Sophie Calle neredeyse 50 yıldır fotoğraf, metin, nesne ve videoyu birleştirerek insan ilişkilerinin kompleks yapısını araştırıyor. Özellikle aşk, mahremiyet, güven ve güçle ilgili düşünceleri ve deneyimleri konu alan sanatçı çoğu zaman dedektiflere benzer taktiklerle hem kendisinin hem de başkalarının yaşamındaki kişiler arası dinamikleri inceliyor.
Calle 2007’de düzenlenen Venedik Bienali’nde “Take Care of Yourself” (Kendine İyi Bak) adlı işiyle Fransa’yı temsil etti; bu işte 107 kadından, sevgilisinden aldığı ayrılık mektubunu yorumlamalarını istemişti. Geçtiğimiz yıl Paris’teki Picasso Müzesi’nin tamamını kaplayan À toi de faire, ma mignonne (Karar Senin Sevgilim) adlı sergisindeyse Calle kendi ölümü üzerine karakteristik olarak aşırıya kaçan bir tefekkürle, ölümünün 50. yıldönümünde Pablo Picasso’yu andı; sergide ısmarlama ölüm ilanı, ev eşyalarının envanteri ve özel olarak seçilmiş bir tabut da bulunuyordu.
Geçtiğimiz ay Minneapolis’teki Walker Art Center’da açılışı yapılan son sergisi Overshare, başlıca eserlerinin yanı sıra daha az bilinen işlerini de içeriyor ve bu açıdan Kuzey Amerika’da Calle’in tüm sanat pratiğini inceleme fırsatı sunan ilk sergi olma özelliğini taşıyor. Calle bu yılın başında, sanatçı arkadaşı Doris Salcedo’yla birlikte Japonya Sanat Derneği’nin prestijli 2024 Praemium Imperiale Ödülü’nü alan beş sanatçıdan biri oldu.
THE ART NEWSPAPER: Overshare, Walker Art Center’daki serginiz için ilgi çekici bir başlık. İşleriniz sıklıkla mahrem ve hatta röntgenci olarak tanımlanıyor ama bir şeyleri açığa çıkardıkları kadar gizledikleri de söylenebilir sanırım. Eleştirmen ve küratör Robert Storr çalışmalarınızı “sırrın yapısını veren ama kendisini vermeyen” işler olarak tanımlamıştı. Peki siz aşırı paylaşım hakkında ne düşünüyorsunuz?
SOPHIE CALLE: İnsanlar benim hayatımı bildiklerini zannediyor, oysa hiçbir şey bilmiyorlar çünkü ben bir an veya durumla ilgili çok şey paylaşıyor olabilirim ama hayatımla ilgili hiçbir şey söylemiyorum. Ne Facebook kullanıyorum ne de Instagram; dolayısıyla blog’u olan veya sosyal medyayı kullanan bir sürü insana kıyasla çok daha az şey paylaşıyorum. Yalnızca hayatımdaki üç ilginç ayrılık olduğu için üç erkekten bahsetmiş olabilirim. Ama arkadaşlarımdan veya 20 yıl birlikte yaşadığım adamdan bahsetmiyorum. Bunların hiçbirini anlatmıyorum ben. Sonuç olarak, söylendiği kadar çok şey paylaştığımı düşünmüyorum.
Fakat yine de işleriniz sizin ve başkalarının hayatlarından, hem rahatsız edici ölçüde özel hem de son derece ilgi çekici ve karşı konulmaz bölümler içeriyor.
Olabilir ama aslında hiçbir şey söylemiyorum. Örneğin “Suite Vénitienne” (Venedik Süiti, 1980) işinde Venedik’teki bir adamı takip ediyoruz ama onun kim olduğunu bilmiyoruz. Yalnızca dışarıdan ne görünüyorsa onu görüyoruz. “The Hotel” [Otel (seri, 1981)] işinde de insanların eşyalarını görüyoruz ama bu insanların kim olduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla evet, belki bunlara aşırı paylaşım diyebiliriz ama aynı zamanda her şeyi gizliyorlar!
İşlerinizde oyun fikri de çok güçlü; hem oyuncu hem de oyunun kurallarını belirleyen kişi rolünü üstleniyorsunuz. Bir durum seçiyorsunuz, sonra da bunu harekete geçirirken bir yandan olayların gelişmesine izin veriyor, diğer yandan da çok spesifik talimatlara uyuyorsunuz. Kontrolle kontrolsüzlük arasındaki bu gerilim kritik gibi görünüyor.
