“Geleceğin yok olmasıymış kıyamet”… Murat Gülsoy’un son romanı Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün'den bu cümle. Biraz düşününce ölüm için de kurulabilir bu cümle. Oysa yaşamak geleceğe dair bir beklenti, bir umut, bir tasavvur olmadan olmuyor. İnsan hep bir gözü yarında yaşıyor. Bu anlamda ölümün de kıyametin de ötesine geçmek mümkün belki, en azından Murat Gülsoy geçmiş, düşünsel anlamda elbette… Kıyamet sonrası nasıl olur diye düşünmüş (olsa gerek) ve o soyutlamadan süzülen imgelerle bir roman yazmış. İşin ilginç yanı roman üç ressamın ortaklaşa bir sergi açmasına kadar varan ikinci bir yaratım sürecini de tetiklemiş. Joel Menemşe, Ayşenur Köksal ve Işıl Güleçyüz’ün (Monday Art Collective adlı bir de oluşumları var üçlünün) işlerinden (resim, heykel, video…) oluşan sergi 7 Aralık tarihine dek İstanbul Concept Galeri’de görülebilir. Böylesi bir paralel yaratı etkinliği daha önce denenmiş miydi bilemiyorum ama hem romanı hem de sergiyi Murat Gülsoy ile konuşmak şarttı ve biz de öyle yaptık.
Kıyamet Sonrası Olağan Bir Gün, sanki tüm yazdıklarınızdan farklı bir roman olmuş, biçim açısından en azından, neredeyse deneysel bir roman… Gerçi kurmacanın bir deney olduğu görüşünü yıllar önce yazmıştınız zaten… Sizin için nasıl bir yazma deneyimiydi (ya da deneyiydi), Kıyamet Sonrası, merak ediyorum.
Evet diğer kitaplarımdan çok farklı bir yazım süreci oldu. Neredeyse tamamen kendiliğinden gelişti. Pandemi dönemiydi. Kapanmanın yarattığı dünyanın bende bıraktığı etkilerin ürünü olduğunu sanıyorum. Kimsenin sokağa çıkamadığı bir zamandı: sokaklarda arabalar yok, Boğaz’dan gemiler geçmiyor, tepemizden uçaklar uçmuyor. Dünyanın her yerinde insanlar evlerine kapanmış, endişe içinde bekliyorlar. Neyi? Belli değil. Gelecek? Belli değil. Buna karşılık doğa canlanmış, hava temizlenmiş, deniz berraklaşmıştı. İnsanlar için bir tür kıyamet işte… Tabii içinde yaşarken bunu hemen kavrayamıyor insan. Ben de daha sonra, Kuzey Ege’de bir sahilde oturmuş Ressam Vasıf’a çalışırken ilk görüntü gözümün önünde canlandı. Karşımdaki zeytin ağacının dibinde… Hemen yazmaya başladım. Kısa kısa bölümler geliyordu. Yeni bir dünyanın içinde dolaşmaya başladığımı anladım… Sonra bir gün geldiği gibi gitti. Bir dalganın gelip sonra geri çekilmesi gibi. Bittikten sonra üzerine de çok düşündüm. Adını da sonradan koydum. Yani ilk kez kurgusunu önceden planlamadığım bir roman ortaya çıkmış oldu. Eh, kıyamet sonrasının romanı da böyle bir şey olur diye düşündüm sonradan.
Bu kıyamet tasavvurunun ilhamı nelerdi? Hayattan, sanattan ve en çok da resimden?
Mutlaka farklı sanatlardan izler vardır. Ama az önce dediğim gibi yaşadığım deneyimlerden kaynaklanan bir tasavvur bu. Kapanma döneminde yaşadığım dehşet ve büyülenmenin etkileri zihnimin içinde bu şekilde canlandı.
Romandaki baş karakter karnından bir bebeğe ait olduğunu anladığımız bir göbek kordonuyla dolaşan bir kadın. Kadınlık, annelik, türün devamı, kıyamet… Ve tabii zeytin ağacı… Nasıl bir kurgu var bütün bu çağrışımlar ve metaforlar arasında?
