Lars Eidinger’in radarıma girişi, muhtemelen Almanya dışındaki birçok başka izleyici gibi, Olivier Assayas’ın 2014 tarihli muhteşem filmi Clouds of Sils Maria’da canlandırdığı tiyatro yönetmeni Klaus Diesterweg rolüyle olmuştu. Kendi ülkesinde 15 yılı aşkın bir süredir hem tiyatro hem de sinemada boy gösteriyordu gerçi ve bir hayli de ünlenmişti ama uluslararası arenaya çıkışında Assayas’ın katkısı büyüktü. Sonrasında Personal Shopper (yine Assayas), High Life (Claire Denis), Proxima (Alice Winocour), White Noise (Noah Baumbach) ve geçen yıl İstanbul Film Festivali’ne konuk olarak gelmesine de vesile olan Sterben (Matthias Glasner) gibi filmlerde ve Babylon Berlin ve Faking Hitler gibi dizilerde rol aldı ve her canlandırdığı rolle dünyanın daha çok tanımak istediği oyunculardan biri haline geldi.
Ama şüphesiz onun tam anlamıyla devleştiği yer tiyatro sahnesi. Shakespeare, Ibsen gibi büyük yazarların oyunları başta olmak üzere uzun süredir dünya tiyatrosunun en önemli topluluklarından, günümüzün en yaratıcı yönetmenlerinden biri kabul edilen Thomas Ostermeier’in sanat yönetmenliği üstlendiği Schaubühne Berlin’de her oyuncunun rüyasını gördüğü rolleri canlandırıyor. Bu yıl nihayet onu sahnede izleyeceğiz. İKSV’nin düzenlediği 28. İstanbul Tiyatro Festivali’nde III. Richard’da oyuna adını veren karakteri canlandıran oyuncuyla e-posta aracılığıyla bir söyleşi yaptık. Çağdaş sanat ve müzik alanındaki çalışmalarına sıra gelmedi ama oyunculuğuna dair merak ettiğimiz birçok şeyi sorduk. Oyunu izlemeden önce ya da sonra okumanız için…
EMRAH KOLUKISA: Shakespeare’in en çok uyarlanan oyunlarından biri III. Richard. 400 yıl önce yazılmış bu oyun ve özellikle de bu karanlık karakter bugünün izleyicisine ne söylüyor sizce?
LARS EIDINGER: 2014’te provalara başladığımızda bunun, kötülüğün Gloucester–müstakbel Kral III. Richard– karakterinde cisimleşmesi hakkında bir oyun olmasını bekliyordum. Shakespeare’in anlattığı hikâyenin daha çok insanları kendi ihtiyaçlarınız için araçsallaştırmanın ne kadar kolay olduğu ve ne kadar yüzeysel, iradesiz olduğumuzla ilgili olması beni şaşırttı. Kelimelerin gücü hakkında bir oyun bu. Joe Biden ve Donald Trump arasındaki başkanlık savaşına “Kelimeler Savaşı” denmesini ilginç buldum. Richard da “iyi konuşan” dünyayı kendi silahlarıyla yenmek istiyor. Oyun başladıktan sonra artık kendisi kimseyi öldürmüyor, başkalarını kendisi için öldürmeye ikna ediyor. Hamlet’te de eski kral, Hamlet’in babası, kulağından zehir verilerek öldürülür, ki bu da yalanın bir metaforu olarak okunabilir.
İtiraf etmeliyim ki benim sınırlarım diğerlerininkinden biraz farklı görünüyor.
Bir oyuncu olarak III. Richard gibi bir karakteri nasıl ele alıyorsunuz? Popülerliği açısından da bakabilirsiniz bu soruma. Sizce Richard bir antikahraman mı, “kötü karakter” mi yoksa rasyonel bir politikacı mı?
Takipçileri olmayan liderler yoktur. Bu mantık her bağlama uyarlanabilir ve anlatılan hikâye de budur. Dürüst olmak gerekirse, III. Richard’ı oynamak istememin nedenlerinden biri de popülerliğiydi. Bir oyun üzerinde çalışmaya başlamadan önce o oyun hakkında derin bir anlayışa sahip olamıyorsunuz. Bu, prova sürecinde ortaya çıkan bir şey. İlk başta daha çok sezgileriniz sizi bu kararı almaya itiyor.