Evet, çünkü oyunun kurallarını belirledikten sonra içine girip kendinizi bırakabilirsiniz zira burada zaten tasarlanmış bir yapı vardır. Ben kontrol manyağıyım ama aynı zamanda karşıma çıkanlarla oynamayı da seviyorum. Bence Overshare’de de aynı paradoks var.
Oyunun kurallarına nasıl karar veriyorsunuz?
Projenin tasarımını bazen oyunun kuralları, bazen de çok kesin bir davet belirliyor. Örneğin Picasso Müzesi’ndeki sergiyi iki yıl boyunca reddettim çünkü Picasso’nun fazla güçlü bir figür olduğunu düşünüyordum. İmkânsızdı, kendimi Picasso’yla yan yana koyamıyordum. Fakat sonra müzenin eski direktörü Laurent Le Bon, Covid sırasında beni müzeye davet etti; doğrusu o dönemde evden çıkmak için her şeyi yapabilir, her yere gidebilirdim. Böylece müzeye gittim ve Picasso’nun bütün resimlerini sarılıp saklanmış halde görünce çok şaşırdım. Sonra kendi kendime, “Tamam, bunu yapabilirim,” dedim. Bir hayaletle yan yana gelebilir, varlığını hissettiğimiz ama göremediğimiz bir Picasso’nun yanında durabilirdim. Birden onun yokluğunu kullanarak Picasso’yla başa çıkabileceğimi anladım ve böylece bu fikre sıcak bakmaya başladım. Önce Picasso’nun hayaletiyle başladım, sonra nelerle oyun kurabileceğimi düşündüm. Yani aniden yokluğunu fark etmem oyunun kuralını belirledi.
Beklenmedik durumlar veya karşılaşmalar da işlerinizi harekete geçiriyor; örneğin “Suite Vénitienne” (1980) işini, bir sergi açılışında tesadüfen karşılaştığınız bir adamın peşinden Venedik’e gitmeniz tetiklemiş, sonrasında hikâye zincirleme reaksiyon gibi gelişmişti.
Kesinlikle. Ben zaten yabancıları takip ediyordum ve bu süreci tersine çevirmek istedim; bu yüzden bir işte beni takip etmesi için dedektifle çalıştım. Bunun dışında, aldığım bir ayrılık mektubunda giderken bana, “Kendine iyi bak,” diyen bir adamın bu cümlesini okumanın verdiği şokla “Take Care of Yourself” (2007) işini yaptım. Yani bazen bir cümleyle, bazen de tesadüfi bir karşılaşmayla başlıyor işler. Mesela karşıdan karşıya geçerken kör bir adamın diğerine, “Dün çok güzel bir film izledim,” dediğini duyduğumda bu cümledeki paradoks beni aniden çarpmış ve körlerle çalıştığım proje [The Blind (Kör, 1986)] ortaya çıkmıştı.
Overshare dört bölüme ayrılıyor: 1970’lerin sonundan birkaç yıl öncesine kadar tüm kariyerinizi kapsayan “The Spy” (Casus), “The Protagonist” (Kahraman), “The End” (Son) ve “The Beginning” (Başlangıç). Bu bölümler elbette birbiriyle örtüşüyor; hepsinin içinde insan ilişkileri, ihtiyaçlar ve arzularla ilgili çok özel tepkilerinizi görmek mümkün.
Aslında hepsi bir eksiklikle ilgili; bu bölümleri birbirine bağlayan şey bu sanırım. Adamın biri gidiyor, bir anne ölüyor, bir adamın gözleri görmüyor, bir resim çalınıyor, dedektif gerçek bir karakteri değil, silueti takip ediyor veya birileri, haklarında hiçbir şey bilmeden yalnızca yüzeysel olarak uyuyan insanları izliyor. Kısacası hepsi bir eksikliği temsil ediyor.
Peki sizce neden böyle?