Alışıldık anlamda bir kurgu yok aslında. Sürekli bir keşfetme hali var. Biraz uyanıkken görülen bir rüya gibi. Rüya görürken çoğunlukla bilincimiz müdahil olmaz, hikâyeyi yönlendiremez. Bu yüzden de rüya bilinçdışından sızan ham bir malzemedir, yapıt değildir. Sanat değildir. Onu akılla şekillendirmemiz gerekir. Bu romanda karışıma çıkan sahneleri yazarken rüyaya çok benzeyen ama aklımla takip edip şekillendirdiğim bir süreç yaşadım. Göbek kordonu da zeytin ağacı da roman boyunca farklı işlevler yükleniyorlar. Tam sağaltıcı bir şey bu derken birden tersine bir sahne yaşanıyor. Dolayısıyla kıyamet sonrasında yok olan anlam bu şeyleri de tekinsiz hale getiriyor.
“Geleceğin yok olmasıymış kıyamet”… Kıyamet olgusu üzerine çok düşündüğünüz bir dönem miydi acaba, mesleki açıdan size yapılanları da düşününce?..
Ah, evet… Bu da var tabii. 1984’den beri içinde önce öğrenci sonra akademisyen ve idareci olarak çalıştığım Boğaziçi Üniversitesi 2021 yılında tuhaf bir rektör atamasıyla büyük bir saldırıyla karşı karşıya geldi. Akademik özerkliği, bilimsel düşünceyi hiçe sayan bu uygulama elbette ülkede yaşanan otoriterleşme sürecinin bir parçası ama bizler için bu yaşadığımız, soluk aldığımız, ürettiğimiz dünyanın sonu anlamına geliyordu. Elbette karşı çıktık, çıkmaya da devam ediyoruz. Bir zamanlar özgür düşüncenin simge mekânı üç yılı aşkın süredir kapısında iki otobüs çevik kuvvetin beklediği, kapısının kelepçelendiği bir kıyamet mekanına dönüştü. Bu yüzden 2023’de artık düşünsel üretimimi sadece yazar olarak devam etmeye karar verdim ve emekli oldum. Aynı gün üniversiteye girişim yasaklandı; benim için meslektaşlarımın düzenlediği paneller yasaklandı. Halen Boğaziçi Üniversitesi’nin idareci koltuklarında oturanlar sadece bunları yapmadılar, sayısız hukuksuz işin altına imza attılar, liyakatı hiçe sayarak ders vermekten aciz insanları üniversiteye hoca diye aldılar. Ama bu günlerin geçeceğini ve verdikleri bu kamu zararının hesabını bir gün bağımsız yargı önünde vereceklerine inanıyorum.
Kıyamet bir son mu, hiçbir umudun kalmadığı? Ya da aksine, umudun yeşerebileceği (zeytin geliyor yine aklıma) yeni bir gelecek inşa edilebilir mi üstüne?
Umut her zaman var. Kötü gidişi tespit etmek direnebilmenin ilk basamağı. Ve elbette direnebilmek de daha iyi bir gelecek inşa etmenin şartı. Direnebiliyorsak umut var demektir. Bence yazmak da çok önemli direniş biçimlerinden biri.
Yıllar önce bir söyleşinizde “En soyut sanat dalının yazmak ve okumak olduğuna inanıyorum” demiştiniz. Hala böyle mi düşünüyorsunuz?
Evet. Soyuttan öte en yüksek zihinsel etkinlik olduğunu düşünüyorum. Edebiyat bir kişinin dünya hakkındaki sezgilerini, kişisel deneyimlerini, tekil varoluşunu anlaşılır kılıyor ve bu çok değerli. Kafka’nın son derece kişisel olan “dava”sı farklı kültür, coğrafya ve çağda nasıl önemli olabiliyor? Çünkü onun yarattığı tikellik uzaydaki bir kara delik gibi kendi etki alanını yaratıyor ve gerçekliği bu etki alanı içinden kavramamızı sağlıyor. Nesnel yöntemlerle derinine inemediğimiz insani deneyimleri öznel bir yaklaşımla kavrıyoruz.
Öykü ve roman (her iki başlık altında da eserler verdiğinizden hareketle) artık (ya da hâlâ) bundan örneğin 150 yıl önce anlaşıldığı gibi ele alınabilir mi sizce? Bu iki türün tarifleri bir yana, ikisine de dahil olmayan yepyeni anlatılar (doğru mu bu sözcük, onu da bilemedim) yok mu edebiyatta? Bu tuhaf sorudan meramım, edebiyat yeni bir yere doğru mu gidiyor, yoksa kendini mi tekrar ediyor, döne döne?