Richard’ı canlandırırken bir model –birçokları için Hitler mesela böyle bir modeldi– var mıydı kafanızda?
Aslında aklımda bir sırtlan vardı. Bu dönemde hayvan çalışmalarına ilgi duymaya başlamıştım. Bu da belirli bir hayvan seçmek, onu incelemek ve karakter için onun bazı davranışlarını, hareket kalıplarını ve tavırlarını kullanmak anlamına geliyor. Sırtlan haklı olarak ormanın kralıdır çünkü en güçlü çeneye ve ısırma gücüne sahiptir; ancak az gelişmiş arka ayakları nedeniyle bir leş yiyici olmaya mahkûmdur. Bununla, Richard’ın savaş sırasındaki başarıları ve liyakatinden sonra tahtın yasal varisi olması ve sonrasında geri çekilmesi arasında bir paralellik var. Diyebilirim ki, tarihî hükümdarlarla ve aynı zamanda zamanımızın hükümdarlarıyla birçok paralellik var. Onu klasik bir oyun yapan da bu, güncel bir referans bulmaya gerek yok. Bu içkin bir insan çatışması ve asla üstesinden gelemeyeceğimiz bir şey.
Yedi-sekiz yıldır oynadığınız bir oyun III. Richard. Bu zaman zarfında sizin yorumunuzda değişiklikler oldu mu?
Oyun her daim olası güncel çatışmalara atıfta bulunarak zamansızlığının altını çiziyor. Tüm haberler Donald Trump’la ilgili olduğunda insanlar bunu bu şekilde yorumladığımızı ve buna atıfta bulunan replikleri değiştirdiğimizi düşünüyorlar. Yeni bir cinsel istismar vakası olduğunda da aynı şey. Ya da yeni bir savaş çıktığında. Ve tabii ki her türlü tarihsel çatışmaya atıfta bulunuyor.
Oyuncu olarak oynadığınız karaktere karşı bir empati geliştirir misiniz? Bunu bir metot olarak kullanır mısınız örneğin? Eğer evet ise yanıtınız, Richard’a karşı nasıl bir empatiyle yaklaştınız?
Oyunun sonunda Richard şöyle der:
“Beni seven hiçbir yaratık yok, / Ve ölürsem hiçbir ruh bana acımayacak. / Hayır, neden acısınlar ki, ben kendim de / Kendime bile acımıyorum ki?”
Başlık olarak, provalara başlamadan önce ders kitabıma Tyler, the Creator şarkısından bir alıntı yazdım:
“Ben lanet olası yürüyen bir paradoksum – hayır, değilim.”
Kimsenin Richard’a acımadığı ve onun da kendine acımadığı bir yalan ama gerçek de değil. Oyunun bir noktasında kendimi Richard gibi beyaza boyuyorum ve aynaya bakıyorum. Amerikan yerlileri savaşta yüzlerini beyaza boyarlar, düşmanları o beyaz renkte kendi korkusunun yansımasını görsün diye. Yani ben III. Richard olarak yüzümü beyaza boyayıp aynaya baktığımda, ayna da aslında bir aynada kendine bakıyor. Bu, tüm ikircikliliği içinde sonsuz bir kendini yansıtma hali yaratıyor.
“Sahnede risk almayı seviyorum,” demiştiniz bir söyleşinizde. Bunu biraz açar mısınız, nasıl riskler bunlar ve doğaçlama sizin için hayati bir yöntem mi?
Kesinlikle. İdeal bir doğaçlama, ne yapacağınıza dair hiçbir fikriniz olmadan sahneye çıkmak anlamına gelir. Doğaçlamanın iyi bir fikirle başladığına dair yaygın bir yanlış anlama var. Ben buna kesinlikle katılmıyorum. Bertolt Brecht’in eşi Helene Weigel şöyle der: “Eğer bir fikriniz varsa unutun gitsin.” Sıfırdan başlamak için cesur olmalısınız ve kabul etmeniz gereken büyük bir başarısızlık riski var; ancak bunun en karmaşık varlık biçimini yarattığına ve size hayatın neyle ilgili olduğuna dair bir anlayış kazandırdığına inanıyorum.