Ben bir erkekle mutluysam onun hakkında yazmak veya onu konu alan bir iş yapmak istemem. Onu uzaktan izlemek değil, onunla birlikte yaşamak isterim. Genellikle bir kayıp, hayatımdan çıkan, parmaklarımın arasından kayıp giden bir şeyler olduğunda proje üretiyorum. Annemin ölümünü çekmek benim için gece gündüz onunla birlikte olmanın, onu yanımda tutmanın bir yoluydu. Şimdi bile ölümüyle ilgili proje vesilesiyle – “Pas pu saisir la mort” (Ölümü Kavramak İmkânsız, 2007)– yine ondan bahsediyoruz; yani hâlâ hep benimle birlikte. Yine bir ayrılığın ürünü olan No Sex Last Night (Dün Gece Seks Yoktu, 1992) filmi ne kadar acı verici olsa da, ilişkiyi sürdürmenin bir yoluydu. Dolayısıyla belki de bu tür projeleri, bir şeyleri bırakmamak ve başa çıkılması çok zor olan durumları tersine çevirmek için kullanıyorum.
Ölüm tüm çalışmalarınıza hâkim bir tema: Yabancıların mezar taşları, ebeveynlerinizin ölümü, kedinize adanmış müzikal bir anma ve hatta Picasso Müzesi’ndeki sergide yer verdiğiniz kendi ölümünüz. Ama ölüme mizahla yaklaşıyor, asla karamsar veya duygusal bir yaklaşım göstermiyorsunuz.
Çünkü bir projeye çok duygusal yaklaşırsanız başkalarına alan bırakmazsınız, onların yerine siz karar verirsiniz. Bence bu zor anları betimlemenin tek yolu duygulardan arınmak, mesafe koymak ve izleyicilere alan bırakmaktır.
İnsanlar genellikle senaryolarınızda sınırları zorladığınızı düşünüyor; bazen bulunan bir adres defterini karıştırıyor, bazen yabancıları takip ediyor veya ölüm döşeğindeki annenizi filme alıyorsunuz. Belirlediğiniz kurallar içinde herhangi bir parametre var mı?
Bence sınırı belirleyen projenin kendisidir. Annem çok eksantrik bir insandı, hep merkezde olmak isterdi. Babamsa Protestandı, çok mütevazı bir insandı. Kuytuda kalmayı tercih ederdi. Saatlerce ölümünü çekerken, bunun annemin hoşuna gideceğini biliyordum. Ama aynısını babam gibi bir insana yapmak bir bakıma saldırganca bir tutum olurdu. Kısacası bazen sınırı fikrin kendisi değil, kimi anlattığı belirler. Ayrıca bazen de kendinize bunu yapmaya değip değmeyeceğini sorduğunuzda sınırı belirlersiniz. Her fikrin kendine özgü bir sınırı vardır. Bu fikir ilginç mi, yeterince şiirsel mi? Yoksa yalnızca kışkırtıcı mı? Bu bile duruma göre değişir. Açıkçası bazen biraz kışkırtmayı seviyorum çünkü sonuçta işe yarıyor.
Kısa süre önce sürpriz bir şekilde genel olarak ilişkilendirildiğiniz bir mecra olmayan resim kategorisinde 2024 Praemium Imperiale Ödülü’nü aldınız. Bu prestijli ödülü almak size ne hissettirdi?
Ansızın ressam olmak gerçekten de tuhaftı. Fotoğraf kategorisi olmadığı için uyarlamak zorunda kaldılar sanırım. Belki ben de kendimi ödüle uyarlayıp resim yapmaya başlamalıyım. Ne hissettiğime gelince, özellikle ödül alan diğer sanatçıları görünce mutlu hissediyorum.
• Sophie Calle: Overshare, 26 Ocak 2025’e kadar Minneapolis, Walker Art Center’da görülebilir.
Biyografi
Doğum tarihi ve yeri: 1953 Paris
Yaşamı ve çalışmaları: Paris
Önemli sergileri: 1986 De Appel, Amsterdam; 1990 Institute of Contemporary Art Boston; 1991 Musee d’Art Moderne de la Ville de Paris; 1998 Tate, Londra; 1999 Camden Art Centre, Londra; 2003 Centre Pompidou, Paris; 2007 Venedik Bienali; 2009 Whitechapel Gallery, Londra; 2010 Louisiana Museum of Modern Art, Humlebaek; 2012 Museo de Arte Moderno, Medellin, Kolombiya; 2019 Hara Museum of Contemporary Art, Tokyo; 2022: Orsay Müzesi, Paris; 2023 Picasso Müzesi, Paris
Temsilcisi:Perrotin, Paula Cooper Gallery ve Fraenkel Gallery