Hem evet hem hayır. Borges “Hikayelerin sayısı dörttür, bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek” diyor örneğin. Bu görüşe hak vermemek mümkün değil. Çünkü insan oluşumuzdan kaynaklanan özellikler zamandan bağımsız, o yüzden de mitolojik hikayelerde güncel meramımızı anlatacak hemen her şeyi bulabiliyoruz. Öte yandan dünyayı kavrama araçlarımız değişiyor. Yani doğamız gereği karanlıktan, belirsizlikten, yüksek sesten korkarız ama geceleyin yıldızlara baktığımızda bin yıl öncesinin insanından daha farklı düşüncelere de kapılırız. Fotoğraf icat edildikten sonra insanlar bazı rüyalarını siyah beyaz gördüklerini söylemeye başlamışlar örneğin. Siyah-beyaz bir fotoğraf görmemiş olan eski insanların böyle bir tecrübe yaşaması mümkün değil. Dolayısıyla yaşanan çağın yarattığı değişim de yeni anlatım biçimlerini doğuruyor.
Sanat ve yapay zekâ üzerinde kafa yorduğunuzu biliyorum hatta bir önceki romanınız Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’nin kapağında YZ'yle oluşturulmuş bir resim kullanmıştınız. Edebiyat söz konusu olduğunda yapay zeka nasıl bir işlev görecek gelecekte sizce? Yazarların işini de ellerinden alacak mı?
Eğer iş olarak yapıyorsanız elinizden alabilir. Ne yazık ki bu böyle. Ben yapay zekânın insanın yaratıcılığını yakalayıp geçebilmesinin önünde felsefi bir engel olduğunu düşünmüyorum. İnsana dair özcü bir düşüncem yok. Ancak sanat bana göre bir iş (profesyonel bir iş) değil. Sanat kişisel bir uğraş. Hatta bırakın yapay zekayı, benden daha iyi yazan insanlar var diye yazmaktan vazgeçmiyorsam yapay zekâ yazıyor diye hiç vazgeçmem sanırım. Tam tersine yapay zekayı bir edebiyat/felsefe laboratuvarı olarak kullanmak mümkün ve çok heyecan verici.
Romandan ilhamla üç ressamın bir araya gelerek açtığı sergi de bir hayli ilginç doğrusu. Bu süreç nasıl gelişti?
Feshane’de 2023 yazında açılmış müthiş bir sergi vardı. Orada keşfettim Monday Art Collective’i. Sonra tanıştık. Hatta resim dersi almaya başladım Işıl Güleçyüz ve Joel Menemşe’den. Süreç içinde ortak bir proje yapma fikri ortaya çıktı. Ben de bu kitabı verdim geçen yıl, okudular ve bu sergi projesini hayata geçirdiler. Her hafta buluştuğumuz için çok organik bir süreç oldu.
Kıyamet ve resim denince nedense aklıma ilk olarak Hieronymus Bosch geliyor… Sergideki üçlü tablo da bu çağrışımı tetiklemiş olabilir. Bosch sizin ilhamlarınızdan biri miydi, ya da en azından sergideki işler böylesi bir atıf içeriyor mu?
Olabilir tabii. Aslında bu soruyu ressamlara sormak gerekir. Bosh, Bruguel beni her zaman etkilemiştir, bu kitabın içine de bir yerlerden sızmışlardır mutlaka.
Sergideki işleri nasıl buldunuz, size yeni bir ilham veren eserler miydi?
Sergideki işlerin kaynağında benim kitap var ama eserlere baktığımda ressamların kendi dünyalarını görüyorum. Bu bana hakiki bir sanat üretimi olarak görünüyor. Yani romanı resimlemediler, resimli romana dönüştürmediler; yeni eserler ürettiler. Şimdi bu resimler de başka üretimlere ilham kaynağı olacaktır.
Resim dersleri ve denemeleri devam ettiğine göre yakında ressam Murat Gülsoy’dan da bir sergi gelir mi acaba?
Şimdilik öyle bir hayalim yok. Sadece çizmeyi, boyamayı öğrenmek istiyorum. Yolun çok başındayım. Hocalarım bir gün sergile artık derlerse, o başka tabii…