Oyun sırasında bir başka oyuncunun yüzüne tükürdüğünüzde bunu anlık bir dürtüyle mi yapmıştınız yoksa planladığınız ve ondan gelecek tepkiyle yapacaklarınızı önceden düşündüğünüz bir eylem miydi?
Aslında dürtüsel bir hareketti ama oyuncu daha sonra iğrendiği için benden bunu bir daha yapmamamı istedi, ben de bunu kabul ettim, bir daha da yapmadım. Üç yıldan beri bir yakınlık koordinatörüyle birlikte çalışıyoruz ve bu gelişmeyi gerçekten takdir ediyorum. Kolektif bir farkındalık yaratıyor bu ve yanlış anlamaları önlüyor. III. Richard’daki oyunculardan biri bana tükürüyordu, ben de Hamlet’te ona tükürüyordum. Ama yeni oyuncu bunu istemiyor, ben de artık yapmıyorum. Birbirimizin sınırlarını kabul etmek ve bunları tanımlamanın mümkün olduğu güvenli bir alan yaratmak çok önemli. Yine de itiraf etmeliyim ki benim sınırlarım diğerlerininkinden biraz farklı görünüyor. Ancak sanatsal özgürlüğümü başkalarının özgürlüğü pahasına ifade edemeyeceğimi ya da gerçekleştiremeyeceğimi kabul ediyorum.
Sanatsal özgürlüğümü başkalarının özgürlüğü pahasına ifade edemeyeceğimi ya da gerçekleştiremeyeceğimi kabul ediyorum.
Çeşitlilik süreci ve yakınlık koordinatörlüğünün bir sonucu olarak artık her performanstan önce ve sonra her şeyin sırasıyla bir kontrolünü yapıyoruz. Oyun öncesi kontrolde anlık fiziksel ve zihinsel durumumuz ve halimiz hakkında konuşuyor ve sınırlarımızı veya kırmızı çizgilerimizi belirtiyoruz. Oyundan sonraki kontrol ise bir oyuncunun performans sırasında ne tür bir şiddet veya saldırganlık sergilediğini hatırlamak ve birbirimize anlatmak ve bunu karakterine uygun olarak yapıp yapmadığına dair birbirimizi temin etmek anlamına geliyor. Örneğin şöyle diyebiliriz: “Seni ittim, kolundan tuttum, sana çamur attım, göğüslerine dokundum, seni öptüm ve bunu Lars olarak değil Hamlet olarak yaptım.” Deneyim şu ki bu sadece bazı açılardan bir sınırlama anlamına gelmiyor, aynı zamanda bunun tam tersi anlamına da geliyor, birlikte bir şeyleri zorlayabilir, daha uç noktalara doğru taşıyabiliriz.
Brecht’çi oyunculuk çoğunlukla tam olarak anlaşılamayan ya da yanlış anlaşılan bir tarz gibi geliyor bana. Onun teorisindeki Marksist temeli ıskalamak onun tiyatrosunu çok farklı noktalara kaydırabiliyor zira. Siz Brecht’e olan hayranlığınızı sıkça dile getiren bir oyuncusunuz. Ostermeier’la bu hayranlık konusunda hemfikir misiniz ve Brecht’in teorisini bir oyuncu olarak nasıl metodize ediyorsunuz sahnede?
