki yüksek lisans çalışmasını “Belgesel Fotoğraf Estetiğinde Bir Alt Tür Olarak Kişisel Anlatılar” isimli teziyle tamamlamıştı.
Bir sanatçı kitabı
Cem, fotoğrafa bakışını, onu nasıl ele alacağını ve ilgilerini hem sanatsal hem de akademik düzeyde en baştan beri bilen ve bunun üstüne titizlikle eğilen üretken bir sanatçıydı. Cem’in mevcut işlerini düzenleme ve arşivleme niyetiyle çalışmaya başlayan ailesi ve dostları tarafından Umut Sülün’ün proje koordinatörlüğünde, Refik Akyüz&Serdar Darendeliler [GAPO] editörlüğünde hazırlanan cem ersavcı, sanatçının arşivinden fotoğraflarını bir araya getiriyor. Kitapta sanatçının 2006-2014 yılları arasında çektiği toplumsal olay ve eylem fotoğraflarından oluşan “Sosyal Manzaralar”; ilk serilerinden biri olan “Bilinmeyen Ada”; İngiltere’nin güney sahillerinde yaptığı uzun yürüyüşler boyunca çektiği fotoğrafları bir araya getiren “Kıyı”; kentin çeperlerinden, yakın bir zamana kadar doğaya ait olan “şehir uzantısı” olarak genişleyen ve şehre dahil edilen alanları fotoğrafladığı “Dışarısı”; o dönem kentin kuzeyine yapılmakta olan yeni havalimanı ve otoyol projeleri nedeniyle tahrip edilen ormanlık alanları fotoğrafladığı “Kuzey Ormanları” ve Büyükçekmece ile Terkos (Durusu) Gölü arasında yer alan, İstanbul’u İkinci Dünya Savaşı’nda olası bir Alman saldırısından korumak amacıyla inşa edilmiş beton savunma yapılarının bugünkü hallerini dokümante ettiği “Koruganlar” serilerine yer veriliyor.
Gezi Direnişi’nden Hrant Dink’in cenazesine, Pride’dan 1 Mayıs’a uzanan anları kayda aldığı bu fotoğraflar, Cem’in dünyayı gözlemleme biçimini değil, aynı zamanda yaşadığı çağa olan tanıklığını da yansıtıyor. Cem belgesel fotoğrafı bir araç olarak kullanıyor ancak bireysel hikâyelerin arkasındaki daha derin yapısal ilişkiler de odağındadır. “Gündelik olaylardan ziyade günümüze dair durumlarla ilgileniyorum, çalışmalarımın insanın yeryüzüyle kurduğu ilişki bağlamında okunabilmesini umuyorum,” diyordu sanatçı kendi yazdığı biyografisinin son cümlesinde. “İnsanın yeryüzüyle kurduğu” ilişkilere odaklandığı işlerinde toplumsal olana, içeriye ve dışarıya, muhayyel yerlere ve tam da şu an olmakta olana ilgisi hemen fark ediliyor. Cem’in fotoğrafları yaşamı olduğu gibi belgelemekten ziyade, onun altındaki dokuları açığa çıkarmaya çalışır. Andan çok insanın içinde bulunduğu duruma hatta bu durumun insanda yarattığı ruh haline odaklanır gibidir. Cem’in kendini bir “fotojurnalist” veya “sıcak haber fotoğrafçısı” olarak tanımlamaması, onun fotoğrafçılık pratiğini sıradan bir belgelemenin ötesine taşıyor. “İçinde yaşadığımız çağın beraberinde getirdiği durumlarla ilgilenmek”, yaşadığı çağı anlamak ve yansıtmak konusundaki derin ilgisiyle, olaylara uzaktan bakan bir gözlemciden çok, içinde bulunduğu dünyanın duygusunu anlamaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkıyor.
Kronolojik olarak üretimlerini arka arkaya gördüğünüzde Cem Ersavcı’nın özellikle çok yönlü bakışı şaşırtıcıdır. Konumlandığı yerle belirlenen fotoğrafçı bakışı düşünüldüğünde Cem Ersavcı, ister Gezi’de Taksim’e bakan yüksek bir yerde, ister toprağa yakın bir noktada durup fotoğrafladığı Kuzey Ormanları’nda, isterse “Farklı bir yer üzerine, ucu açık bir öykü anlatmak istedim,” dediği okyanus kıyısında olsun, anları insanın gözüyle gördüğüne en yakın haliyle yakalamış ve göstermiştir. Cem’in fotoğraflarında renkler, ışık ve açılar, genelde gözle gördüğümüz ama fotoğrafını çekmeye çalıştığımızda yakalayamadığımız o gerçekliği görmemizi mümkün kılıyor. İnsanlı ya da insansız olması fark etmez, Cem’in fotoğrafları gözün o anda algıladığı şekliyle yansıtıyor manzarayı.
Bu kitap, Cem Ersavcı’nın arşivinde, aldığı notlarda ve hayat yolculuğunda bir gezi; fotoğrafa, genel anlamıyla sanata ilgi duyan herkesin keşfetmekten mutluluk duyacağı bir dünya; aynı zamanda sanatçıya Türkiye fotoğraf sanatı tarihinde hak ettiği yeri alması için atılmış bir ilk adım olarak da görülebilir.
Bu yıl tek bir sanatçı keşfedecekseniz dilerim bu Cem Ersavcı olur.