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, oyunculuk tarzım ve oyunculuğa karşı tutumum büyük ölçüde Thomas Ostermeier’dan ve onunla yaptığım çalışmalardan etkilenmiştir ama bu, Thomas’ın Bertolt Brecht’e duyduğum coşkuyu paylaştığı anlamına gelmez. Örneğin benim kostümüm Brecht’in öğretilerinden çok etkilenmiştir. Brecht’in en ünlü sözü şuydu: “Gösterdiğini göster.” Seyircinin sürekli olarak oynama eyleminin farkında olmasını istiyordu. Örneğin Richard’ın kamburu görsel olarak omzumda bir tür yastık gibi ve çarpık ayağı da etrafında siyah bant olan bir ayakkabı. Bu seyirciyi ciddiye alıyor ve illüzyona inanmalarını istediğiniz anlamda onları kandırmıyor. Bu, Brecht’in diğer amentüsüyle el ele gidiyor: “Bu kadar romantik bakmayın!” Böylece daha analitik bir alımlama biçimine yol açıyor. Bir kukla oynatıcısı geleneğinde hareket etmeye çalışıyorum. Karakteri bir kukla gibi yönetiyorum ve karakterin arkasında görünüp kaybolabiliyorum ama bir oyuncu olarak her zaman varım.
III. Richard’dan daha popüler bir Shakespeare karakteri varsa o da herhalde Hamlet’tir. Siz, yine Ostermeier rejisiyle Hamlet’i de canlandırıyorsunuz. Laurence Olivier yıllar önce yapmıştı bunu, hem Hamlet’i hem Richard’ı oynamıştı. Birçok büyük aktörün kalkıştığı bir meydan okuma aslında: Bu iki karakteri canlandırmak. Öte yandan birbirilerine bu kadar zıt karakterler olması da işin önemli bir cazibesi herhalde. Ne düşünüyorsunuz bu konuda, hem iki karakteri birden canlandırmak hem de aslında bu kadar farklı karakterleri canlandırıyor olmak anlamında?
Çevirmenimiz Mariusvon Mayenburg bir keresinde bana Hamlet olmadan Hamlet’i anlatabilirsiniz ama Richard olmadan III. Richard’ı anlatamazsınız demişti. Bunun ilginç olduğunu düşünüyorum. Hamlet ve Richard’la uğraştıktan sonra bir aktör olarak bu ikisi kadar karmaşık ve önemli yeni bir meydan okuma bulmak kolay değil. Bu yüzden hâlâ repertuvarımızın bir parçası oldukları ve oynama ayrıcalığına sahip olduğum için de çok mutluyum. Ama örneğin Ibsen’in Peer Gynt’ünü de oynadım ki bu da Shakespeare kahramanlarıyla uğraşmak kadar zihin açıcı ve tatmin ediciydi.
Hangi karakter size daha yakın? Hamlet’in çektiği acılar, vicdan azapları ve kararsızlığı, harekete geçmekteki ağırlığı mı yoksa Richard’ın iktidar yolunda hiçbir engel tanımaması, acımasızlığı, çirkinliği mi?
Hamlet.
The New York Times sizi,“Hiç bilmediğiniz en iyi Shakespeare oyuncusu olabilir,” sözleriyle taşımıştı manşete. O yazıda sizin,“Başarmaya çalıştığım tek şey kendim olmaya çalışmak. Belki sahnede Hamlet’i oynarken, şu anda sizinle konuştuğumdan daha fazla kendim olabiliyorumdur,” sözlerinize yer veriliyordu. Sahnede bu denli kendiniz olabilmek nasıl bir metot gerektiriyor?
Belki de tam tersidir. Şunu anladım ki, günlük hayatta da kendin olmak zor. Shakespeare’in dediği gibi:
“Tüm dünya bir sahne,
Ve tüm erkekler ve kadınlar sadece oyunculardır.”
Oyun oynamanın gerçekliğine inanıyorum ve tam tersine sadece var olmanın gerçekliğine güvenmiyorum. Peer Gynt’ün sonunda Peer bir soğanı soyar ve soğanın tüm katmanlarının kişiliğinin parçaları olduğunu söyler; sonra neredeyse şok olur çünkü soğanın içi boştur. Sadece katmanlar var, öz yok. Bazen bu düşüncede kendimi kaybetmekten korkuyorum. Peer şöyle der: “Hayatın kulağının arkasında bir tilki vardır. Onu yakalamak istediğinizde ya farklı bir şey yakalarsınız ya da hiçbir şey.”